3. Bölüm – Cesaret
Hanna
Dilek abla o günü sadece tebessümle geçirmişti.Ertesi sabah yine mağaza da günlük rutinlerimizle uğraşıyorduk: temizlik, reyon düzenleme, kargo hazırlıkları…
İç sesim:
“Belki bugün gelir. Seni beğenip beğenmediğini anlarız,” diyordu.
Kahve molası vermiştik. Mağazanın önüne koyduğumuz taburelere oturmuş, gölgede gelen geçen insanları izliyorduk. Ama nerden bilebilirdim ki bir çift göz, o sırada beni izliyordu?
Hanna
Dün gördüğüm Koray aklımdan çıkmıyordu. “Acaba sosyal medya hesabına baksam mı?” diye düşündüm ama vazgeçtim.
Sakarlığım üzerimdeydi yine. Kahvemi dökmüştüm. Lavaboya geçip üzerimi temizlemeye başladım. Makyaj pek yapmazdım ama sürme ve rimel olmazsa olmazımdı; onları da tazeledim, eşarbımı düzelttim. Tekrar mola yerine geçecektim ki üst rafa koyduğumuz mankenlerden birinin bozuk durduğunu fark ettim.
Kısa olmak bazen zorluyordu ama Allah’tan elim pratiktir; kolay çözümler bularak işimi kolaylaştırıyor dum. Merdiven yerine ayakkabı rafına basarak yukarı uzandım. Mankeni düzelttim, kıyafetini toparladım. Tam inecektim ki ayağımı boşlukta hissettim. Ayakkabı basamağı biraz yüksekti. Tabure var zannettim; bir anlık dalgınlık… ve olan olmuştu.
İç sesim:
“Tamam. Sen düşüyorsun ve kafan çok acıyacak.”
Yere sert bir düşüş beklerken kendimi Koray’ın kollarında buldum. Film sahnesi gibiydi… Şaşkınlık, korku ve Koray’ın kara gözleri…
İç sesim:
“Aşık oldun.”
Koray
O gün bitene kadar belki arar diye umut etmiştim. Ama aramadı hanımefendi; kesin anlamadı numaramı verdiğimi. Sosyal medya da onu bulmaya çalıştım, fakat nasıl bir hesap açtıysa izine bile rastlayamadım. Demek ki yarın iş çıkışı kendimi yine göstermem lazım.
İş yerinde telefon yasaktı. Gün boyu bakamıyordum; sadece sigara ve yemek molasında açabiliyordum. İnsan hayatı kurtarıyoruz sanki… Altı üstü peynir fabrikası!
Hayalimdeki meslek bu değildi. Ama hayat şartları beni buraya sürüklemişti. Ortaokuldan itibaren çalışma hayatının içinde buldum kendimi; aileme katkıda bulunurum diye. Oysa kalbimde yatan tek hayal, asker olmaktı. Fırsat bulup başvuru yapamıyordum ama inat etmiştim; bir gün o askeri kamuflajı giyecektim.
Şimdilik bu hayal ikinci plandaydı. İlk planım, iş çıkışında Hanna Hanım’ı görmekti. Bu sefer numaramı bizzat gözüne sokar gibi vermem gerekecekti. Saf kız anlamıyordu; ama bir yandan bu hali hoşuma da gidiyordu. Demek ki oyun çevirmeyi bilen biri değil. Böylesi her zaman bulunmaz.
Seni aklıma yazdım, Hanna.
Fabrikadan çıkınca babamın aracını almıştım.
“Çıkışta işim var.”
Demiştim; kırmayıp verdi, sağ olsun. Araca binip gaza bastım. Bir gün param olunca kendi arabamı alıp gönlümce gezmek en büyük hayalimdi. Ama bu asgari ücretle o hayalin gerçekleşmesi on beş seneyi bulacak gibiydi.
Telefonum çaldı. Annem arıyordu.
“Buyur, annem,” diye açtım.
“Oğlum, geliyormuşsun. Eve yemek hazır,” dedi.
“Biraz işlerim var anne, halledip geleceğim.”
“Tamam oğlum. Gelirken süt al, çay ocağı için poğaça yapacağım. Süt kalmamış,” dedi fedakâr annem.
“Tamam annem. Başka bir şey lazım mı?”
“Yok, anneciğim. Gecikme, yemek soğumasın.”
İçimden, soğusa da olur annem… oğlundaki ateş herşeyi ısıtır, dedim.
Mağazaya yakın bir yere park ettim. Araçtan inip baktığımda Hanna’yı gördüm. Elinde kahve fincanıyla oturmuş sohbet ediyordu.
Biraz izlemek istedim onu. Telefonuyla fazla alakalı değildi. Sohbet ediyor, arada tebessüm ediyordu. Hareketleri ne fazla utangaçtı ne de yapmacık… Gayet doğaldı. Nazar mı değdirdim ne, bir anda kahvesini üzerine döktü.
Baktım yalnız başına içeri geçti. Krizi fırsata çevirmek istedim. Hızlı adımlarla mağazaya yöneldim. Tam içeri girerken mağaza sahibi ayağa kalkan çalışanı durdurmuş.
“Hanna içeride, sizinle ilgilenecektir. Buyurun,” dedi.
Tebessüm ederek kısa bir selam vererek içeri girdim. Hanna, rafa tırmanmış reyon üzerinde duran mankenle uğraşıyordu. Selam verdim ama müzik sesinden duymadı. Yanına yaklaşmıştım ki ayağının kaydığını fark ettim. Ani bir refleksle kollarımı açtım ve düşüşünü engelledim.
Yerde ararken gökten düşen Hanna… hoş geldin kalbime.
Göz göze gelmiştik. Kahverenginin en güzel tonuyla…
Hanna
Kalbim hızla çarpıyordu. Gözlerim Koray’ın gözlerinin karasında kaybolmuştu. Ne güzel bakıyordu öyle… Ama kendime gelince utançtan yerin dibine girmek istedim.
Beni kibarca yere bıraktı.
“Kusura bakmayın, ayağım kaydı sanırım,” diye saçmalamaya başladım. Heyecandan ne dediğimi bilemiyordum.
“Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordum, sesi titreyen bir merakla.
O sadece tebessüm etti. Sonra elime küçük bir kâğıt tutuşturup çıktı. Kapıdan çıkarken bana attığı o son bakış, ardından da göz kırpması… Allah’ım, ne oluyordu bana?
Elimdeki kâğıda baktım. Bir telefon numarası ve yanına yazılmış küçük bir not: Kaydet.
Ama bu sayılar… bana neden bu kadar yabancı gelmedi?
Efe Kılıç ;
Ben, Filiz’in tek çocuğu, Faruk’un göz bebeği, Efe’yim. Annem üç düşükten sonra zor bir hamileliğin ardından bana kavuşmuş. Bu yüzden bana hep “mucizem, evimin direği” der.
Babam ise bazen “şımarma” diye sert yüzünü gösterse de kalbi yumuşacık bir adamdır. Dile getirmese de beni çok sevdiğini bilirim. Tek çocuk olmama rağmen bunun hiçbir avantajını yaşamadım. Annem ve babam, şımarmamı engellemek için hep başka çocuklar da varmış gibi davrandılar. Bir yerde de haklıydılar, çünkü şımarmaya müsait bir yapım vardı.
Emmioğlum Koray, Cengiz, Göktuğ abi ve ben… hepimiz beraber uzmanlığa başvurmayı planlıyorduk. Ama işten fırsat bulup bir araya gelemiyorduk. En son Sultanhanın’da işe başlamıştım. Meslek lisesi mezunuyum, elektrik bölümünden. Anadolu lisesini bırakıp meslek lisesine geçişim annemi biraz üzmüştü ama, “Kendi hayatının sonuçlarına kendin katlan,” deyip üzerinde fazla durmamıştı.
Sıcak ve bunaltıcı bir gündü. Bizim gruba mesaj çekip ne alemde olduklarını sordum. “Gece buluşup bir şeyler yapalım,” dedim. Cevap beklerken babamı arayıp bana başka bir iş bakmasını istedim. Çünkü maaş yine sıkıntılıydı. Düzenli yatmayınca hiçbir yaraya merhem olmuyordu.
Bu devirde paran varsa insanlar seni tanıyor. Paran yoksa sen insanları tanıyorsun.
Telefon galerimde sevdiğim kızın resmini açtım, ardından bir sigara yaktım. Arasam dersteydi, bakamazdı zaten.
Eylem… İki gözümün çiçeği. Hayallerimiz büyüktü ama her şeyin bir vakti vardı.
Eylem ;
Allah’ım, yine uykuda kalmıştım. Bu alarmı kim kapatıyor, anlamıyorum. Hızlıca hazırlanıp koşar adımlarla durağa yetiştim. Umarım hoca uyuzluk yapıp derse almamazlık etmez.
Hayırlısıyla mezun olsam tavuk keseceğim; büyükbaş ya da küçükbaş kesmeye gücüm yetmez zaten.
Dolmuş gelmişti. Yaşadığım şehre yakın bir yerde okul tutturabilmek benim için büyük şanstı. Dolmuşta telefona bakacak vaktim olmuştu. Yerime oturup mesajlara girdiğimde,
Efe’den “Günaydın” mesajı gelmişti yanında anlık bir fotoğraf da atmış.
Zeytin gözlüm… Nasıl da yakışıklı çıkmış yine. Bu ara biraz uzak kalıyoruz ama olsun, kavuşmalarımız her zaman daha güzel oluyor.
Birden ilk tanıştığımız gün geldi aklıma. Ne kadar da şapşık görünmüştü. Böyle düşündüğümü duysa herhalde benden nefret eder; çünkü o, bu tür şeylerden hiç hoşlanmaz. Hep ağır abi takılır.
Okul dönüşü dolmuşa binerken az kalsın düşüyordum, elimden tutmuştu. Şaşkın bir halde teşekkür etmiştim: “Sayende düşmedim.”
O ise bana bakıp hafif gülümsemişti:
“Sorun değil, gökten bir yıldız kaydı derdik.”
O an kalbime işleyen o espriyi hiç unutamadım.
Okulum bittiğinde ailesine bizden bahsedecekti. “Şimdi söylesem haftaya düğünümüz, seneye de çocuğumuz olur. Sakın annem öğrenmesin; kadın gelin, torun diye başımın etini yedi bitirdi.” derdi hep.
Ama ben çok merak ediyorum kayınvalide adayımı… Acaba tanıştığımızda beni beğenecek mi? Bu düşünce bile içimi heyecanla dolduruyor. Kalbim kıpır kıpır oluyor düşüncesi bile böyleyken, o gün geldiğinde ne olacaktı acaba…