İlk Karşılaşma

4480 Words
"Anne, ben çıkıyorum." Ellerini küçük, pembe mutfak havlusuyla kurulayan annem mutfaktan hızla çıkarak yanıma ulaşmıştı. Başını hafifçe pencereden dışarı sarkıtarak karanlık gökyüzüne kıstığı gözleriyle baktı. "Hava durumunda bugünün güneşli geçeceği söyleniyordu," Sessizce mırıltısını dinlerken, yüzündeki kırışıklıkları inceledim. Her çizgide ayrı bir anının saklandığı yüzü gün geçtikçe daha da güzelleşiyordu sanki. "Ama sen yine de dikkat et kuzum. Sıkı sıkı giyindin mi?" Şefkatli sesiyle kendime gelip ne zaman elime tutuşturduğunu bilmediğim turuncu atkımı boynuma dolarken ona gülümsedim ve başımı onaylarcasına salladım. "Sen beni merak etme. Hadi görüşürüz." Kapıdan dışarı adımımı attığımda soğuk hava sarıvermişti çevremi. Her sabah gideceğim bir buçuk saatlik yol sebebiyle erkenden kalkıyor, hava aydınlanmadan evden ayrılıyordum. Bu da soğuğu her gün biraz daha hissetmeme neden oluyordu. "Allah'a emanet ol kuzum." Yüzünde tatlı bir gülümsemeyle beni uğurlayan anneme dönüp el salladım ve adımlarımı hızlandırarak otobüs durağına koşturdum. Beş dakikaya orada olmazsam şayet, otobüsü kaçırabilirdim ki bu benim için hiç iyi olmazdı. Durağa ulaşmamın hemen sonrasında otobüsün gelmesiyle soğuk havadan derin bir nefes aldım. İçime dolan soğukla titrerken benden önceki iki kişiden sonra sonunda otobüse binebilmiştim. Aslında çalıştığım okul, öğretmenler için bir servis tahsis etmişti fakat yaşadığım evin okula olan uzaklığı sebebiyle servisten yararlanamıyordum. Otobüs şoförünün uyarısıyla önde gruplanan insan topluluğu orta kısma geçerken açılan alana ilerleyip yan yana sıralanmış sarı askılardan birine tutundum. Her zaman olduğu gibi dört durak sonrası otobüsten inecek, biraz yürüyüp marmaraya binecek, sonrasında ondan da inip başka bir otobüsle çalıştığım okula ulaşabilecektim. Geri dönüşüm de böyle oluyordu. Tüm bunlar saatlerimi, hatta günümün tamamını alıyordu ama bir gün olsun şikayet etmemiştim. Aksine, okulunu okuduğum bir mesleğe sahip olduğum için her günümü şükrederek geçiriyordum. El üstünde geçen bir çocukluğa sahiptim. İstediğim her şey olurdu. Babam, bir defa olsun 'Hayır' dememişti bana. Sesini yükselttiğini dahi hatırlamazdım. Annem de öyleydi gerçi. Birbirini çok seven anne-babaya, huzurlu ve mutlu bir yuvaya sahitim. Yani, ben öyle sanıyormuşum. Ortaokul dönemimde babamın anneme karşı uyguladığı baskıların, kısıtlamaların farkına varır, geceleri tartışmalarını duyar olmuştum. İlk kez o zamanlar etrafımı saran toz pembe bulutların içinde gri bir nokta oluşmaya başlamıştı. Annemin mutsuz olduğunu fark etmemin ardından babamın onu aldattığını öğrenmemle tüm dünyam başıma yıkılmıştı. Üstelik bunu okulda grup halinde gezip herkesi ezen bir topluluktan öğrenmiştim. Çocuklar bazen sınırları aşan zorbalıklar yapabiliyor ve bunun karşı tarafı nasıl etkilediğini görmüyorlardı bile. Ondan, onun kızı olmaktan nefret ettiğimi ilk o zaman hissettiğimi hatırlıyorum. Eve gelip bağırıp çağırmış, her şeyin altını üstüne getirmiştim. Annem, benim yüreği şefkat ve sevgi dolu annem... Halime ağlamış, babam gelmeden beni sakinleştirmiş ve uyumamı sağlamıştı. İlerleyen zamanlarda babam gelmeden uyur, o evden gitmeden odamdan çıkmaz olmuştum. Anneme boşanması için yaptıklarım cabasıydı. O korkuyordu. Boşandıktan sonra ne yapar, nereye gider, ne yer ne içerdi? Endişelerini benimle paylaştığında liseye yeni başlamıştım. Sonra bir gün, dedemin ölüm haberini aldık. Babam annemin o cenazeye katılmamasını istediğinde ilk kez o gün karşı çıkmıştı annem ona. Evde büyük bir tartışma çıkmış, şiddetle son bulmuştu. Araya giren ben de bu şiddetten nasibimi almıştım. Bana sesini dahi yükseltmeyen babam, sağ kürek kemiğimin hemen altında izini asla kabettirmeyen bir yara bırakmıştı. Otobüsün durmasıyla başımı eğip gelinen durağa baktım. Durağın oturaklarına kucağında küçük bir erkek çocuğuyla genç bir kadın, yeşil kulaklıklı genç bir delikanlı ve yaşlıca bir adam oturuyordu. Durağın hemen kenarında kuru dallarıyla kışa direnmeye çalışan ince gövdeli fidanı gördüğümde inmem gereken durak olduğunu fark edip telaşla hareketlendim ve kapılar kapanmadan hemen önce orta kapıdan indim. Bir anda inmemle soğuk hava, otobüsün boğukluğuyla birlikte sıcaklığını da yanına alarak bedenimi sıyırıp geçmişti. Ellerimi taş rengi olarak sıfatlandırılan kabanımın derin ceplerine sokup hızlı hızlı yürüdüm. Annem, açılan yarayla beni yukarı çıkarmış, ilk pansumanı yapmıştı. Kalbime saplanan oklar öylesine yoğun bir ağrı vermişti ki dudaklarımı aralayıp bu acıyı dışarı taşıramamıştım. Ara ara, anılar zihnimi talan ettiği zamanlarda o yoğunluğu hala hissederim. Bu yaşıma gelmeme rağmen ne yazık ki hala yerli yerinde kalan acıyı dışarı nasıl atarım hiç bilmiyorum. Annem çıkardığı valizlere kıyafetleri yerleştirmişti. O kadar kısa sürede yapmıştı ki tüm her şeyi babam yaptığı hatanın şokundan çıkmamışken kendimi annemin yanında, onun karşısında bulmuştum. Annemin dudakları arasından en sonunda duymak istediğim o iki cümle dökülmüş ve ardından evden ayrılmış, yeni bir hayata yelken açmıştık. O gün, benim biricik annem, bir evin biricik kızı baba ocağına dönmüş, yıllardır göremediği babacığının yine yüzünü göremeden toprağa vermişti. Merdivenlerden inip turnikelerden geçtim ve gelecek olan treni beklemeye başladım. Etrafını saran üç beş kişiyle köşede gitar çalan orta yaşlarda bir kadın vardı. Gitar sesinin dışında kimseden ses çıkmıyordu. Uyku mahmurluğuna yoruyordum insanların sessizliğini. Dönüşte böyle olmuyordu. Herkes hep bir ağızdan konuşuyor, kimi zaman birileri birilerine bağırıyordu bile. Şimdilerde düşünüyorum da ne büyük, derin bir acıydı bu. Annem öyle iyi üstesinden gelmişti ki inanılır gibi değildi. Ya da acısını dahi yaşamaya fırsatı olmamıştı. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki başlarda alışmakta zorluk çekmiştim. Okulum, baştan aşağı yaşantım değişmişti. Daha önce otobüs, minibüs nedir bilmeyen ben biricik arkadaşım Sena ile öğrenmiştim. Her gün ayrı kıyafet giyerek okula giden ben, hayatımda ilk defa okul üniforması giymiştim. Tek şanslı olduğum konu derslerdi. Yine de Sena olmasa ne yapardım hiç bilmiyorum. Tabi bu sürede babam defarca gelmiş, annemden ve benden af dilemişti. Öylesine çağresizce kapımızda gecelerce kaldığını biliyorum. Zamanla anneme ve bana olan davranışları kalbimi ele geçirerek ona karşı yumuşamama neden olmuş, eskiden nasıl seviyorsam öyle sevmeye devam etmiştim onu. Taki o güne kadar! Gelen trenin durup kapılarını iki yana açmasıyla içeri adımladım. Hemen çaprazımda üç kişilik boşluktan birini doldurarak oturdum. Trenin sıcaklığı soğuktan kasılan bedenimin gevşemesini sağlamıştı. Neyse ki yarım saat bu sıcacık yerde kendimi soğuktan koruyabilecektim. Zira soğuklar iyiden iyiye hissedilir olmuştu artık. Daha sıkı giyinmem gerekiyordu. Bir gün -babama dönmeyi düşündüğüm günlerden biriydi- annem yaşlarında bir kadın çaldı kapımızı. Kadın içeri geçmek istediğinde annem büyük bir cesaret göstergesiyle daha önce hiç görmediğimiz, tanımadığımız, bir anda karşımızda beliren kadını içeri almıştı. Belki de o günlerde üst katlardan birine yeni birinin taşınacağı haberini aldığımız için o kişi olduğunu zannederek almıştı o kadını, bilmiyorum. Annem, kadın tekli koltuğa oturduğunda içecek bir şey isteyip istemediğini sormuştu. Kadın anında reddedip annemin karşısına oturmasını istemişti. Bense ayakta kalarak ne için geldiğinin merakı altında inceledikçe incelemiştim o kadını. Öylesine güzeldi ki. Simsiyah saçları, bembeyaz teni ve bir mücevher gibi parlayan yeşil gözleri vardı. Yine de sevmemiştim onu. Bir şekilde irite olmuştum. Kalbim sebepsiz bir korkuyla kasılırken nefes alış verişim hızlanmıştı. Evden gitmesini isteyecek raddeye geldiğim sırada kadın, kızıl bir renkle renklendirilmiş dudaklarını aralayıp konuştu. O konuştukça nefes alışlarımda zorlanmaya başlamıştım. O anı tek kelimeyle anlatacak olsam dehşet harici kelime bulamazdım. Dehşete düşmüştüm. Nefes almayı geçtim, olduğum yerde kılımı dahi kıpırdatamaz olmuştum. O iki kelimeyi duydum ardından. 'Özür dilerim' İşte her şey o iki sözcükte çözülmüştü. Ciğerlerim derince havayı içine hapsederken büyük bir atak yapıp kadının kolundan tuttuğum gibi kapının önüne çekmiş, kapıyı suratına kapatmıştım. Annem, benim canım anneciğim tek kelime söyleyemeden uzun süre o kadının oturduğu koltuğa bakakalmıştı. Gözlerinde gördüğüm derin hüzün, hayal kırıklığı kendimi kaybetmeme sebep olmuştu. Kendimi geçmiştim, anneme nasıl yapardı bunu?! Evden nasıl çıktım, onca yolu katedip nasıl şirketine gittim bilmiyorum. O zamana dair her şey bu kadar netken bir tek o anlar bulanıktı. Yakmamış ama yıkmıştım. Girişten onun odasına kadar elime ne geçtiyse yerle bir etmiştim. Onu gördüğüm an, tuttuğum gözyaşlarım gözlerimden firar etmiş, yakasına yapışarak bunu bize nasıl yapabildiğinin hesabını sormuştum. En başından annemi nasıl kandırabilmişti?! Neden yapmıştı bunu! Onca zaman! Benim bir abim vardı! Hiç görmediğim, başka bir kadından! Gözlerimi açtığımda odamdaydım. Düzeltiyorum, eskiden odam olan odadaydım. Aklıma doluşanlarla vücudum yeniden öfkeyle dolmuştu. Babamın her kelimesinde o kadının gözyaşları geliyordu gözümün önüne. 'Artık aramızdan çekil ne olursun! Bırak oğlum baba sevgisini tatsın' çocukluğumun, saflığımın içinde saklanan mutluluğumla dolu evden bir daha dönmemek üzere gitmiştim. Ah, ne ağır kelimelerdi bunlar! Annem o günden sonra babamla tüm ipleri koparmıştı. Aynı şekilde ben de. Onun ne yüzünü görmek ne de sesini duymak istiyordum. -Hala öyleydi- Zamanla kendimize bambaşka bir hayat kurmuştuk. O süreçte annem bir yemek şirketine girmişti. Bense liseyi bitirmiş üniversiteye başlamıştım. Hatta anneme çok yük olmamak için yarı zamanlı bir işe dahi girmiştim. Ben, bir eli sıcak sudan soğuk suya değmemiş Ferra. Neler yaşamıştım neler. Günler günleri kovalamış, sıfırdan başladığımız hayatımıza alışmıştık. Bu süreçte annemle olan bağım öylesine kuvvetlenmişti ki hiç kimse kaparamaz, kesemezdi. O benim biriciğimdi. Bizim sadece birbirimiz vardı çünkü. Telefonuma gelen mesaj bildirimi sesiyle cebime attığım telefonu çıkartıp gelen mesaja baktım. Gönderen: ? Senoş ? Hayırlı işler bebeq :* Mesajıyla dudaklarım iki yana kıvrılmıştı. Hayatının iplerini keldi eline almış, hayatın ona hükmetmesine izin vermemek için elinden geleni yapan, hırçın, asi ve bir o kadar alımlı, güzel bir kızdı Sena. Mezun olduğu bölümde iş bulamayınca bir tekstil fabrikasının paketleme bölümünde çalışmaya başlamıştı. Yine de yılmamış, yüksek lisansı kazanmıştı. Şimdilerde hem işi hem de okulu birlikte yürütmeye çalışıyordu. Şahit olduğum her çabasından sonra onunla gurur duyuyordum. Gönderilen: ? Senoş ? Hayırlı sabahlar ve sana da hayırlı işler canım :) Tren durup kapılar açıldığında kucağıma aldığım çantamı koluma astım ve önce trenden sonra merdivenleri tırmanarak istasyondan çıktım. Aydınlanan gökyüzüne baktım kısa bir süre. Bu mevsimlerde güneşli havalar en sevdiğimdi. Sebepsiz bir enerji dolardı içime. Çocuklarla bahçeye çıkar hoplar, zıplar neredeyse tüm günümüzü dışarıda geçirirdik. Durağa geldiğimde yüzümde gülümsememle velilerle oluşturduğumuz gruba çocukların çantasına yedek kıyafet koymasını rica eden bir mesaj göndermiştim. Otobüs geldiğinde bu defa ilk binen ben olmuştum. Tekli koltuklardan birinin boş olduğunu görünce oraya adımlayacaktım ki en son binen yaşlıca teyzeyi görmemle onun oturmasına müsaade verdim. Bu tavrım çok hoşuna gitmiş olmalı ki yüzünde hoş bir tebessümle geleceğime dua etmişti. Güzel duası yüzümdeki tebessümün daha da canlanmasına sebep olurken yine sarı askılardan birine tutundum. Özel bir okulun kreş öğretmenlerinden biriydim. Sınıfımda bir yardımcım on tane öğrencim vardı. İlk zamanlar herkes tereddütle yaklaşmıştı bana. Yeni mezun olmuş toy bir kızdım gözlerinde ama zamanla herkesle kaynaşmıştım. Yüzümden gülümseme eksik olmazdı. Kimsenin kalbini kırmamak için ayrı bir özen gösterirdim. Öyle kolay kolay pek kimseyi yanıma yaklaştırmazdım da. Öğrencilerimin her biriyle kendi çocuğum gibi ilgilenirdim. Öyle hissederdim çünkü. Onların canı yansa benimki yanardı. Tek bir gülüşleriyle günümün tamamından keyif alırdım. Velilerin memnuniyeti hem okul müdürü Neva Hanımı hem de kreş müdürü Levent Beyi pek tabi çok mutlu etmişti. Ben böyle olunca, bu yıl kreşteki her çocuğun velisi beni istemişti. Öyle bir kargaşa çıkmıştı ki hatırlamak dahi istemiyordum. En sonunda geçen yıl benimle olan çocuklarım ve kura sonucu belirlenecek dört çocukla devam etme kararı almıştık. O anlarda kreşin tüm öğretmenleri sanki ben bir şey yapmışım gibi tavır almıştı bana. Fakat şükürler olsun ki bunu da düzeltmiştik. Artık her şey sütlimandı. Otobüs ineceğim durakta durduğunda inip yürümeye başladım. Havalar bir defa soğumaya başlamışsa güneşin göğü aydınlatması bir şey ifade etmez, eski sıcaklığını veremezdi. Atkımı burnuma doğru çekiştirip önceden çıkarken çok zorlandığım ama artık alıştığım yokuşu tırmandım. Yine de yokuşun sonunda soluk soluğa kalıyordum hala. Büyük yokuştan sonra biraz daha yürüyüp okula gelebilmiştim. Giriş kapısındaki güvenlik Mehmet abiye selam verdim hep olduğu gibi. O da gülümsememe eşlik etmiş, kulübesinin içinden selamımı alıp "Hoşgeldin." Demişti. Bu diyalog karşılaştığım herkesle aynı ilerlemiş ve sonunda kendi sınıfıma gelmiştim. Duvarları çocuklarımın yaptığı rengarenk resimlerle dolu, renkli masa ve sandalyelere sahip, pencere kenarlarında birlikte yetiştirdiğimiz çiçeklerle bezeli tatlı bir sınıftı. Bu sınıfı o kadar çok seviyordum ki! Hele içinde çocuklarım olunca! Onların koşuşturmaları, kahkahaları ve çığlıkları. Botlarımı çıkartıp kapının önünde olan sınıf ayakkabılarımı giydim. İlk işim açık olan pencereleri kapatmak olmuştu. Atkımı, çantamı ve kabanımı askılığa almıştım ki çalan telefonumla kabanımın cebinden çıkartıp arayana baktım. Çocuklarımdan biri olan Berra'nın annesi Ebru Hanımın aradığını görünce hemen aramayı yanıtladım. "Günaydın Ebru Hanım. Nasılsınız?" Ebru Hanımla yaklaşık iki yıldır tanışıyorduk. Berra ilk işe başladığım zamandan beri benimle birlikteydi. Zaman içerisinde bir çok şey paylaşmıştık birlikte. Ebru Hanım hayatımda tanıdığım, yaşına göre en olgun, en anlayışlı insanlardan biriydi. Eşi Yıldırım Bey de tıpkı onun gibiydi. Birbirlerine çok aşık, daima birbirini anlayan, müşterek bir yaşama sahip olduklarının bilinciyle hareket eden bir çiftti. Maddi durumları fazlasıyla iyi olduğu halde oldukça mütevaziydiler. Kısaca mükemmel bir çifttiler ve Berra da anne-babası gibi harika bir çocuktu. Yaşıtlarından çokça farklı özellikler barındırırdı. "Teşekkür ederim Ferracığım. Berra biraz rahatsızlandı. Bugün okula gelemeyecek, onun haberini vermek için rahatsız etmiştim seni." Yüzümdeki tebessüm haberi aldığım an solarken dudaklarım arasından endişe mırıltısı dökülüvermişti. "Estağfurullah ne rahatsızlığı. Ah, çok üzüldüm. Yapabileceğim bir şey olursa muhakkak arayın lütfen." Karşılıklı iyi günler dileklerimizden sonra telefon görüşmemiz son bulmuştu. Sıkıntıyla soluklanıp pencerenin kenarındaki saksılarda açmaya hazırlanan laleleri suladığım sırada sınıfımızın ablası Zeynep elinde dumanı üstünde iki kahveyle gelmişti. "Günaydın Ferra abla. Nasılsın?" Kahvelerden birini bana uzatırken sordu. Kibarca gülümseyip uzatılan kahveyi aldım ve yeşil gözlerine baktım. "Günaydın Zeynepciğim. Berra biraz rahatsızlanmış ona üzüldüm." Verdiğim haberle dudakları bükülürken saçları gibi sarı olan kaşları havalandı. "Ya, çok üzüldüm." Başımı anlayışla salladım. Berra'yı tanıyan herkes çok severdi ki sevilmeyecek bir çocuk değildi. Her ailenin hayalini kurduğu, istediği gibiydi. Akıllı, ağırbaşlı, söz dinleyen, sessiz ama aynı zamanda çocuktu da. Koşar oynar, güler eğlenirdi. Sınıfta bir kaç çocuğun annesi gibi kısıtlamazdı da Ebru Hanım. İstediği gibi kirletirdi üstünü başını. Aslında Ebru Hanım ve Yıldırım Bey nasıl örnek birer anne-babaysa Berra da o kadar örnek bir çocuktu. Sonuçta çocuklar ailelerinin aynasıydı. "Günaydın öğretmenim!" Sınıfın en enerjiği Ege'nin koşturarak sınıfa girmesiyle bugünkü maratona başlamış olduğumu fark etmiştim. Onu görmemle canlanan gülümsememle onu karşılamıştım. İlk olarak kucaklaşmış ardından onu Zeynep'in eline vermiştim. Zeynep Ege'nin üzerindeki mont, atkı ve eldiven üçlüsünü çıkarırken Leyla içeri girmişti. Onun ardından Can, Kaan, Duygu, Berk, Sibel, Tunahan, Merve ve Işık. Her birine tek tek günaydın diliyor, sarılıyor, Zeynep'in yetişemediği yerde üzerlerindeki fazlalığı ben çıkartıyordum. Onları o kadar çok seviyordum ki gördüğüm an içim içime sığmıyor, büyük bir enerjiyle doluyordum. Tabi bu enerji gün sonuna doğru bana ancak yetiyordu. Herkes yerine geçtiğinde günün bizim için yeni başladığını biliyordum. Önce çocukları istedikleri oyun oynamaları için serbest bırakmıştık. Sonra sayıları çeşitli oyunlarla öğretmeye başlamış, öğleye doğru bahçeye çıkmış ve parkta birlikte oyunlar oynamıştık. Tabi bu sırada da yirmiye kadar sayıyor, onların sayılarla daha hızlı kaynaşmasını sağlıyordum. Hatta arada yanlış söylemiştim. Enerjisiyle oradan oraya koşturan Ege ve Tunahan bunu fark edip uyarmışlardı beni. Onların bilmiş halleri çok güldürüyordu. Öğle saati geldiğinde önce herkes teker teker ellerini şarkılar eşliğinde yıkamış ardından masalara oturarak yemekleri yemiştik. Benim yemeklerim çoğu zaman yarım yamalak olurdu. Bazen bir soruyla bazen yemek yemeyenleri ikna etmekle uğraşırdım. Yemekten sonra bir saat kadar yine serbest kalan çocuklar sınıfın içinde oradan oraya koşuşturuyor çığlıklar atıyordu. Yanıma gelen Tunahan'la aynı boya gelebilmek için dizlerimi kırdım. Koşturmaktan nefes nefese kalmış, merakla parlayan ela gözleriyle bana bakıyordu. O meraklı gözler Merve'nin de gelişiyle ikiye katlanmıştı. Soracakları soruyu az çok tahmin edebiliyordum. Sabah da gelir gelmez Berra'yı göremeyince sormuşlardı. "Öğretmenim, Ebru teyzeyle konuştunuz mu Berra nasılmış?" Güven verdiğini umduğum gülümsememle onlara baktım. Ebru Hanım'la çocuklar parkta oynarken yeniden görüşmüş ve Berra'nın biraz daha iyi olduğunu öğrenmiştim. "Berra daha iyiymiş, merak etmeyin. İki gün sonra yeniden bizimle birlikte olacak." Aldıkları haberle gülümseyip koşuşturan arkadaşlarının arasına karışmıardı. İtiraf etmeliyim ki bazen atılan çığlıkları kafam kaldırmaz oluyordu. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da onlar için bir müzik açıyor ve birlikte dans etmeye başlıyordum. ° "İyi akşamlar öğretmenim." Her birinin atkı, bere ve montlarını giydirmiş tek tek uğurlamıştık. En sona yine olduğu gibi Tunahan kalmıştı. "İyi akşamlar Hancığım." Sıkıca sarılıp gelen şoförle onu da uğurlamıştım. Merdivenlerde kaybolana dek onların ardından baktım. Tunahan'ın annesi Göksel Hanımı iki yıl içerisinde en fazla iki defa görmüştüm. Oğluna o kadar ilgisizdi ki velilerin olduğu grupta bile evlerinin yardımcısı Hilal Hanım vardı. Bir anne nasıl böyle olur aklım almıyordu. Bu tür insanlara öylesine öfke doluydum! Madem bakmayacaksın doğurma o halde. Kimse görmüyordu belki ama ben fark ediyordum. Anneye hasret büyüyordu Tunahan. Babasını hiç görmemiştim zaten. Var mıydı yok muydu bilmiyordum. Şoför İhsan Beye ya da Hilal Hanıma ne zaman sorsam geçiştirilmiştim. "Ben de çıkıyorum Zeynepciğim." Havalanması için açılan pencereleri kapatan Zeynep bana bakıp gülümsedi. "İyi akşamlar Ferra abla." Onun gülüşü kadar tatlı olmasa da sevgi dolu gülümsememle karşılık  verdim. "İyi akşamlar canım." Sınıf ayakkabılarımı çıkartıp botlarımı giyip sınıftan çıktım. Yine üzerimden bilmem kaç tonluk buldozer geçmiş gibi hissediyordum ama maalesef daha gün benim için bitmemişti. Daha Berra'yı ziyarete gidip nasıl olduğunu gözlerimle görmem gerekiyordu. "Ferra Hocam!" Merdivenlerden hızla inerken Levent Beyin sesiyle arkamı dönüp ona baktım. Benimle aynı basamağa kadar inip gülümsedi. "İyi akşamlar, nasılsınız?" Yüzümdeki tebessümü silmedim. Levent Bey disiplinli ve aynı zamanda iyi bir adamdı. Çocuklarla olan diyalogları sonucunda onları çok sevdiğini söyleyemezdim. Hem işi daha çok velilerle olurdu. "İyi akşamlar. Sağ olun, siz nasılsınız?" Alnına dökülen kızıl saç tutmalarını ince parmaklarıyla geriye attı ve yeni çıkmış sakalını kaşıdı. "İyiyim ben de. Eğer müsaitseniz dışarıda birer kahve içelim mi?" Bir süredir var olan isteğini yinelediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Yeniden reddedeceğim için gerilmiştim. Evet, Levent Bey de ben de bekardım. Üstelik Levent Bey inkar edilemez türde yakışıklıydı. Okuldan birçok öğretmeni ve hatta tavırlarını yanlış anlamadıysam Neva Hanım bile kendisine ilgiliydi. Bu çeşit şeyler olağandı fakat ben hoşlanmazdım. Okulumu okumuş, iş sahibi de olmuştum ama yine de istemiyordum. Hayatıma birini almaya hazır değildim. Biraz daha kendimle kalmak istiyordum. Ya da korkuyor ve kaçıyordum. Aklımda ve anılarımda hep olumsuzluklarıyla dolu bir birliktelik vardı. Hiçbir erkeğe güvenemeyecekmişim gibi hissediyordum. Sanki karşıma çıkan her erkek beni aldatacak, kandıracaktı. "Maalesef. Ebru Hanımlara uğramam gerekiyor. Berra rahatsızlanmış." Levent Beyin kaşları havalandı ve dudakları düz bir çizgi halini aldı. Yine reddedilmek üzmüş gibi bir hali vardı ama belli etmemeye çalışıyordu sanki. "Üzüldüm," Sonra dudakları yeniden yukarıya kıvrıldı. "Sizin gibi bir öğretmene sahip oldukları için çok şanslılar." Yüzümdeki tebessümün çocuklarımdan bahsedilince daha sıcak bir hal aldığını hissettim. Esasen ne zaman onlardan bahsedilse öyle olurdu. "Her biri kendi çocuğum gibi. Onları çok seviyorum," Annemin gençliğinden kalma bileğimdeki saatine bakıp tekrar ona döndüm. "Gitsem iyi olur. İyi akşamlar tekrar." Bir şey söylemek yerine başını salladığında merdivenlerden indim. Kreşin binasından çıkacağım sırada bir bedene çarpmamla geriye sendelemem bir olmuştu. Karşımdaki kişinin ince uzun parmakları kollarıma dolandığında başımı kaldırıp çarptığım kişiye baktım. Alnına dağılmış kumral saçları, ince çatık kaşları, buz mavisi keskin gözleri, sert ve keskin çehresiyle karşımda duran adamdan ürkerek bir adım geriledim ve elleri arasından sıyrıldım. Gözlerim gözlerinde daha fazla kalamayarak zemine indi. "Affedersiniz." Dudaklarım arasından çıkan fısıltıyla karşımdaki adamın cevabını beklemeden kapıyla arasındaki küçük boşluktan adeta kaçarcasına çıktım. Soğuk hava yüzüme vururken korkuyla çırpınan kalbimi sakinleştirmek amacıyla derin nefes alıp verdim. Hayatım boyunca kalbim ilk defa böylesine korkuyla çarpmıştı. Bileğime düşen çantamı sıkıca tuttum. Boşta kalan elimi hızını kesmeden çarpmaya devam eden kalbimin üzerine koydum ve ardıma bakmadan okuldan çıktım. 〰️ "Hoş geldiniz Ferra Hanım." Elimdeki meyve sepetini kapıyı açan evin yardımcısı Buket'e verip gülümsedim. "Merhaba Buket Hanım, nasılsınız?" İnsanlara gülümsemeyi, hal hatır sormayı seviyordum. İki çift kelamın karşımızdaki insanı ne kadar mutlu ettiğini bilemezdik. Bazı zamanlar öyle künt insanlarla karşılaşıyordum ki onlar gibi olmamak için elimden geleni yapacağımı tekrarlıyordum kendime. Onlar gibi anlayışsız, burnu havada, kendini bir şey zannederek yüzüne dahi bakmayan insanlar gibi olmayacaktım da. "Çok teşekkür ederim," Buket'in gözlerinin içi parlamıştı onunla konuşurken. Elini kaldırıp merdivenleri işaret etti. "Ebru Hanım salonda sizi bekliyor." Buket'in sadece nasıl olduğunu sormamla yüzünde oluşan mutlulukla tesessümüm genişledi. İşte insanları mutlu etmek bu kadar kolaydı aslında. Kabanımı ve atkımı Buket'e bırakarak merdivenlerden çıkıp sağa döndüm ve salona giriş yaptım. Boğaz manzaralı pencerenin kenarındaki tekli koltukta oturan Ebru Hanım beni görünce gülümsedi ve ayaklandı. "Hoş geldin Ferracığım. Gel lütfen." Yüzümdeki tebessümü sürdürürken eliyle gösterdiği hemen karşısında olan tekli koltuğun yanına geldim. Birlikte karşılıklı oturduk. "Merhaba Ebru Hanım, nasılsınız?" Derin bir nefes alıp veren Ebru Hanım alnına dökülen kahkülleri parmak uçlarıyla düzeltti. Gerginliğini üzerinden atamayışı aldığı nefesten bile belli oluyorken mırıldandı. "Berracığım iyi ya ben de iyiyim." Ebru Hanımın gözlerimde gördüğüm şefkatle kalbimin sıcacık olduğunu hissettim. Benim de annem ne zaman bana böyle baksa aynı hisleri taşırdı yüreğim. Her anne çocuğundan bahsederken böyle mi olurdu yoksa bu sadece benim ve Berra'nın annesi için mi geçerliydi? "Öğretmenim!" Berra'nın sesini duyar duymaz ona dönmüştüm. Hızla yanıma gelip sarıldığında hemen karşılık vermiş ve onu kucağıma oturtmuştum. Önüne gelen düz kumral saçlarını geriye attım. Benim gibi kehribar gözleri parlıyordu. Bazen onu küçüklüğüme çok benzetirdim. İsimlerimiz bile benziyordu üstelik. Onu görmemle geldiğimden bu yana kaybolmayan tebessüm genişlemişti. Berra'yla kısa bir sohbetin ardından yorulduğunu fark ederek onu yatağına ben götürmüştüm. Hasta olduğundan dolayı çok çabuk yorulmuş ve yatağına yatar yatmaz uyuyakalmıştı. Her çocuğum için yapardım bunu. Hangisi hasta olursa onu ziyarete gider, çoğunun uyumasından sonra evden ancak ayrılırdım. Şükürler olsun ki ben çocuklarımı nasıl seviyorsam onlar da beni öyle seviyordu. Ebru Hanımla aşağı inmiş, kapının merdivenlerine gelmiştik. Buket de hemen ardımızdan kabanım ve atkımla gelmişti. Elindekileri alırken teşekkür etmiştim. "Ferra Hanımı ben geçireceğim, sen gidebilirsin Buket." Buket baş selamıyla yanımızdan ayrıldığı sırada Yıldırım Bey kapıdan giriş yapmıştı. "İyi akşamlar Ebru Hanım." Beni görür görmez yüzünde sıcak bir tebessüm oluşmuştu. Yıldırım Bey ülkenin en başarılı mimarlarındandı. Uzun boyu, simsiyah saçları ve ela gözleriyle oldukça tanıdık bir simaya sahip olsa da iki yıl öncesine kadar onu hiç görmediğime emindim. Belki de televizyonda görmüş ama anımsayamamıştım. Ününün yanına yakışıklılığı da eklenince ortak bulunduğumuz her ortamda kadınların özellikle onunla ilgileniyor oluşuna şahitlik etmiştim. Fakat Yıldırım Beyin gözleri eşi Ebru Hanım haricinde kimseyi görmezdi. "Merhaba Ferra." Bu eve geldiğim andan bu zamana varlığını koruyan tebessümümle karşıladım kendisini. Her zaman böyle sıcak karşılanırdım bu evde. Her birimizin bir diğerine olan sevgi ve saygısı bakiydi. Gümüş ailesi böyleydi. "Merhaba Yıldırım Bey, nasılsınız?" Her ikisiyle de diyalogda muhakkak mesafemi korumaya çabalardım. Onlarsa kendi ailelerinden biriymişim gibi konuşurlardı hep benimle. "Teşekkür ederim, sen nasılsın?" Yıldırım Beyin kabanını Ebru Hanım alırken eşine minnetle bakmış ve yeniden bana dönmüştü. İkisinin arasındaki bağa hayrandım açıkçası. "Saolun, ben de çıkıyordum aslında." İnce, uzun kaşları çatılırken hemen yanımda olan Ebru Hanımın da dudaklarından olumsuz mırıltılar döküldü. "Kalsaydın Ferra, akşam yemeğini yerdik. Babam da gelecek hem. Tanışmanı isterim." Geçen yıldan bu zamana kadar sözünden çok bahsedilen fakat adını dahi bilmediğim Yıldırım Beyin babası. Yıldırım Bey ne zaman beni görse babasıyla tanışmam için hep ısrar ederdi. Olmayacak şeyi zorlamamak gerekir belki de. Bir türlü tanışamamıştık kendisiyle. Uygun zaman geldiğinde elbette tanışırdık. Şimdi kalıp beklemek de isterdim fakat annem evde beni bekliyordu. Geciktiğim için aramıştı da. Ben gelmeden yemek yemeyeceğini bildiğimden eve daha fazla geç kalmak istemiyordum. "Babanıza selamlarımı iletin lütfen. İnşallah başka zamana." Yıldırım Beyin bakışları gitmek için sabırsızlanan beni daha fazla sık boğaz etmek istemez gibi kapandı ve başını olumlu anlamda salladı. "Pekala. Engin'e söyleyelim seni bıraksın o halde." İşte buna hayır diyemezdim. Eve ne kadar hızlı ulaşırsam o kadar iyiydi benim için. Yıldırım Bey benimle birlikte dışarı çıktı ve tek el hareketiyle Engin'i yanına çağırdı. Engin, bu evin en eski yardımcılarından biri olan Salih Beyin oğluydu. Liseyi yeni bitirmiş bir çocuktu ama yaşıtları gibi değildi. Ne yapacağını bilen, aklı başında, olgun bir delikanlıydı. "Ferra Hanımı evine bırakın." Engin, kendisine verilen komutu anladığına dair başını tek seferde salladı ve hızlı adımlarla arabaya ilerleyip arka kapıyı açtı. Tüm gün onun da çalıştığını bildiğim için fazla yormamak adına vedalaşmak için hızlıca Yıdırım Beye döndüm. "İyi akşamlar Yıldırım Bey. Berracığımı yeniden sınıfında görmek için can atıyorum." Yıldırım Beyin yüzündeki tebessüm büyüdü ve nefes verir gibi güldü. "Emin ol o da sabırsızlanıyor. Ziyaretin için teşekkür ederiz. İyi akşamlar." Yüzümdeki tebessüm solmadan arabaya ilerlemiştim. Arabaya binerken Engin'e teşekkür etmiştim. Hiç yok olmayan tebessümümün tek zararı yanaklarıma bıraktığı sızıydı. Bazen seğirdiğini de hissederdim fakat elimde olan bir şey değildi bu. Mutluydum. Yıllar sonra küçücük kalplere sığmanın öyle değerli bir hissiyatı vardı ki insan bunu yaşayınca tebessüm dahi az kalıyordu. Yola çıktığımız anda Engin'le koyu bir muhabbet tutturmuş, evimin bulunduğu sokağa girene kadar sohbetimizi devam ettirmiştik. İşinden memnundu. Çalışmasının yanı sıra açık öğretim fakültesinde dört yıllık işletme okuma kararı almıştı. Aynı zamanda yabancı dillere de merak salmıştı. Bunu duyduğuma çok mutlu olmuştum. O, yeniliğe ve gelişime açık bir çocuktu. Eminim mezuniyetinin hemen ardından akademik kariyere yönelecekti. Araba evimin önünde durunca hiç beklemeden inip kapımı açan Engin'e mahcupça bir bakış attım. "Bıraktığın için teşekkür ediyorum Enginciğim. Kendine çok iyi bak. Hayırlı akşamlar." Işıldayan gözlerine mutluluğunu, paylaştıkları sonucu aldığı övgünün gururunu, geleceğin heyecanını ve ümidini saklarken gülümsemesi de tüm duygularına eşlik etmişti. "Ben teşekkür ederim. İyi akşamlar, Ferra Hanım." Havanın soğukluğu Engin'le vedalaşmamı hızlandırmış ve binaya giriş yapmıştım. Kapının önüne geldiğim anda, zile basmama gerek kalmadan anneciğim kapıyı açmıştı. Yola bakan pencerenin kenarında beni beklediğini biliyordum ve o da bu hareketiyle tasdiklemişti beni beklediğini. "Hoş geldin kuzum." Buz tutmuş ellerimle ona sarılmamak için kendimi zor tutmuştum. Şu anda olduğu gibi bazen annemi çok özlüyordum. Saçma bir şekilde onu görememe korkusu dolardı içime zaman zaman. Yabancı yerlerde kalışımdadır belki de ama bu korku onu görene kadar devam ederdi. "Hayırlı akşamlar anneciğim." Kapıdan uzaklaşan annemle içeri adımlayıp ayakkabılarımı çıkartarak puflarımı ayağıma geçirdim. Gelir durumu iyi olmayan bir mahallede oturmak demek, şehirde soğuğun başlamasıyla sobaların evlere kurulması demekti. Kışın soğuğunu hapseden evlereyse bir tek sobanın ısısı yetmezdi maalesef. Fakat elden bir şey gelmediği için kış çıkana kadar idare etmek gerekiyordu. Odama geçtiğimde annemin çoktan odamda bulunan uzun ayaklı elektrikli sobayı açmış olduğunu fark etmiştim. Sobanın yaydığı ısı sayesinde odam biraz olsun ılıktı. Zaman kaybetmeden üzerimi değiştirip lavaboya geçtim ve elimi yüzümü yıkayıp salona adımladım. Salonun girişinden içeri baktığımda annemi göremeyince ona seslenmiş, mutfakta olduğunu belirten sesini işitince oraya geçmiştim. Her zaman olduğu gibi akşam yemeğini ben gelmeden yemeyen annem yeni masayı hazırlıyordu. Kaşlarım hızlıca çatılırken dudak büzdüm. "Anne! Daha kaç defa söylemeliyim Allah aşkına? Beni bir daha bekleme." Sitemvari sesim, sert tutmaya çabaladığım sözlerim annemin bir kulağından girmiş, diğerinden çıkmıştı. Hatta beni duymazdan gelerek masada bulunan boş sandalyelerden birini işaret ederek baş köşeye oturmuştu. "Hadi geç otur, soğutma yemeğini." Kısa, çok kısa bir süre daha tepkimi göstermiş ve en sonunda yenilgiyle omuzlarımı düşürerek karşısına oturmuştum. Yemek boyunca sohbetimizi annemi ara ara tutan öksürükler nedeniyle bölük pörçük sonlandırmıştık. Havalardan olsa gerek, şu sıralar sürekli koşuşturup sonra bir de soğuğu yiyince böyle olmuştu. Onu salona kovarak mutfağın işini üzerime almış ve hızlıca halletmiştim. Elime aldığım su ile salona dönerken annemin yine öksürdüğüne şahit olmuştum. Son zamanlarda bu öksürüklerine sıkça rastlar olmuştum. Üstelik zaman zaman nefes alış verişinde problem yaşadığına şahit de olmuş, hastaneye gitmesinde ısrarcı olsam da göz arşı etmişti. "Anne, daha ne kadar bekleyeceksin doktora gitmek için?" Kaşlarım çatılı, elimdeki suyu ona uzatırken sitem etmeden duramamıştım. Çalışmıyor olsaydım şayet kolumda annemle çoktan hastane yolunu tutmuştum. "Günler torbaya girmedi ya giderim bir gün. Hem sen beni boşver, ne yaptın bugün? Günün nasıldı canımın içi?" Annem, özellikle bu hastalık konularında kendine çok da dikkat eden biri değildi. Her zaman göz ardı eder, şu anda olduğu gibi bir bahane uydurur, hep geçiştirirdi. Bu nedenle onun için oldukça endişeleniyordum. Bir tek annem vardı çünkü benim için. O olmasa ne yapardım hiç bilmiyorum. Eve her gelişimde onun yüzünü göremesem, sesini duyamasam, kollarına alamasa mesela beni. Şefkatini, sevgisini hissedemeden... Ölürdüm sanırım. Hemen yanına oturup suyunu yudumlamasını beklerken yeniden yakından izledim annemi. Zaman geçtikçe göz kenarlarında var olan kırışıklıkları daha da belirginleşmiş olsa da başka kırışık barındırmıyordu güzel yüzü. Küt, kestane rengi, parlak saçlarıyla zümrüt yeşili gözleriyle, uzun boyu ve ince yapısıyla hala çok güzeldi. Anneme çok benzemezdim. Sadece onun saçlarına bire bir benzeyen kestane rengi, dalgalı saçlarım vardı. Bu yüzden sanırım en çok saçlarımı severdim. Annem elindeki bardağı orta sehpaya bırakınca daha fazla bekleyemeyerek kollarımı beline sarıp sıkıca sarıldım ona. "Bu sefer geçiştiremeyeceksin. Yarın sabah ilk işimiz doktora gitmek olacak. Birazdan Müdür Beyi arayıp izin alacağım." İtiraz edecek gibi olduysa da buna izin vermeyip ayağa kalktım ve telefonumu elime alarak Levent Beyi arayıp kısa bir konuşmanın sonucunda iznimi aldım. Yarın çocuklarımdan ayrı olsam da annemle olacaktım. Bu dünyada annem benim için her şeydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD