BÖLÜM 7: ZİNDANDAKİ SIRLAR
Alp'in ofisinden çıktığımda, ayaklarımın altındaki zemin sallanıyor gibiydi. Üzerimde, bir önceki geceden kalma fiziksel acılar ve yeni bir zihinsel yorgunluk vardı. Ama içimde, buz gibi bir odaklanmışlık ve kontrol duygusu vardı. Ona her şeyi unutturacak bir performans sergilemiştim. Beni manipüle ettiğini, beni ele geçirdiğini sanırken, aslında ben onun her hareketini, her bakışını, ofisteki her detayı kaydediyordum.
Eve vardığımda, Kerem uyuyordu. Hemen Ece'yi aradım. Telefonu ilk çaldığında açmadı. İkinci denememde, titrek bir "Alo?" sesi duydum.
"Ece, benim. Konuşabilir misin?" diye fısıldadım, sessizce kendi odama girip kapıyı kapattım.
"Diski aldım, Deniz," dedi, sesi hâlâ korku dolu. "Ama... ama onu açmaya korkuyorum. Ya içinde korkunç şeyler varsa? Ya bizi gösteriyorsa?"
"Tam olarak bu yüzden açacağız," diye cevap verdim, sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak. "O diski yarın buluşup birlikte inceleyeceğiz. Güvenli bir yer. Sen nerede olmak istersin?"
Bir süre düşündü. "Benim eve gelebilir misin? Dışarıda... etrafta onun adamları olabilir. Beni takip ediyor olabilirler."
Ece'nin evi, müstakil, sakin bir sokakta, şehrin biraz dışındaydı. Riskliydi, ama mantıklıydı. "Tamam," dedim. "Yarın öğlen. Kerem okulda olacak. Saat 1'de orada olurum."
Telefonu kapattığımda, ellerimin titrediğini fark ettim. O diskin içinde ne olduğunu bilmek, bilmemekten daha korkutucuydu. Alp'in ofisinde yaşadığım o karanlık anlar... Hepsi orada, dijital bir hapishanede saklı olabilirdi. Ama aynı zamanda, onun diğer kurbanları, diğer suçları da orada olabilirdi. Bu disk, onu gerçekten yok etme gücüne sahip olabilirdi.
Ertesi gün, Ali Kerem'i okula bıraktıktan sonra, şehir trafiğine daldım. Her kırmızı ışık, her yavaşlama, içimdeki sabırsızlığı ve kaygıyı katlıyordu. Ece'nin evinin önüne geldiğimde, etrafı bir süre gözlemledim. Sessiz ve sakindi. Park edip kapıya yürüdüm.
Ece, kapıyı hemen açtı. Yüzü bembeyazdı, gözlerinin altında koyu halkalar vardı. Hemen içeri çekti beni, kapıyı hızla kapatıp kilitledi.
"İçeri gel," dedi, sesi hâlâ titrek.
Salona geçtik. Masa üzerinde, masum görünümlü siyah, küçük bir sabit disk duruyordu. Onunla aramızda, zehirli bir yılan gibi uzanıyordu.
"Henüz açmadın, değil mi?" diye sordum.
"Hayır," diye başını salladı. "Yapamadım. Korkuyorum."
Ben de korkuyordum. Ama geri dönüş yoktu. Laptop'umu çantamdan çıkardım. "Yapmalıyız, Ece. Bunun için buradayız."
Diskı laptop'un USB girişine taktığımda, parmak uçlarım karıncalanıyordu. Bilgisayar, diski tanıdı. İçinde tek bir klasör vardı: "Arşiv".
Fare imlecini klasörün üzerine getirdim ve tıkladım. İçi, tarih isimli onlarca alt klasörle doluydu. Son birkaç yıla ait aylar, haftalar... Hatta bazı günler. İçim bulandı. Bu, sadece benimle ilgili olamazdı. Bu, sistematik bir kayıt, bir suç arşiviydi.
Rastgele bir klasöre, üzerinden birkaç ay geçmiş bir tarihe tıkladım. İçinde birkaç video dosyası vardı. İsimler, sadece saatlerden ibaretti. Birine çift tıkladım.
Video açıldı. Kalitesi yüksekti. Açı, kitaplıktaki kameraydı. Karede, Alp ve tanımadığım genç, kırılgan görünümlü bir kadın vardı. Kadın ağlıyordu, yalvarıyordu. Alp, soğuk, mesafeli bir ifadeyle onunla konuşuyor, sonra onu muayene masasına doğru itiyordu. Sonrası... sonrası mide bulandırıcıydı. Videoyu hemen kapattım. Midem ekşimişti. Ece, elini ağzına götürmüş, yeşil bir renge bürünmüştü.
"Tanrım..." diye fısıldadı. "O... o başka... başka kadınlar..."
Evet. Başka kurbanlar. Daha fazla kanıt. Gözlerim doldu. Bu videolar, o kadınların yaşadığı kâbusların somut kanıtlarıydı. Ve Alp, bunları bir trofe koleksiyonu gibi saklıyordu.
Sonra, en güncel klasörü aradım. Geçen ay. İçinde birkaç video daha vardı. En son tarihli olanı buldum. O gece... Benim ilk gecem.
"İzleyemem," diye mırıldandı Ece, arkasını döndü. "Sen de izleme, Deniz. Lütfen."
Ama izlemek zorundaydım. Kendime yapılanı görmek, hissettiğim her şeyi – öfkeyi, utançı, nefreti – keskinleştirecek ve beni bu yolda daha da kararlı kılacaktı. Videoyu açtım. Sessiz izledim. Kendimi ekranda gördüğümde, bedenimde bir ürperti hissettim. O korku dolu gözler, o çaresiz çığlıklar... Ben'dim. Ama aynı zamanda, o değildim. O kadın, artık güçsüz değildi. O kadın, şu an buradaydı ve izliyordu.
Videoyu durdurdum. Yeterliydi.
"Bu disk..." diye başladım, sesim çatallaşarak. "Bu disk, onun hapishanesinin anahtarı. Bunu doğru yere götürürsek, onu sonsuza kadar oraya kapatabiliriz."
"Polise mi?" diye sordu Ece, korkuyla.
"Polise mi?" diye tekrarladım, düşünceli bir şekilde. "Belki. Ama önce... daha iyi bir fikrim var."
Alp'in dünyasında güç, para ve itibardan geliyordu. Onu sadece hapse atmak, belki de onun için yeterli ceza olmazdı. Onu itibarsızlaştırmalı, onu güçsüz bırakmalıydım. Ve bunu yapmanın en iyi yolu, onun oyununu, onun kurallarıyla oynamaktı.
Diskin bir kopyasını aldık. Ece, orijinal diski saklayacağı bir yere gömdü. Kopyayı ise ben aldım. Eve dönerken, aklımda tek bir isim vardı: Serra Hanım.
Alp'in karısı.
O soğuk, kusursuz, gururlu kadın. Eğer ona bu videolardan birini, belki de en masum görünenini gösterirsem... Onun dünyası yıkılır mıydı? Alp'i korumak yerine, onu kendi elleriyle mahveder miydi? Bu, inanılmaz bir riskti. Serra Hanım, Alp'e sadık olabilir, diski alır ve bana karşı kullanırdı. Ama içgüdülerim, onun gururunun sadakatinin önünde olduğunu söylüyordu. O, mükemmel hayatının lekelendiğini görmeye tahammül edemezdi.
O akşam, Alp'ten bir mesaj geldi: "Yarın akşam. Evdeyim. Serra annesine gitti. Saat 8'de burada ol."
Ofis değil, evi. Bu yeni bir gelişmeydi. Belki de kontrolün kendisinde olduğundan emin olduğu için, oyun alanını değiştiriyordu. Ya da bana olan güveni artmıştı. Her iki durumda da, bu benim için bir fırsattı. Onun evinde, onun dünyasında, onun eşyalarının arasında daha fazla kanıt, daha fazla zayıflık bulabilirdim.
"Olur," diye cevap yazdım. "Senin için hazır olacağım."
Ertesi gün, saat 8'e kadar iki plan üzerinde çalıştım. İlki, Serra Hanım'a ulaşmak için en iyi yolun ne olduğuydu. Onu halka açık bir yerde, belki de kuaföründe ya da alışveriş yaptığı mağazada "tesadüfen" karşılaşarak yakalamak en iyisi olabilirdi. İkinci plan ise Alp'in evine gitmekti. Ne arayacağımı tam olarak bilmiyordum, ama her kapalı kapının ardında yeni bir sır olabilirdi.
Akşam, Alp'in lüks sitelerden birinde bulunan evine doğru yola çıktım. Görevliye ismimi söylediğimde, kapıyı hemen açtı. Demek ki bekliyormuşum.
Ev, beklediğim gibiydi: Soğuk, pahalı, ama son derece steril ve kişiliksiz. Sanki bir dergiden fırlamış gibiydi. Alp, geniş ve modern salonda, bir kadeh konyak ile beni bekliyordu. Üzerinde rahat bir kazak ve pantolon vardı. Ofisteki doktor kimliğinden sıyrılmış, ama tehlikeli havasından hiçbir şey kaybetmemişti.
"İçeri gel, Deniz," dedi, hafifçe gülümseyerek. "Evim hoşuna gidiyor mu?"
"Çok... etkileyici," dedim, etrafa bakınarak. Gözlerim, kitaplıklara, kapılara, dekoratif eşyalara kayıyordu. Nereden başlamalıydım?
"Serra'nın zevki," diye ekledi, küçümseyici bir tonla. "Bana sorsaydın, daha fonksiyonel yapardım."
Bana doğru yürüdü, elindeki kadehi masaya bıraktı. "Ama senin için buradayız. Özel bir akşam geçireceğiz."
Beni alnımdan öptü. Nefesi, konyak kokuyordu. "Bugün çok gergin görünmüyorsun," diye mırıldandı. "Oyunlarıma alıştın mı?"
"Belki de benim de kendi oyunlarım olduğunu anladım," diye cevap verdim, ona meydan okurcasına bakarak.
Bu, onun hoşuna gitti. Kahkaha attı. "Ah, Deniz. Seni seviyorum. Gerçekten. Diğerleri gibi zayıf ve ağlak değilsin. Sen bir savaşçısın."
"Diğerleri?" diye sordum, masumiyetle.
Yüzü bir an dondu. Sonra, "Hiç," dedi, elini omzuma atarak. "Banyoya gidelim. Senin için özel bir şey hazırladım."
Beni, yatak odasına bağlı, devasa bir master banyoya götürdü. Küvet, köpükle doldurulmuştu ve etrafında onlarca mum yanıyordu. Yanında da iki kadeh şampanya.
"Şimdi," dedi, arkasını dönerek. "Ben senin için bir şeyler getireyim. Sen soyun ve küvete yat. Rahatla."
O odadan çıkınca, kalbim deli gibi atmaya başladı. Bu, aramak için belki de tek şansımdı. Hemen yatak odasına döndüm. Gözlerimi çekmecelere, dolaplara, gece lambasının altına kaydırdım. Hiçbir şey gözüme çarpmadı.
Sonra, onun giysi dolabına yöneldim. Serra'nın kıyafetleri bir tarafta, onunkiler diğer taraftaydı. Üst raflara baktım. Eski bir fotoğraf albümü, kutular... Sonra, en arkada, küçük bir kasa gördüm. Kilitliydi.
Ama kasaların çoğu... çoğu zaman anahtarlarını yakınlarda bir yere saklarlar. Gözlerimi çabucak dolabın içinde gezdirdim. Ceketlerin ceplerine baktım. Hiçbir şey. Sonra, bir an durdum. Alp, kendini çok zeki sanan biriydi. Anahtarı basit bir yere saklayabilirdi.
Yatağa, gece komodinine yöneldim. İlk çekmeceyi açtım: içinde gözlükler, burun spreyleri, ufak tefek şeyler vardı. İkinci çekmeceyi açtım: içeriği beni donakalttı.
İçinde, birkaç cep telefonu, birkaç pasaport ve bir de... bir silah vardı. Küçük, siyah, ölümcül görünümlü bir tabanca.
Nefesim kesildi. Bu... bu çok daha büyük bir şeydi. Alp sadece bir tacizci ya da sapık değildi. Buradaki şeyler, onun çok daha karanlık işlere bulaştığını gösteriyordu. Pasaportlar... farklı isimlerdi. Belki de kaçış planlarıydı.
Sesler duydum. O geri dönüyordu! Hemen çekmeceyi kapattım, küvetin olduğu banyoya doğru koştum. Üzerimi henüz çıkarmıştım ki, o içeri girdi. Elinde, bir şırınga ve içi berrak bir sıvı dolu küçük bir şişe vardı.
"Bu geceyi daha da unutulmaz kılalım," dedi, gözleri parıldayarak.
İçimde bir alarm çalmaya başladı. "O nedir?" diye sordum, sesimdeki paniği bastırmaya çalışarak.
"Sadece biraz rahatlatıcı," dedi, gülümseyerek. "Seni gevşetecek. Her şeyi... daha yoğun hissetmeni sağlayacak."
Hayır. Kesinlikle hayır. O şişedeki her neyse, kontrolümü tamamen kaybetmeme neden olabilirdi. Ona güvenemezdim.
"Alp," dedim, mümkün olduğunca çekici bir ses tonuyla. "Belki... belik önce biraz şampanya içmeliyiz. Benim için hazırladığın bu güzel ortamın keyfini çıkaralım."
Yüzü asıldı. "Şampanya sonra. Önce bu."
Bana doğru bir adım attı. Ben de geri adım attım, sırtım küvetin soğuk kenarına değdi. Kaçacak yer yoktu.
"Lütfen," diye fısıldadım, gerçek korkumun sesime yansımasına izin vererek. "İstemiyorum."
Bu, onu daha da heyecanlandırdı. "İsteyeceksin," dedi, son derece sakin bir sesle. "Her zaman istersin."
Şişeden şırıngaya bir miktar sıvı çekti. İğnenin ucundan minik bir damla sızdı.
O an, çekmecedeki silah aklıma geldi. O silah... oradaydı. Ama ona ulaşmak imkansızdı.
Sonra, başka bir şey yapmam gerektiğini anladım. Oynamaya devam etmeliydim. Ama kuralları aniden değiştirmeliydim.
"Tamam," dedim, teslimiyet göstererek, omuzlarımı düşürüp. "Ama... ama ben yapmak istiyorum. İzin ver, ben enjekte edeyim. Bu... bu seni memnun eder, değil mi? Beni kontrol ettiğini görmek?"
Alp, şaşkınlıkla durdu. Bu onu şaşırttı. Sonra, yavaş yavaş, şırıngayı bana uzattı. "Hadi bakalım," dedi, sesinde tehlikeli bir merak vardı. "Şovuna devam et, Deniz."
Şırıngayı titreyen elimle aldım. İçindeki berrak sıvı, mum ışığında parlıyordu. Bu neydi? İnsülin mi? Bir uyuşturucu mu? Kendime enjekte etmek... bu intihardan farksızdı.
Ama başka seçeneğim yoktu. Gözlerimi onunkine diktim. Sonra, aniden, kolumu değil, şırıngayı onun koluna doğru savurdum!
Sürpriz hamle, onu hazırlıksız yakaladı. İğne, kolunun etine saplandı! Hemen pistonu ittim, içindeki sıvının yarısını onun damarlarına boşalttım!
Alp, bir anda şok oldu. Gözleri faltaşı gibi açıldı. Öfke ve inanamama ile bana baktı. Bir anlığına afalladı.
"Seni aptal orospu!" diye gürledi, şırıngayı kolundan çekip fırlattı. Koluna, minik bir kan lekesi yayılıyordu.
Benden intikam almak için üzerime atılmak yerine, aniden panik oldu. Hemen lavaboya yöneldi, musluğu açıp enjekte edilen bölgeyi ovarak yıkamaya çalıştı. Sonra, bir ecza dolabı açıp içinde bir şeyler aramaya başladı.
O sırada, ben donakalmıştım. Ona ne yapmıştım? O sıvı neydi? Neden bu kadar panik olmuştu?
Bir şişe hap buldu, birkaç tanesini avucuna döküp suyla yuttu. Nefesi hızlı ve düzensizdi. Yüzü solgundu. Sonra, bana döndü. Gözlerindeki ifade, öfkeden çok daha korkunçtu: Saf, katıksız bir nefret.
"Bunu," dedi, sesi buz gibi ve titreşimsiz, "sana pahalıya ödeteceğim, Deniz. Hayatınla ödersin."
Ardından, aniden sendeleyerek, yatağa doğru yürüdü ve yığıldı. İlacın etkisi hızla başlıyor olmalıydı.
Orada, banyoda, titreyerek öylece durdum. Ne yapmalıydım? Kaçmalı mıydım? Onu öylece bırakmalı mıydım? Ya ölürse?
Sonra, çekmecedeki o pasaportlar ve silah aklıma geldi. Bu, belki de tek şansımdı.
Hemen yatak odasına koştum. Çekmeceyi açtım. Silahı aldım. Soğuk ve ağırdı. Pasaportları da çıkardım. Birini cebime attım. Gerisini yerine koydum. Sonra, evi hızla terk ettim. Kapıyı çekip merdivenlerden aşağı koştum.
Arabaya atladığımda, hâlâ titriyordum. Kolumda, şırıngayı tuttuğum yerde morluklar oluşmaya başlamıştı. Direksiyona yapışmış ellerim bembeyazdı.
Alp'e ne yapmıştım? Ona ne enjekte etmiştim? Ve şimdi, elinde silahımla ve onun pasaportlarından biriyle, ne yapacaktım?
Eve doğru sürerken, tek bir şey biliyordum: Savaş, yeni bir boyuta taşınmıştı. Artık sadece bir oyun değildi. Artık hayatım için savaşıyordum.
Ve bir sonraki hamlem, Serra Hanım'a yapılacaktı. Zaman daralıyordu.