Bölüm 6: Gizli Kayıtlar ve Tehlikeli Adımlar
Ece'nin mesajı, zihnimde bir şimşek gibi çaktı. "Gizli kayıtlar." Bu iki kelime, Alp'in ofisindeki o boğucu ve vahşi atmosferi anında dağıttı, yerine buz gibi bir strateji ve planlama soğukkanlılığı getirdi. Kerem uyurken, yatağın kenarında oturmuş, telefonumun ekranındaki o cümleyi seyrediyordum. Alp sadece tehlikeli ve sapkın değildi; aynı zamanda kurnazdı. Kendini korumak için belki de her şeyi kaydediyordu. O geceyi... diğer her şeyi... Beni.
Bu düşünce midemi bulandırdı ama aynı zamanda keskin bir odaklanma sağladı. Artık sadece bir güç oyunu ya da zehirli bir arzu değildi bu. Bu, bir hayatta kalma savaşıydı.
Ece'ye kısa ve net bir mesaj attım: "Yarın. Aynı kafe. Sabah 10." Cevap beklemeden telefonu kapattım. Artık uyumak imkansızdı. Yataktan kalktım, sessizce salona geçtim. Alp'in verdiği kalın zarfı çantamdan çıkardım. İçini boşalttığımda, nefesim kesildi. Beklediğimden çok daha fazlaydı. Kerem'in aylık borçlarını rahatlıkla karşılayacak, hatta üzerine bir miktar daha ekleyecek bir miktar. Para, kirli ve tehlikeli bir gücün somutlaşmış haliydi avuçlarımın içinde. Onu saydım, bir kısmını ayırdım, gerisini mutfaktaki bir tencerenin dibine, unun altına sakladım. Karanlık bir şekilde, Alp'in beni satın aldığını düşündü. Ama yanılıyordu. Bu parayı, onu yok etmek için kullanacaktım.
Ertesi sabah, oğlumu okula bıraktıktan sonra doğruca Ece'yle buluşacağım kafeye gittim. Ondan önce vardım, en arkada, kimsenin duyamayacağı bir köşe masaya oturdum. İçimde bir fırtına kopuyordu ama dışımda buz gibiydim.
Ece, tam saat onda, gözleri şiş ve endişeli bir şekilde içeri girdi. Beni görür görmez doğruca yanıma geldi, sandalyeye çöktü. Elini uzattım, soğuk parmaklarını avucumun içine aldım.
"Neler öğrendin?" diye sordum, vakit kaybetmeden. "Alp... o... o ofiste her şeyi kaydediyor olabilir," diye fısıldadı, sesi titreyerek. "Dün gece ofiste bir şeyler arıyordum, o sırada masasının altında, gizli bir çekmecede küçük bir sabit disk gördüm. Üzerinde tarihler yazılıydı. Ve... ve bir de kamera. Kitaplığın en üst rafındaki bir delikte. Neredeyse görünmüyordu."
İçimdeki buzlar erimiş, yerine kaynayan bir öfke ve korku almıştı. Demek öyle. Benimle olan her anı, her çığlığı, her zaaf anımı kaydetmişti. Bu, benim ona karşı en büyük kozum olabilirdi ya da beni tamamen mahvedebilirdi.
"O diske nasıl ulaşabiliriz?" diye sordum, sesim sakin ama içim paramparça. "Olmaz!" diye çığlık attı neredeyse. "Ona bulaşamayız! O... o deli, Deniz! Bizi öldürür!"
Elimi sıktım. "Ece, bana bak. O bizi zaten öldürüyor. Yavaş yavaş, ruhumuzu çalarak. Eğer o kayıtlar varsa, onları ele geçirmezsek, hayatımızın sonuna kadar onun kölesi oluruz. Bana güven."
Gözlerindeki panik, yavaş yavaş çaresiz bir kabullenişe dönüştü. "Ofis anahtarı bende var. Yarın gece nöbetçi benim. O saatlerde ofiste olmaz genelde. Ama... ya gelirse?"
"Gelmez," dedim, içimde o kadar emin değilim ama. "Sadece diski al. Kamerayı falan kurcalama. Sadece diski al ve bana getir."
Ece, gözyaşlarını silerek başını salladı. "Peki. Peki yapacağım."
Onu teskin ettikten sonra kafeden ayrıldım. Aklımda sadece bir sonraki hamle vardı: Alp. Onunla oynamaya, onu gevşetmeye devam etmeliydim. Ona güvendiğimi, hatta onun bu kontrol manyağı oyunundan zevk aldığımı düşündürmeliydim. Bu, en tehlikeli kısmıydı.
O akşam, onu aradım. Telefonu açtığında, arka planda klasik müzik sesi geliyordu. "Alp," dedim, sesimi olabildiğince çekici ve yumuşak tutarak. "Geçen gece... unutulmazdı." Sessiz kaldı bir an. Sonra alaycı bir tonla, "Kontrolü ele geçirdiğini mi düşünüyorsun, Deniz?" "Hayır," diye cevapladım, bir an bile tereddüt etmeden. "Sadece oyunun kurallarını öğrendiğimi düşünüyorum. Ve oyununu seviyorum."
Bu dürüstlük onu şaşırttı. "Öyle mi?" diye mırıldandı. Sesinde bir şüphe, ama aynı zamanda bir ilgi vardı. "Evet. Yarın gece. Boş musun?" diye sordum, adeta nefesimi tutarak. "Ne için?" diye sordu, ihtiyatlı bir şekilde. "Senin için," diye fısıldadım. "Ofiste. Ece nöbetçi olacak. Bizi duyamaz."
Uzun bir sessizlik oldu. Neredeyse reddedeceğini düşündüm. Sonra, "10'da," dedi kısa ve net. "Kapıyı kilitlemiş olurum."
Telefonu kapattığımda, avuç içlerim ter içindeydi. Ece'yi, onun nöbetçi olduğu bir gece ofise çağırmak inanılmaz bir riskti. Ama aynı zamanda mükemmel bir alibiydi. Eğer o kayıt diski o gece ortadan kaybolursa, Alp'in şüphesi direkt olarak orada bulunan Ece'ye dönebilirdi. Ben ise onunla başka bir yerde olurdum. Ya da öyle görünürdüm.
Ertesi gün, bir ceza gibi geldi. Kerem iş görüşmesine gitti ve olumlu döndü. Yüzünde küçük bir gurur vardı. İçim acıdı. Oğlumla vakit geçirdim, ona derslerinde yardım ettim. Her an, her saniye, geceyi ve yapacağım şeyi düşünüyordum.
Akşam olduğunda, Kerem'e Ece'yle hasta bir akrabasına bakmaya gideceğimizi söyledim. Yüzümde masum bir endişe ifadesi takındım. O, hiçbir şeyden şüphelenmeden, "Geç kalma," dedi ve televizyonun başına geçti.
Dışarı çıktığımda, hava soğuk ve ayazdı. Arabaya bindim, ama doğruca kliniğe sürmedim. Önce şehrin diğer ucundaki bir alışveriş merkezinin otoparkına gidip bir süre bekledim. Planımı zihnimde defalarca gözden geçirdim.
Saat 9.45'te, kliniğin olduğu sokağa girdim. Işıkları kapalıydı, sadece resepsiyondan bir ışık sızıyordu - Ece'nin nöbeti. Arabayı klinikten bir sokak öteye park ettim. Soğuk terler boğazıma yapışıyordu.
Tam 10'da, telefonum titredi. Alp'ten bir mesaj: "İçeri gel."
Nefesimi tutum. Şimdi her şeyi riske atıyordum. Ece'ye bir mesaj attım: "Diski aldın mı? Acele et. Dışarıda bekliyorum."
Cevap gelmedi. Saniyeler dakikalara dönüşüyordu. Her an Ece'nin çığlığını duymayı ya da Alp'in ofisinden bir kavga sesi gelmesini bekliyordum.
Sonunda, telefonum parladı. Ece'den bir mesaj: "Aldım. Çıkıyorum."
Birkaç dakika sonra, klinikten aceleyle çıkan bir silüet gördüm. Ece'di. Elinde küçük bir siyah kutu tutuyordu. Koşar adım arabasına yöneldi ve uzaklaştı.
Hemen ardından, telefonum çaldı. Alp. "Neredesin?" diye sordu, sesi gergin ve sinirli. "Geliyorum," dedim, mümkün olduğunca sakin. "Trafik vardı. 5 dakika."
Arabayı çalıştırıp kliniğin önüne manevra yaptım. İçeri girerken, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Alp, resepsiyonun hemen yanındaki koridorda dikiliyordu. Yüzü asıktı.
"Ece nerede?" diye sordu, şüpheyle. "Bilmiyorum," dedim, omuz silkip. "Belki tuvalettedir. Neden? Onu mı arıyorsun?" Yüzüme masum bir ifade yerleştirmeye çalıştım.
Beni süzdü, gözlerimi okuyabilmek için. Sonra aniden kolumu yakalayıp beni ofise doğru çekti. Kapıyı ardına kadar kapattı, kilitledi.
"Oyunlarını seviyorum, Deniz," dedi, bana doğru yaklaşarak. "Ama beni aptal yerine koyma."
"Seni asla aptal yerine koymam, Alp," diye fısıldadım, göğsüne yaklaşıp ellerimi gömleğinin üzerinde gezdirerek. "Sadece oynamak istiyorum."
Bu, onun öfkesini bir anda arzuya çevirdi. Beni tekrar o soğuk muayene masasına itti. Ama bu sefer, zihnim bedenimden çok uzaktaydı. Tüm dikkatimle, kitaplığın en üst rafındaki o küçük, neredeyse görünmez deliği aradım. Ve oradaydı. Minik, karanlık bir mercek. İçim ürperdi.
Alp, dudaklarımı, boynumu öpüyor, giysilerimi çıkarmaya çalışıyordu. Ben ise sadece o kameraya odaklanmıştım. Ece doğru söylemişti. Ve şimdi, o kayıtlar, o tehlikeli kanıtlar, Ece'nin arabasında, bana doğru yol alıyordu.
Alp, hazır olduğumu sandığı bir anda, kendini bana doğru attı. Bir çığlık daha attım. Ama bu sefer acı ya da hazdan değil, zafer ve korkunun iç içe geçtiği bir duygu yumağından. O, içimde kendinden geçerken, ben gözlerimi o küçük, karanlık mercekten ayırmıyordum.
Oyun devam ediyordu. Ama artık kuralları tamamen ben yazıyordum. Ve elime geçirdiğim en değerli kozla, bir sonraki hamlem için hazırdım.