“Benimle gelin,” dedi Uno, sesi her zamanki gibi sakin ve sarsılmazdı. “Sorularınızı hissedebiliyorum ve cevapları için küçük bir ritüel yapmam gerekecek.”
Isabel, endişeli bir şekilde başını salladı. “Tabii ki,” dedi, sesi dikkatli bir tonda. “Ne yapmamız gerekiyorsa yapalım.”
Uno, odadan çıktı ve Isabel ile Lucy’yi kendisini takip etmeleri için işaret etti. Uzun bir koridordan geçerken Uno’nun sakin adımlarını ve kararlılığını izlediler. Lucy’nin dikkatini yine koridorun taş duvarlarına işlenmiş antik semboller ve gravürler çekti. Her biri bir hikâye anlatıyor gibiydi, ama bu hikâyeler ona hem tanıdık hem de yabancı geliyordu.
Uno sonunda büyük bir ahşap kapıyı açtı ve onları odasına aldı. Oda karanlık, sessiz ve neredeyse kutsal bir atmosfer taşıyordu. Duvarlar, eski kitaplarla dolu raflarla kaplıydı ve odanın merkezinde bir masa vardı. Masanın üzerinde çeşitli otlar, mumlar ve kristaller dikkat çekiyordu. Uno masanın başına geçti ve kısaca Isabel ile Lucy’ye döndü.
“Burada bekleyin,” dedi. “Hazırlanmam gerekiyor.”
Uno, masanın etrafına yavaşça mumlar yerleştirdi. Her mumun yanına küçük bir kap yerleştirip içlerine çeşitli otlar koydu. Lucy, bu otların yanarken tuhaf bir koku yayacağını tahmin ediyordu. Uno, elindeki bir çakmağı kullanarak mumları birer birer yaktı. Oda, mumların sarı ışığıyla aydınlandı ve havaya ince bir duman yayıldı.
Uno, masanın arkasında durup gözlerini kapadı. Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı ve ardından alçak bir sesle bir şeyler mırıldanmaya başladı. Kelimeler bir dile aitmiş gibi görünmüyordu; daha çok, eski bir şarkının yankıları gibiydi. Lucy, bu seslerin içinde garip bir huzur ve aynı zamanda bir ürperti hissetti.
Isabel, Lucy’ye cesaret veren bir bakış attıktan sonra masaya yavaşça yaklaştı. Lucy tereddütle onu takip etti. İçinde açıklayamadığı bir huzursuzluk vardı, ama annesinin varlığı bir şekilde onu rahatlatıyordu.
Uno, derin bir nefes aldı ve ellerini masanın üzerine koydu. Gözlerini kapadı ve mırıldanmaya devam etti. Lucy, onun sesiyle birlikte mum ışıklarının hafifçe titreştiğini fark etti. Bir şey değişiyordu, ama bu değişim fiziksel değildi.
Birden Uno’nun mırıldanması kesildi. Odaya ağır bir sessizlik çöktü. Lucy, nefesini tutmuştu ve gözlerini Uno’dan ayırmıyordu. Uno aniden gözlerini açtığında, gözleri parlak yeşil bir ışıkla yanıyordu. Isabel, küçük bir çığlık atıp elini ağzına götürdü, ama Lucy tamamen donup kaldı.
Uno’nun sesi değişmişti. Daha derin, yankılı ve neredeyse insana ait olmayan bir tondaydı. Sanki birden fazla kişi aynı anda konuşuyormuş gibi geliyordu.
“Isabel…” diye başladı Uno, sesi bir uyarı gibi yankılanıyordu. “Kızına dikkat etmelisin.”
Isabel, bu sözlerle birlikte ona doğru eğildi, yüzü endişe doluydu. “Neden?” diye sordu, sesi titriyordu.
Uno’nun parlak gözleri Lucy’ye döndü. Lucy, kendisine bakışını hissettiğinde irkildi. O gözler, yalnızca ona bakıyor gibi değildi; sanki ruhunun derinliklerine bakıyordu.
“O bir dolunayda doğan,” dedi Uno, sesi daha da karanlık bir tonda. “Ve bu sadece bir rastlantı değil. Kehanetler dolunayda doğanların kaderini yıllar önce yazdı. O, geleceğin kilidi… ve aynı zamanda anahtarı.”
Isabel’in yüzü bembeyaz oldu. “Hayır,” diye fısıldadı, sanki bu bilgiyi kabul etmek istemiyormuş gibi. “Bu doğru olamaz. O bu kadar büyük bir yükü taşıyamaz.”
Uno’nun sesi odada yankılandı. “Onun kaderi, sıradan birinin ötesinde. Onu korumalısın. Yaklaşan tehlike yalnızca sürüleri değil, herkesi tehdit ediyor. Ve o, bu dengede kritik bir rol oynayacak.”
Lucy, konuşulanları anlamakta zorlanıyordu. “Dolunayda doğan olmak ne anlama geliyor?” diye sordu, sesi korku ve merakla doluydu.
Uno, ona bakmadı. Gözleri, bir noktaya sabitlenmiş gibi görünüyordu. Bir an sonra sesi kesildi ve başı masanın üzerine düştü. Isabel, yerinden fırlayıp Uno’ya doğru eğildi. “Uno! Uno iyi misiniz?”
Uno, bir süre hareketsiz kaldı. Sonra yavaşça başını kaldırdı ve gözlerini kırptı. Yeşil ışık gitmişti, ama yüzünde keskin bir yorgunluk vardı. Etrafa şaşkın bir şekilde bakarak, “Ne oldu?” diye mırıldandı.
Isabel, Lucy’nin kolunu sıkıca tuttu ve Uno’ya ciddi bir şekilde baktı. “Hiçbir şey olmadı,” dedi hızla. “Sadece bir süre sessiz kaldınız.”
Uno kaşlarını çattı ama bir şey söylemedi. Isabel, Lucy’yi kolundan tutup odayı terk ederken hızlı adımlarla yürüyordu. Lucy, arkasına bakıp Uno’yu tekrar görmek istiyordu, ama annesi onu kararlılıkla çekiştiriyordu.
Koridora çıktıklarında Lucy, annesine döndü. “Dolunayda doğan olmak ne anlama geliyor?” diye sordu, sesi sert ve ısrarcıydı. “Uno ne demek istedi?”
Isabel, kızının yüzüne bakmadan yürümeye devam etti. “Bu, şu anda konuşmamamız gereken bir konu,” dedi soğuk bir tonda.
“Anne! Bana bir şeyler söylemelisin!” Lucy, olduğu yerde durdu, ama Isabel dönüp bakmadan yürümeye devam etti. “Bu benimle ilgili bir şey, değil mi? Dolunayda doğmak ne anlama geliyor?”
Isabel bir an duraksadı, ama sonra yürümeye devam etti. “Zamanı geldiğinde her şeyi öğreneceksin, ama burası ne yeri ne de zamanı” dedi, sesi sert ama hafifçe titriyordu.
Lucy, annesinin peşinden gitmekten başka seçeneği olmadığını hissederek derin bir nefes aldı. Ama içinde merak, korku ve öfke birbirine karışmıştı. Dolunayda doğmakla ilgili kehanet neydi? Ve neden annesi bunu saklamak istiyordu? Sorular zihninde fırtına gibi dönüp dururken, Lucy annesini sessizce takip etmeye devam etti.