Soğuk Şafağın Hesabı
Güneş, İstanbul'un üzerine, Sibel'in içindeki buzları eritmekten aciz, soluk bir ışık hüzmesiyle dokunuyordu. Geceyi pencerenin önünde, kendi yansımasıyla ve geçmişin hayaletleriyle hesaplaşarak geçirmişti. Gözlerinin altı morarmıştı ama bakışlarındaki o dalıp gitmiş ifade yerini, keskin ve hesaplayıcı bir dinginliğe bırakmıştı. Ağlamak, lüks tüketimi bitmiş bir para gibi değersizleşmişti. Şimdi, eylemin zamanıydı. Pasif bir kurban olmayı reddediyordu. Bu evlilik bir savaşsa, o artık savunmada kalmayacaktı.
Giydiği basit, şatafatsız siyah pantolon ve beyaz gömlek, gardırobundaki diğer lüks giysilere bir meydan okumaydı. Aynada kendine baktı. Yüzü hala solgundu ama çenesinde bir gerginlik, gözlerinde bir kararlılık vardı. Kerem'in onu bir meta olarak gördüğünü biliyordu. Peki ya meta, kendi değerinin farkına varırsa? Ya kendi kurallarıyla oynamaya başlarsa?
Aşağı indiğinde, Kerem kahvaltısını bitirmek üzereydi. Geniş mermer mutfak adasındaki devasa tabloya tek başına oturmuş, elinde bir finans dergisini okurken, diğer eliyle tekdüze bir şekilde kahvesini yudumluyordu. Sibel'in girdiğini fark etmedi bile ya da umursamadı. Varlığı, mobilyalardan farksızdı.
Sibel, nefesini tutmadan, doğruca masaya yürüdü ve Kerem'in tam karşısındaki sandalyeye oturdu. Hareketi sarsıcı derecede sıradan ve doğaldı, ancak o mekanda, o koşullarda, küstahça bir meydan okuma anlamına geliyordu. Kerem, yavaşça dergisini indirdi. O çelik renkli gözler, hiçbir ifade taşımadan Sibel'e odaklandı. Bekliyordu.
"Günaydın," dedi Sibel. Ses tonu, bir buz parçası kadar soğuk ve düzdü. Ne korku ne öfke, sadece tarafsız bir bildiri.
Kerem hafifçe kaşını kaldırdı, bu kadarı bile onun için büyük bir tepkiydi. "Günaydın." Cevap aynı derecede soğuktu.
Hizmetçi kız, Sibel'e kahve getirmek için tedirgin bir adım attı. Sibel, "Teşekkürler Aysel," dedi, bu sefer sesine biraz yapay bir sıcaklık katarak. Hizmetçi kızın adını hiç kullanmazdı. Bu küçük, insani dokunuş, Kerem'in dünyasındaki her şeyin bir işlev veya mülkiyet olması felsefesine aykırıydı. Kerem'in dudakları, neredeyse fark edilmeyecek şekilde büzüldü.
Sibel kahvesini yudumlarken, Kerem'e baktı. "Bugün annemi ve babamı ziyaret edeceğim. Öğleden sonra."
Bu bir rica değil, bir bildiriydi. Anlaşmalarında, "aile ziyaretleri" sosyal görüntünün bir parçası olarak esnek bir maddeydi. Ama Sibel, bunu şimdiye kadar bir angarya, bir rol gibi yapmıştı. Bugün farklı olacaktı.
Kerem, bir an için sustu, onu ölçüp biçti. "Beklemediğin bir misafirin var. Öğleden sonra."
"Kim?" diye sordu Sibel, hiç tereddüt etmeden.
"Babam."
Bu kelime, odadaki havayı anında değiştirdi. Kerem'in babası, Selim Bey, ailenin imparatorluğunu kuran, oğlundan daha acımasız, daha geleneksel ve daha katı bir adamdı. Sibel onunla sadece birkaç kez bir araya gelmişti ve her seferinde, kadife kaplı bir çekiç gibi hissettiren o yargılayıcı bakışlar altında ezilmişti. Selim Bey için Sibel, oğlunun yaptığı duygusal bir hatadan, sosyal statüyü yükseltmeyen, sıradan bir eşten başka bir şey değildi.
Sibel içgüdüsel olarak geri adım atmayı, "Peki, sonra giderim," demeyi düşündü. Ama sonra, geceki kararlılığı zihninde yeniden canlandı. Boyun eğmeyecekti.
"Ne kadar kalacak?" diye sordu, sesi hala sakin.
"Bir saat, belki iki. Görüşmemiz gereken konular var. Senin varlığın... bekleniyor." Bu, onun da orada olmasının bir zorunluluk olduğu anlamına geliyordu. Sessiz, süslü bir eşyar gibi.
Sibel başını salladı. "Anlaşıldı. Onları arayıp, biraz gecikeceğimi söylerim." Sonra, Kerem'in gözlerinin içine bakarak ekledi: "Ama bugün gideceğim. Söz vermiştim."
Kerem'in gözlerinde bir şey, bir kıvılcım, bir uyanış yanıp söndü. Sibel'in bu pasif agresif direnişi, onun için beklenmedikti. Alıştığı şey, ya donuk bir kabullenme ya da nadiren patlak veren, hemen bastırılan öfke gözyaşlarıydı. Bu sakin ısrar yeniydi.
"Elbette," diye mırıldandı, sonra dergisini yeniden kaldırdı, görüşmenin bittiğini ilan edercesine. Ama Sibel, o küçük, mikroskobik tereddüt anını görmüştü. İşe yaramıştı. İlk küçük çatlağı oluşturmayı başarmıştı.
---
Öğleden sonra, Selim Bey geldiğinde, evin atmosferi gerilimle doldu. Adam, yaşına rağmen dimdik duruşuyla, keskin bakışlarıyla ve otoriteyi çağrıştıran her adımıyla mekanı dolduruyordu. Kerem'le birlikte kütüphaneye geçtiler. Sibel, onlara kahve servisi yapmak için içeri girdiğinde, havadaki ağırlığı hemen hissetti. İki adam da ayakta, şöminenin önünde duruyor, alçak sesle fakat gergin bir tonla konuşuyorlardı.
"Sibel," dedi Selim Bey, onu gördüğünde. Sesinde bir sıcaklık olmamasına rağmen, resmi bir nezaket vardı. "İyi görünüyorsun."
"Teşekkürler, baba. Siz de çok iyi görünüyorsunuz," diye yanıtladı Sibel, kahveyi masaya koyarken. "Umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir."
Selim Bey hafifçe başını salladı, onu süzmeye devam ediyordu. "İş seyahati. Her zamanki gibi." Sonra, dönüp oğluna döndü, Sibel'i diyaloğun dışında bırakarak. "Dediğim gibi Kerem, bu Asya pazarındaki yatırım konusunda temkinli olmalısın. Çok fazla belirsizlik var. Babanın sözlerini dinle, ben bu yollardan geçtim."
Kerem'in yüzünde, nadiren görülen bir ifade vardı: Hafif bir gerginlik. Babasının gölgesi, onun üzerinde hala çok uzundu.
Sibel, sessizce dışarı çıkmak üzere döndü, ama sonra durdu. İçindeki yeni ses, ona geri adım atmamasını söylüyordu. Kütüphanenin deri koltuğundan birine, odanın bir köşesine oturdu. Eline dergilerden birini aldı ve okumaya başladı, onların varlığını tamamen görmezden gelerek.
Bir anlık sessizlik oldu. Selim Bey, onun bu beklenmedik varlığı karşısında şaşırmış görünüyordu. Kerem, Sibel'e hızlı ve keskin bir bakış attı, bir uyarı anlamı taşıyan.
"Sibel," dedi Kerem, sesi buz gibi. "Babanla özel görüşmemiz var."
Sibel, dergiden başını kaldırdı, yüzünde saf bir ifadeyle. "Ah, özür dilerim. Sizi rahatsız ettiğimi düşünmeyin, ben sadece burada oturacağım ve okumaya devam edeceğim. Siz konuşun." Gülümsedi, bu soğuk, güzel bir gülümsemeydi. "Sonuçta aile değil miyiz? Arada sırada birlikte vakit geçirmek güzel oluyor."
Selim Bey'in kaşları çatıldı. Açıkça küstahlık olan bu davranış karşısında şaşkına dönmüştü. Kerem'in yüzünde hafif bir kızarıklık belirdi. Sibel, içten içe zafer çığlıkları atıyordu. Onu görünmez, değersiz bir nesne olarak gören bu adamlara, fiziksel olarak orada olduğunu, duyduğunu ve itaatsizlik edebileceğini hatırlatmıştı. Bu, bir isyandan daha etkiliydi; onların kurallarını kullanarak onlara meydan okumaktı.
Görüşme, Sibel'in varlığıyla gölgelenmiş bir şekilde devam etti. Konuşmaları daha kısaltılmış, daha resmiydi. Selim Bey ayrılırken, Sibel'e daha az nezaketle veda etti. Kapı kapandığında, Kerem yavaşça Sibel'e döndü. Yüzü tehlikeli bir şekilde sakindi.
"Bu ne anlama geliyor, Sibel?" diye sordu, sesi bir usturanın keskin kenarı gibiydi.
Sibel, dergiyi yerine bıraktı ve ayağa kalktı. Onunla aynı hizada durmak için dikeldi. "Ne demek istediğini anlamadım, Kerem. Sadece ailenle vakit geçiriyordum. Anlaşmamızda, 'kusursuz bir eş' olmak yazıyordu. Babanızın yanında sessizce oturup, sizi rahatsız etmemek kusursuz bir eş davranışı değil mi?"
Kerem bir adım yaklaştı. Fiziksel varlığı eziciydi. "Benimle oyun oynama. Bugünkü küçük performansının farkındayım."
"Oyun mu?" diye tekrarladı Sibel, kaşlarını hafifçe kaldırarak. "Sence bu bir oyun mu, Kerem? Sen bana dün gece mülkiyetin ne demek olduğunu 'öğrettin'. Ben de sadece... öğrendiğim dersi uyguluyorum. Senin kurallarınla oynuyorum. Başka hangi kurallar var, Kerem? Onları da bilmek istiyorum. Anlaşmamızın şartlarını tam olarak anlamalıyım ki, 'kusursuz' olabileyim."
İronisi, odadaki havayı keskinleştirdi. Kerem, onun bu şekilde, soğukkanlılıkla karşılık vermesine alışık değildi. Onu korkutmak ya da satın almak kolaydı. Ama bu zihinsel düelloda, Sibel beklenmedik bir hamle yapmıştı.
Sibel'i yakalayıp, çenesinden tuttu, baskı uygulamadan, sadece onun dikkatini çekmek için. "Kurallar basit. İtaat et. Sus. Görüntüyü koru."
Sibel, onun elinden kurtulmaya çalışmadı. Sadece gözlerini, o koyu, derin gözlerine dikti. "Görüntüyü koruyorum. Kimse dışarıdan baktığında, mutlu, uyumlu bir çiftten şüphe etmez. Bu senin istediğin şey değil mi? İtaat konusuna gelince... fiziksel olarak burada olduğumu, senin istediğin her yere gittiğimi, senin istediğin her şeyi yaptığımı görüyorsun. Ama zihnim ve ruhum... onlar anlaşmaya dahil değildi, Kerem. Onları sana satmadım. Onlar hâlâ bana ait."
Kerem, bir an için ne diyeceğini şaşırdı. Sibel'in içindeki isyanın farkındaydı, ama onu bu kadar zekice, bu kadar soğukkanlılıkla ifade edeceğini tahmin etmemişti. Bu, onun kontrol ettiği bir şey değildi. Onu bıraktı.
"Git," diye emretti, sesi alışılagelmiş soğukluğuna dönmüştü, ama altında bir şey, belki de hırpalanmış bir öfke kıpırtısı vardı. "Aileni ziyaret et. Ama unutma, bu ev, benim evim. Bu anlaşma, benim kurallarıma göre işler."
Sibel, ona küçük, zafer dolu bir baş eğişi yaptı. "Elbette. Anlaşmanın şartlarını hiç unutmuyorum." Odadan çıkarken, sırtında Kerem'in delip geçen bakışlarını hissediyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu, ama bu sefer korkudan değil, adrenalinin coşkusundandı. İlk savaşı kazanmıştı. Küçük, sembolik bir zaferdi, ama onun için her şey demekti.
Ailesinin evine vardığında, kapıyı annesi açtı. Güler Hanım'ın yüzünde artık o hastalığın gölgesi yoktu. Yanakları pembe, gözleri ışıltılıydı. Sibel'i kucaklarken, onun bedeninin sağlamlığını, hayat dolu oluşunu hissetmek, Sibel'in içindeki tüm gerginliği bir anlığına dağıttı.
"Kızım, geldin!" diye sevinçle bağırdı Güler Hanım. "Baban markete gitti, hemen gelir. Ay, ne güzel olmuşsun, bu evlilik sana çok iyi geldi."
Sibel, annesinin sıcaklığına sarılırken, boğazı düğümlendi. 'İyi geldi.' Evet, görüntüde öyleydi. İçini kemiren zehiri göremiyordu.
Recep Bey biraz sonra geldi, elinde torbalarla. Yüzü, borç stresinden kurtulduğu için daha rahattı. Sibel'i görünce gözleri parladı. "Sibel'im! Bak sen, prensesimiz bizi ziyarete geldi."
Yemek masasında, annesi yemekleri anlatıyor, babası gazeteden okuduğu haberleri yorumluyordu. Ortam sıcak, güvenli ve sevgi doluydu. Burası, Kerem'in lüks hapishanesinden tamamen farklı bir evrendi. Sibel, bu mutluluğu, bu huzuru izlerken, yaptığı anlaşmanın bedeline rağmen, bu manzaranın değerli olduğunu bir kez daha anladı. Onların bu rahatlığı, onun iç savaşının meşruiyetini sağlıyordu.
Annesi, mutfaktan tatlı getirmeye gittiğinde, babası Sibel'e eğildi. "Her şey yolunda mı, kızım?" diye fısıldadı, sesinde her zamanki gibi koruyucu bir endişe vardı. "Kerem... sana iyi davranıyor mu? Emin misin?"
Sibel, babasının gözlerindeki o derin sevgiyi görünce, her şeyi anlatası, onun kollarında ağlayası geldi. Ama yapamazdı. Onları bu gerçekle yüzleştirmek, onları kurtarmak için ödediği bedeli boşa çıkarmak olurdu. Onları, kendi cehennemine çekmek olurdu.
Gülümsedi, bu seferki yapay değil, biraz hüzünlü ama samimi bir gülümsemeydi. "Her şey yolunda, baba. Merak etme. Kerem... meşgul bir adam. Ama iyi." Yalanın ağırlığı, dilinde kurşun gibiydi.
Efe Bey, onun yüzünü bir an inceleyip, içini rahatlatacak bir şeyler aradı. Sonra, elini Sibel'in elinin üzerine koydu. "Önemli olan senin mutlu olman, kızım. Sadece sen. Bunu asla unutma."
Bu sözler, Sibel'in yüreğine saplanıverdi. 'Mutlu olmak.' O lüksü çoktan kaybetmişti. Şimdi amacı, hayatta kalmak ve belki bir gün, bir parça özgürlük kazanmaktı.
Eve dönüş yolunda, İstanbul'un ışıkları yanıyordu. Artık onları bir hapishanenin penceresinden izlediği hissine kapılmıyordu. Daha ziyade, bir savaş alanını izliyormuş gibiydi. Bugün, ilk mevziini kazanmıştı. Kerem'i şaşırttığını, onun kontrolündeki bir delik açtığını biliyordu.
Evdeki lüks daireye girdiğinde, Kerem yoktu. Muhtemelen geç bir iş yemeğindeydi ya da onu cezalandırmak için kasıtlı olarak yoktu. Umursamadı. Yatağa baktı, artık o geceye dair bir tiksinti hissetmiyordu. Yatağın sadece fiziksel bir nesne olduğunu anlamıştı. Asıl savaş, fiziksel alanda değil, irade alanında veriliyordu.
Pencereye yürüdü. Karanlıkta parıldayan şehir, artık onun için bir hapishane değil, bir oyun tahtası gibi görünüyordu. Kerem ona mülkiyeti öğretmişti. O da Kerem'e, bir metaın bile bir iradeye sahip olabileceğini öğretecekti. Yavaş yavaş, adım adım.
Derin bir nefes aldı. Sıradaki dersin ne zaman ve nasıl geleceğini bilmiyordu. Ama hazır olacaktı. Çünkü Sibel artık sadece bir kurban değildi. Kendi sessiz anlaşmasının ağırlığını omuzlarında taşıyan, ama aynı zamanda onu bir zırh gibi kuşanan bir savaşçıydı. Ve bu savaş daha yeni başlıyordu.