4.Bölüm

757 Words
Sessiz Anlaşmanın Ağırlığı Duştan çıktığında teni kıpkırmızı olmuş, adeta derisini soyacak kadar ovalamıştı. Havlunun kaba dokusu, Kerem'in geceki dokunuşlarının hatırasını silmek istercesine teninde geziniyordu. Ama bazı izler, cildin çok daha derinindeydi; yıkanarak çıkmazdı. Yatağa bakmak bile istemiyordu. Hizmetçi zaten değiştirmişti çarşafları, o geceye dair her somut kanıtı, o soğuk verimlilikle ortadan kaldırmıştı. Tıpkı Kerem'in yaptığı gibi. Boş, devasa yatak odasında dolandı. Kocasının gardırobundaki yüzlerce takım elbise, mükemmel bir düzende, sessiz bir ordu gibi sıralanıyordu. Kendi gardırobundaki kıyafetler ise, henüz giyilmemiş etiketleriyle, bir tüketim çılgınlığının ve görüntüye dair saplantının kanıtlarıydı. Bu lüks, bu pahalı sessizlik, bir anlamda onun hücresiydi. Pencereye yürüdü. Aşağıda, İstanbul'un karmaşası, gürültüsü, hayat dolu kaosu uzanıyordu. O ise burada, bu cam fanusun içinde, hapsedilmişti. Gözleri, şehrin uzağında, sisler arasında kaybolan bir semte, çocukluğunun geçtiği, anne ve babasının hâlâ yaşadığı o mütevazı mahalleye doğru kaydı. İşte o an, içinde bir şey koptu. Neden buradaydı? Neden bu evliliğe, bu aşağılanmaya, bu mülkiyet duygusuna razı gelmişti? Cevap, bir hançer gibi saplanıverdi kalbine: Anne. Annesi, Güler Hanım... Hayatı boyunca Sibel'i, kendi yapamadığı şeyleri yapabilmesi için didinmiş, çabalamış, onu en iyi okullara gönderebilmek için geceleri dikiş dikmiş, gündüzleri temizliğe gitmişti. Sibel'in başarısı, onun en büyük gururu, hayatının anlamıydı. Ta ki o korkunç teşhis konulana kadar. Hastalığın adı, bir mahkûmiyet kararı gibiydi ve tedavisi, aylık masrafları babasının emekli maaşının kat kat üzerindeydi. Babası, Recep Bey, onurlu, çalışkan ama artık yorgun bir adamdı. Kızının eğitimi için zaten borca batmışlardı. Bir de eşinin hastane faturaları, ilaçları eklenince, sessizce eriyip gidiyor, borç batağına saplanıyordu. Sibel, babasının gece oturma odasında, ışığı kısıp hesap defterlerinin başında iç çekişlerini, alnındaki kırışıklıkların derinleştiğini görmüştü. Onun o çaresiz halini görmek, annesinin acısını duymaktan daha beter geliyordu. Kerem'le tanışmaları, bir hayır galasında olmuştu. Kerem, ona diğer kadınlara baktığı gibi, soğuk ve hesaplı bakmamıştı ilk başta. Belki de onun diğerlerinden farklı, "satın alınamaz" duruşu ilgisini çekmişti. Bir süre takip etmiş, ısrarla davet etmişti. Sibel, ondan uzak durmuştu. Ta ki, annesinin tedavisi için gereken son çare, yurtdışında bir klinik ve babasının, borç veren adamlara karşı savunmasız kaldığı o korkunç güne kadar. Kerem, her şeyi biliyor gibiydi. Ya da Sibel'in hayatını bir dosya gibi önüne açıp incelemişti. Ona bir teklifle gelmişti. Net, açık, duygusuz. Bir iş anlaşması gibi. "Benimle evlenirsen," demişti, o çelik gözlerle Sibel'in içine bakarak, "annenin tüm tedavi masrafları karşılanır. En iyi doktorlar, en iyi klinikler. Babanın tüm borçları silinir. Ona rahat bir yaşam sağlanır. Karşılığında, sen bana kusursuz bir eş olacaksın. Görüntüde, her konuda. Sadık, itaatkâr ve sessiz." Sibel o an, yüzüne tokat yemiş gibi olmuştu. Ama tokadın acısı geçtiğinde, geriye çaresizlikten daha beter bir şey kalmıştı: Kabullenme. Annesinin yüzünü, ağrılar içinde kıvranırken ama yine de gülümseyerek "Kızım, merak etme ben iyiyim," derken hatırladı. Babasının, borçlular kapıya dayandığında titreyen ellerini gördü gözünün önünde. Hayır diyemezdi. Hayır demek, annesinin tedavisini reddetmek, ailesini batmakta olduğu bataklığa terk etmek olacaktı. Kendi onuru, annesinin hayatından, babasının huzurundan daha mı değerliydi? Sessizce kabul etmişti. Düğün, gösterişli ama ruhsuzdu. Annesi hastane yatağından, özel bir ambulansla getirilmiş, mutluluk gözyaşları dökmüştü. "Kızım, seni böyle gururlu, böyle iyi bir adamla görünce gözüm arkada kalmayacak," demişti. O cümle, Sibel'in içini dağlamıştı. Gururlu? İyi? Annesi, kızının bir fahişelik anlaşması yaptığını, bedenini ve ruhunu ailesinin sağlığı ve güvenliği karşılığında sattığını bilmiyordu. Pencere kenarında, bu anıları zihninde yeniden yaşarken, gözlerinden sıcak, hızlı yaşlar süzüldü. Öfke yoktu artık, en azından Kerem'e değil. Öfke lükstü. Ona duyduğu şey, derin bir tiksinti ve korkuydu. Asıl öfke, kendineydi. Çünkü o gece, Kerem'in ilkel sahiplenmesine, bedeninin verdiği o ihanet eden tepkiyi affedemiyordu kendine. Çünkü bu evliliği, kendi rızasıyla yapmıştı. Bu altın kafesi, kendi elleriyle inşa etmişti. Bu bir kurban oyunu değildi. Bu, gözü açık açık yapılmış bir anlaşmaydı. Kerem, sözünü tutmuştu. Annesi şu an daha iyiydi, belki de iyileşecekti. Babası, borç derdinden kurtulmuş, rahat bir nefes almıştı. Onlar mutluydular. Peki ya bedeli? Bedeli, Sibel'in ruhuydu. Her gece, Kerem'in soğuk varlığıyla, onun mülkü olduğu gerçeğiyle yaşamaktı. Ağlaması yavaş yavaş kesildi. Yüzünü pencere camına dayadı. Soğukluk, yanaklarındaki ateşi dindiriyordu. İçinde bir şey sertleşti. Belki de kendine acımak lüksü yoktu. Bu anlaşmayı yapmıştı ve şimdi sonuçlarına katlanmalıydı. Ama bu, boyun eğmek anlamına gelmiyordu. Kerem onun bedenine sahip olabilirdi, onu bir eşya olarak kullanabilirdi. Ama zihnini, ruhunu, içindeki isyanı asla ele geçiremezdi. O geceki fiziksel tepki, bir zayıflıktı, evet. Ama bir daha olmayacaktı. Derin bir nefes aldı. Artık ağlamayacaktı. Bu evlilik, onun için bir hapishaneydi ama aynı zamanda hayatta kalma mücadelesinin ta kendisiydi. Ve Sibel, bir mücadeleciydi. Zamanını bekleyecek, gücünü toplayacaktı. Çünkü bu altın kafeste, kurtuluşun anahtarını bulmanın tek yolu, önce gardiyanın kurallarını öğrenmekten geçiyordu. Ve Kerem, ilk dersi, mülkiyetin ne demek olduğunu acımasızca öğretmişti. Sıradaki ders, kimin verilecekti, henüz belli değildi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD