Bölüm 1: Dadım Mary

1034 Words
Odamın kapısının hafifçe aralanmasıyla başımı okuduğum kitaptan kaldırdım. Kapının çıkardığı kulak tırmalayıcı sese aldırmadan yüzüme samimi bir gülümseme yerleştirdim. Elindeki çay tepsisiyle gelen dadım Mary'di. Bu koca dünyadaki kapana kısılmış ruhlardan atım dışındaki sevdiğim tek kişi. "Merhaba," dedim elimdeki kitabı ahşap masanın üzerine bırakırken. "Merhaba Victoria," diye mırıldandı dadım gülümsememe karşılık vererek. "Sevdiğin kurabiyelerle biraz çay ve süt getirdim." "Teşekkür ederim," dedim ve masadan kalkarak pencerenin önündeki ipek kumaşlarla kaplı sandalyeye yerleştim. Mary, elindeki tepsiyi önüme bırakırken üzerinden buharlar yayılan süt bardağını elime alıp dudaklarımın arasına yerleştirdim. Annem hastalığı yüzünden ölmeden önce tıpkı dadım gibi bana her gün süt ve kurabiye getirirdi. Büyüdüğümde ise annemi hatırlatan alışkanlıklarımı da beraberimde getirmiştim. Tepsidekileri bitirdiğimde Mary, bir şey söylemek istermiş gibi karşıma dikildi. "Hadi söyle artık," dedim bakışlarımı üzerine dikerken. "Neyi?" diye sordu aklındaki her neyse tahmin etmiş olduğuma şaşırarak. "Ne söylemeyi düşünüyorsan," diye yanıt verdim. Biraz duraksadıktan sonra nihayet konuşmaya başladı. "Babanızın bugün akşam yemeğinde misafirleri var prenses. Hazırlanmaya başlasak iyi olur, akşama ancak yetişiriz." Mary, bana sadece ciddi bir konudan bahsederken prenses diye hitap ederdi. Anlaşılan bu akşamki misafirlerimiz önemli kişilerdi. "Peki," dedim neden bu kadar gerildiğine anlam veremeyerek. Babamın hemen hemen her akşam yemeğinde saraya davet ettiği misafirleri olurdu. Bazılarına ise özellikle beni de davet ederdi. Bazılarında ise varlığımla yokluğumu fark ettiğini sanmıyordum. "Saçlarını taramamı ister misin?" diye sordu dadım düşüncelerimi bölerek. Mary, bu saraydaki isteyerek kibar davrandığım tek kişiydi. Diğerlerine sadece görevimi yerine getirmek amacıyla yaklaşıyordum. Gülümseyerek başımı salladım ve ayna masamın önüne oturdum. Fil dişi tarağımı eline alarak belimden aşağı dökülen kızıl saçlarımı taramaya başladı. Kızıl saçlarım ve buz mavisi gözlerim annemden bana geçen bir özellikti. Babam ise siyah saçları ve uzun boyuyla heybetli bir adamdı. Tıpkı dadım saçlarımı taramaya devam ederken izin istemeden odaya dalan ağabeyim Edward gibi. "Güzeller güzeli kız kardeşim," diye bağırdı yanımda dikilip selam vererek. "Şimdiden hazırlanmaya mı başladın?" Sevecen siyah gözleri üzerime dikilmiş, yeni tıraş olmuş yüzü beyaz tenindeki hafif kızarıklarla kendine gösteriyordu. Yirmi yaşında olmasına rağmen daha büyük görünüyordu ve baş döndüren bir yakışıklılığı vardı. Tüm İngiltere soylularının da onun peşine düştüğü düşünülürse yakışıklılığı sarayın sınırlarını çoktan aşmıştı. Benim aksime bu hayatı seviyordu ve hiç dile getirmemiş olsa bile biran önce babamın ölümünü beklediği kesindi. Kral olup tahtın kendisine kalması için. Yanağıma sulu bir öpücük kondurdu ve her zaman ki şeylerden bahsetmeye başladı. Balolar, kraliyet yemekleri ve güzel kızlar. Bana göreyse o yakışıklı Edward ve kuş beyinli Edward'dı işte. Nasıl bir kral olacağını şimdiden tahmin edebiliyordum. Babamdan bile daha kötü olacağı kesindi. İç çekerek şimdiden İngiltere halkına acıdım ve bir kez daha bu aile içinde doğmamış olmayı diledim. Ağabeyim aynı hızla odamı terk ederken dadım saçlarımı fırçalamayı bitirmişti. "Hangi elbiseni giymek istersin," diye sordu. Uzun etekli, her tarafı pahalı taşlarla süslenmiş rahatsız elbiselerimi düşünürken tekrar iç çektim. "Beyaz incili olanı," dedim. O, en azından diğerleri kadar bedenimi sıkmıyordu ve içinde kısmen de olsa nefes alabiliyordum. Elbisemi üzerime geçirip son kez aynaya baktığımda tekrardan tüm bu saçmalıklardan sıkılmış olduğumu fark ettim. Herkesin pahalı ve süslü elbiselerle birbirlerine iltifatlar yağdırıp bol bol yalanlar söylediği iki yüzlü akşam yemekleri. Bu akşam da tıpkı hayatımın tümünde olduğu gibi herkese gülümsemek ve inanmadığım şeyleri söylemek zorunda kalacaktım. Bir an kendimi diğer soylulara ne kadar aptal ve çok yemek yemekten patlayacak kadar şişman olduklarını söylediğimi hayal edip kendi kendime kıkırdadım. Bu hayalimi tüm akşam sürdürebilirsem belki de elbisemin üzerindeki incileri veya hizmetçilerin kaç defa "Başka bir isteğiniz var mı majesteleri?" diye sorduklarını saymak zorunda olmazdım ki zaten tüm bu kendimi verdiğim ufak ayrıntıları zaten biliyordum. Dadım mahcup bir ifadeyle odamdan çıktığında onda bir farklılık olduğunu düşünmeden edemedim. Bir yandan her zamanki gibiydi diğer yandan ise bana belli etmek istemediği bir şeyler vardı. Daha fazla bunun üzerinde düşünmeyip odamın devasa kapısının önüne dikildim ve iki defa kapıyı vurdum. Nasıl olsa dadımın benden ne gizlediğini er ya da geç öğrenirdim. Kapı aynı gıcırdamayla açılırken hayatımın geçtiği odamdan çıkıp yürümeye başladım. Üzerimdeki elbiseden şimdiden sıkılmıştım. Yine de muhteşem göründüğünü itiraf ediyordum. Gerçekten güzel ve zarif bir elbiseydi ve beni olduğumdan daha cesur gösteriyordu. Bu iyi bir şeydi, sanırım. Yemek salonuna geldiğimde henüz içerisi boştu. Babamın en baş köşede duran hepimizinkinden büyük kral tahtını soluma alarak kendi küçük yerime yerleştim. Diğer her şeyde olduğu gibi burada da nereye oturacağım ben henüz doğmadan önce belirlenmişti. Tıpkı hayatımın da ben doğmadan önce belirlendiği gibi. Soylu misafirlerimiz çok geçmeden yemek salonumuza doluştuğunda herkes yerlerine geçti ve babam görkemli bir ifadeyle salona girdi. Henry Morris. Kendinden başka hiç kimseye benzemeyen kadim İngiltere kralı. Tahtına oturduğunda kendini beğenmiş gözlerini tek tek masadakilerin üzerinde gezdirdi ve bana kısa ve sert bir bakış fırlattı. Bu kibir dolu çehreye bakarken ona en son ne zaman baba dediğimi hatırlamaya çalıştım. Sanırım annemin ölmeden çok önce birlikte geçirdiğimiz nadir anlardan bir tanesinde. Belki de ona daha önce hiç baba dememiştim. Hiç bir şeyden emin değildim. Edward, tam karşımda, babamın sağında masadaki konteslerin ilgi odağı olmaktan memnun, hararetli bir şekilde en son çıktığı avdaki büyük zaferlerinden bahsediyordu. Etrafındaki kadınlar büyülenmiş bir şekilde ağabeyime bakarken acaba suratlarına önümdeki yemeklerden fırlatsam nasıl olur diye düşündüm. Kesinlikle komik olurdu ama dadımın da sürekli hatırlatıp durduğu gibi bir prenses gibi davranmalı ve gülümsemeliydim. Akşamın ilerleyen zamanlarında masamıza birkaç misafir daha katıldı. Tavus kuşuna benzeyen süslü bir kontes ve muhtemelen bir de aşığı olan kırmızı suratlı bir kont. Beraberlerinde getirdikleri oğulları ise ikisinden de beterdi ve masaya yerleşirken altındaki sandalyenin çatırdadığına yemin edebilirdim. O da diğerleri gibi İngiltere insanlarının yemesi gereken tüm yemekleri tek başına bitirmişti. Yeni gelenler de yerlerine geçtiğinde hizmetkarlar kadehlerdeki şarapları tazeledi ve Kral Henry altın işlemeli kadehini eline alarak ayağa kalktı ve misafirleri selamladı. "Bu akşam yemekte bana katıldığınız ve sarayımı neşelendirdiğiniz için teşekkür ederim." Babam nadirde olsa bazen gülümserdi ve şimdi de o nadir zamanlardan birini yaşıyorduk. Sadece bu defaki gülümsemesi sahte değil içtendi. "Özellikle Kont ve Kontes Dawson ve oğulları Andrew Dawson'a." Babamın konuşması uzayıp giderken masadaki herkes hayranlıkla babamı izliyordu. Dadım hariç. Gözleri özür dilercesine üzerime dikilmiş, elinde oynayıp durduğu peçeteyle alnında biriken terleri siliyordu. Onu daha önce hiç bu kadar üzgün görmemiştim. Bir şeylerin ters gittiği belliydi ve şu lanet yemek biter bitmez ne olduğunu öğrenecektim. Dikkatimi dadımdan çekip babama yönelttim. Babam konuşmaya devam ederken masadaki bakışlar ondan bana çevrildi. "Sevgili kızım Victoria'yı ve kıymetli Andrew'i nişanlamaktan onur duyarım. Kadehimi ikisi için kaldırıyorum. Şerefe..."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD