Elara’nın zihni gece boyu hiç susmamıştı. Rüyalar parçalıydı. Karanlık bir orman, gökyüzünde dolaşan siyah bir silüet, ve yankılanan bir ses: “Burası senin için tehlikeli.” Uyandığında odası puslu ışıkla doluydu. Gri gökyüzü, Nemoris’in üzerine hala ağırlığını bırakmıştı. Başını yastıktan kaldırdığında, ilk düşüncesi onun gözleri oldu. O gri, keskin, hiçbir duyguyu göstermeyen ama hepsini taşıyan gözler. “Lucien,” dedi fısıltıyla. Bu ismi kimse söylememişti. O da kendini tanıtmamıştı. Ama Elara bir şekilde biliyordu. Bu isim zihnine işlenmiş gibiydi. Kahvaltıya indiğinde annesi mutfağın penceresinden dışarı bakıyordu. Elara sessizce sandalyeye oturdu. Tabağındaki ekmeğe dokunmadan uzun süre karşı duvardaki çatlak fayansa baktı. “Dün okul nasıldı?” diye sordu annesi. “Normal,” dedi Elara kısaca. “Yeni biriyle tanıştın mı?” “Hayır.” Anne sessizce çayı karıştırmaya devam etti. O an Elara, annesinin burada olmaktan huzursuz olduğunu fark etti. Gözleri hep bir noktaya takılıyor, konuşurken sesi sönüyordu. “Bu evde bir şey var mı?” diye sordu Elara aniden. Kadının eli durdu. Kaşığın cam bardağa vurması kesildi. “Ne gibi?” “Bilmiyorum. Garip. Sanki… duvarlar dinliyor gibi.” Annesi bu kez gülümsedi ama yüzüne uğramadan geçen, yapmacık bir gülümsemeydi. “Yeni yerler böyledir. Alışırsın.” Elara, gün boyunca bu cümleyi düşündü. Alışmak. Nemoris’e, sessizliğe, yalnızlığa… ve Lucien’e. Okula yürürken yolda yine o eski kilisenin yanından geçti. Kuzgunlar yine oradaydı. Ama bu kez biri eksikti. Çatıda tek bir kuş kalmıştı ve uykudan yeni uyanmış gözlerle onu izliyordu. Kütüphane binası okulun yanındaydı. Elara’nın en çok sevdiği yer olabilir miydi, bilmiyordu ama içine girdiği anda havasında farklı bir sessizlik hissetti. Rafların arasında dolanırken, bir kitap dikkatini çekti. Derisi çatlamış, başlığı silinmişti ama kenarında bir mühür işareti vardı. İki kanadın arasında bir kılıç. Elara kitabı eline aldığında parmaklarının ucunda bir sızı hissetti. Kitap sıcak gibiydi. Sayfaları karıştırdığında, yazılar eski dillerdeydi ama bazı kelimeler gözlerine tanıdık geldi. “Ne aradığını biliyorsun,” dedi bir ses arkasından. Elara irkilerek döndü. Boş koridor. Raflar sessizdi. Gözlerini tekrar kitaba çevirdiğinde işaret yok olmuştu. Sayfalar boştu. “Bu ne saçmalık…” diye mırıldandı. O anda biri arkasından geçti. Ayak sesi yoktu ama havadaki tını değişti. Başını çevirdi. Lucien. Bu kez daha netti. Aynı ceket, aynı sert duruş. Sanki bu binaya aitmiş gibi, sanki gölgeler onunla hareket ediyormuş gibi. “Beni mi izliyorsun?” dedi Elara, sesi farkında olmadan meydan okur gibiydi. Lucien yaklaştı. Aralarında birkaç adım vardı ama mesafe Elara’ya nefesini tutturacak kadar etkiliydi. “Seninle konuşmamam gerekiyordu,” dedi Lucien. “Ama sen ormana geldin. Kuralları sen bozdun.” “Ne kuralları?” Lucien gözlerini kıstı. “Burada olanların çoğunu bilmiyorsun. Bilmemelisin.” “Ama sen buradasın. Ve ben de.” Lucien bir an sustu. Gözlerini Elara’nın yüzünde gezdirdi. “Beni neden görüyorsun?” Elara cevap veremedi. O da bilmiyordu. Ama gördüğüne emindi. Gözlerini kaçırmadan, adeta onun varlığını içten içe tanıyormuş gibi hissediyordu. “Sen normal değilsin,” dedi Lucien. “Ben de değilim. Ama ikimiz aynı tarafta değiliz, Elara.” “Sen adımı söyledin,” dedi Elara fısıltıyla. “Nereden biliyorsun?” Lucien geri çekildi. “Daha fazla yaklaşma. Seni korumak istiyorsam… uzak durmam gerek.” “Beni neden koruyasın ki?” “Çünkü senin varlığın... diğerlerini uyarır.” Elara bir adım attı. Lucien uzaklaşmak ister gibi geriye çekildi. “Ne demek bu?” “Sen avcısın,” dedi. “Ama bunu henüz bilmiyorsun.” Elara’nın kalbi duracak gibi oldu. Lucien bir gölge gibi geri çekildi ve bir kez daha ortadan kayboldu. Elara arkasından baktığında yalnızlığın içinde başka bir sessizlik duydu. Bu sessizlik artık onun içinde çınlıyordu.
Lucien’in sözleri Elara’nın zihninde yankılanıp durdu: “Sen avcısın… ama bunu henüz bilmiyorsun.” Bu cümle günün geri kalanında peşini bırakmadı. Derslerde yazılan tahtalar silindi, öğretmenlerin sesi uzaktan bir uğultuya dönüştü. Teneffüste kendisine yönelen meraklı bakışları hissetti ama hiçbiri onun ilgisini çekmedi. Tek odak noktası: Lucien. Ve onun söyledikleri. Okuldan çıktığında hava kararmaya başlamıştı. Sis bir kez daha kasabanın üzerine inmiş, ağaçların arasındaki yolları belirsizleştirmişti. Elara ormana gitmedi. Ama onun geleceğinden emindi. Evin bahçesindeki melek heykelinin yanına oturdu. Bu kez dokundu. Parmakları mermerin üzerine bastığında buz gibi bir serinlik tenine yayıldı. Heykelin kanatları açıktı. Tıpkı Lucien’in varlığını hissettiren anlarda gördüğü karanlık gölgeler gibi. “Sen avcısın…” Bu ne demekti? Ne zaman? Kimdi o? Elara, bileğindeki kızarıklığa baktı. Lucien’in onu tuttuğu yerde hala ince bir iz vardı. Sanki dokunuşu sadece tenine değil, içindeki bir yere de işlenmişti. İçeri girdiğinde annesi mutfakta yemek yapıyordu. Tencereden buhar yükseliyor, küçük radyodan eski bir müzik çalıyordu. Elara bir süre izledi. “Bana hiç büyükbabamdan bahsetmedin,” dedi aniden. Annesi kaşığı durdurdu. “Neden şimdi?” “Sadece merak ettim. Buraya taşındık ama geçmişi bilmiyoruz.” Kadın derin bir nefes aldı. “Babanın ailesiyle pek bağım olmadı. Ama baban bu evde büyüdü. Sonra şehirde seni büyütmek için yeni bir hayat kurduk.” “Ama büyükbabam bu kasabada kalmış.” “Evet.” “Neden?” Annesi bir şey söylemeden ocağı kapattı. “Bazı insanlar geçmişleriyle yaşamayı seçer.” “Ama bizim geçmişimizde ne var?” Annesi bakışlarını kaçırdı. “Sen ne biliyorsun?” diye sordu Elara bu kez daha doğrudan. “Hiçbir şey,” dedi annesi hızlıca. “Sadece… bu kasaba eski sırlarla doludur. Ama hepsi anlatılacak kadar gerçek değildir.” Elara’nın aklı karıştı. Bu kaçınma, bu mesafe… Annesi bir şey biliyordu ama anlatmıyordu. Elara odasına çekildiğinde penceresinin önüne oturdu. Bahçede bir hareket gördü. Gölgeler arasında. Lucien oradaydı. Ağacın altında duruyordu. Bu kez gelmemişti. Sadece bekliyordu. Elara ayağa kalktı. Pencereden dışarı çıktı, sessizce arka kapıdan indi. Islak toprak ayaklarının altında çöküyordu. Lucien hiçbir şey söylemeden döndü. Gözleri Elara’nın gözlerine takıldı. “Bana her şeyi anlat,” dedi Elara kararlı bir sesle. “Hazır değilsin.” “Ben karar veririm.” Lucien bir an sustu. Gözleri değişti. “Pekâlâ.” Kasabanın dışında, eski kilisenin arkasında saklı bir alan vardı. Elara onu hiç fark etmemişti. Lucien sessizce önden yürüdü. Ağaçlar karanlıkta uzanıyor, gökyüzü tamamen kaybolmuş gibiydi. Bir taş yapı çıktı karşılarına. Duvarlarında semboller. Kapısı yoktu. Sadece iki sütun arasında bir eşik vardı. Lucien yaklaştı, parmaklarını taşlara bastı. Bir ışık yandı. Sönük ama canlı. Taşların üzerinde semboller parladı. Elara nefesini tuttu. “Bu nedir?” “Bu bir geçit. Avcıların eskiden kullandığı bir yer. Gözetleme taşı.” “Ben… ben bir avcı değilim.” “Ama kanında bu var. Gözlerinle görebiliyorsun. Sesleri duyabiliyorsun. Beni görebiliyorsun.” Elara gözlerini Lucien’in yüzüne dikti. “Sen nesin?” Lucien başını hafif eğdi. “Düşmüş bir meleğim. Adımı unutanların dünyasında bir hatıra gibi kaldım.” Elara geri çekildi. “Yani sen…” “Karanlıkla savaşanlardan biriydim. Ama sonra yasak bir karara direndim.” “Ne kararı?” “Birini korumayı seçtim.” Elara’nın kalbi hızlandı. “Bu kişi…” “Sen değildin. Ama onunla aynı soydansın.” Sessizlik oldu. Elara bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Göğsü daralmıştı. Ama bu karanlığın içinde bir şey vardı. Güvenmek gibi. Lucien bir adım yaklaştı. “Elara, bu kasaba uyanıyor. Ve senin varlığın bir işaret.” “Ne demek bu?” “Kırılan mühürler yeniden açılıyor. Ve seni arıyorlar.” “Beni neden?” “Çünkü sen bir bağ taşıyıcısısın. Işıkla karanlık arasında kalan çizgide doğmuşsun.” Elara’nın sesi kısıldı. “Ben sadece normal biri olmak istedim.” Lucien’in sesi yumuşadı. “Artık bu mümkün değil.” O gece Elara, yatağına yattığında penceresi açık kaldı. Rüzgar perdeleri oynatıyor, odasının içinde gölgeler dolaşıyordu. Ve bir kez daha, o karanlık kanatların yankısı zihnine doldu. Artık geri dönüş yoktu. O karanlığa dokunmuştu.