İbrahim, yorgun ve gururlu bir şekilde Alamut’a geri döndü. Sancak, onu avluda ilk gören kişiydi. İbrahim, gözleri parlayarak Sancak’a koştu.
"Sancak! Görev tamamlandı. Ulak’a Üstat’ın rüyasını ulaştırdım!"
Sancak, içindeki rahatlama ve zaferi bastırarak, yüzüne soğuk bir ciddiyet maskesi taktı. "İyi yaptın, İbrahim. Sadakatin kanıtlandı. Artık Fedai olabilirsin."
Ancak, o akşam Rumi ve Miran'ın yüzleri asıktı. Altı Fedai'nin pusuda kaybolduğu haberi Alamut'a ulaşmıştı.
Rumi, Sancak'ı kuledeki odasına çağırdı. "Vezir Nizamülmülk, saldırıdan haberdardı, Sancak. Güzergahı son anda değiştirmiş. Altı Fedai'miz, sanki Selçuklu onların nereye ineceğini biliyormuş gibi, nehir yatağında pusuya düşürüldü."
Miran, Sancak'a doğrudan baktı. "Senin verdiğin Vezir'in Bağdat yolculuğu haberi, onlara pusu kurmak için yeterliydi. Bilgiyi ya sen yanlış okudun, ya da..."
"Ya da ne, Miran?" diye sordu Sancak, Miran'ın cümlesini keserek. Sesi, meydan okuyucu ama kontrollüydü. "Vezir, kurnaz bir tilkidir. O, bizden bir adım önde olmayı hep başarmıştır. Belki de bu, bize sızmak için Selçuklu'nun uydurduğu sahte bir kervan planıydı. Ve biz, tuzağa düştük."
Rumi, gerginliği yumuşattı. "Miran haklı olarak şüpheci, Sancak. Ama senin sadakatin kanla mühürlendi. Yine de, bu bir uyarıdır. Eğer içeriden bir sızıntı varsa, bunu bulan ilk kişi sen olmalısın. Seni, Nizamülmülk'ün bu kadar iyi bilgilendirilmiş olmasının nedenini araştırmakla görevlendiriyorum. En ufak bir şüphede, o kişiyi bul ve cezalandır."
Sancak, kalbinin buz kestiğini hissetti. Selçuklu'nun casusu, şimdi kendi kendinin peşine düşmek zorundaydı. Nizamülmülk'ün hayatını kurtarmıştı, ama bedeli, Alamut'taki şüphe ateşi olmuştu.