Bölüm 1: Duman ve Ateşin Düğünü
Dağı, taşı, toprağı atalarının nefesiyle bereketlenmiş bir köyde başladı her şey. Rüzgar, sadece çam kokularını değil, asırlardır süregelen törelerin, değişmez kuralların ağırlığını da getirirdi ovadan. Bu köy, bir aşiret gibi kenetlenmiş, her bireyi bir diğerinin hem nedeni hem sonucu olan, kapalı bir kozaydı adeta. Ve o gün, bu kozanın içinde, en görkemli olaylardan biri, bir çifte düğün yaşanıyordu.
Aynı damdan çıkan, aynı ekmeği bölüşen, aynı toprakta yürümeyi öğrenen iki erkek kardeş; Tufan ve Volkan. İkisi de aşiretin uygun gördüğü, beğenip onayladığı, soyları ve ahlakları töreye uygun görülen iki kızla, aynı gün, aynı saatte hayatlarını birleştiriyorlardı. Düğün alayı, köyün daracık sokaklarında, davul ve zurnanın coşkulu, bir o kadar da hüzünlü nağmeleri eşliğinde ilerliyordu. Renkli pullarla işlenmiş bindallılar, parlak ipekler, atların üzerinde dimdik oturan, fakat iç dünyaları fırtınalarla boğuşan iki gelin adayı... Her şey, yüzyıllardır süren bir ritüelin parçası gibiydi.
Tufan, adı gibi bir doğa olayının yıkıcı gücünü taşımıyordu belki, ama sessizliğinin altında, derin suların gizemini barındırıyordu. Ağırbaşlı, sözü dinlenir, omuzlarına henüz genç yaşında ailenin ve aşiretin beklentilerinin yükü binmişti. Yüzündeki ifade hep uzaklara dalmış gibiydi; gözlerinde ise kimsenin çözemediği, belki de kendisinin bile tam anlam veremediği derin bir hüzün ve bir kaçış arzusu vardı. Töre neyi emrediyorsa ona uymuş, hiç sesini çıkarmadan, itiraz etmeden Berivan'ı seçmişlerdi onun için. Berivan ise, rüzgarda titreyen incecik bir fidan misali, narin, utangaç ve kırılgan bir kızdı. Bakışları neredeyse hep yerde, sözleri fısıltı kadardı. Tufan, onu düğün alayıyla kendi evine götürürken, kalbinde hissettiği şey, bir aşk, bir tutku değil, dipsiz bir sorumluluk kuyusuydu. Bu evlilik, onun için bir yuva kurmaktan ziyade, üstlenilmesi gereken bir roldü.
Volkan ise ağabeyinin tam zıddıydı. Adeta adıyla bütünleşmişçesine, içinde kaynayan bir ateş, hayata dair sönmeyen bir enerji vardı. Gözleri hayatla, macerayla ve umutla parlıyordu. Onun için evlilik, ağabeyinin taşıdığı gibi bir yük değil, sıcak bir yuvaya, paylaşılan bir nefese dönüşmeliydi. Gelinini, Dilan'ı, evlerine getirip de duvağını indirdiklerinde, onun kara kara, ışıl ışıl parlayan gözlerinde kendi ateşinin yansımasını gördü. O an, yüreğine bir şimşek çakmış gibi oldu. Törenin ona biçtiği, ailelerin uygun gördüğü bu kız, onun için bir görev olmaktan çıkıvermiş, hayatının en güzel armağanına dönüşmüştü. Düğün gecesi, Dilan'ın yanağına düşen utangaç bir allık, Volkan'ın yüreğine düşen ve orada tutuşan bir kor oldu. Günler geçtikçe bu kor, kontrolden çıkan bir alev gibi büyüdü ve ona delicesine, tutkuyla bağlandı.
Evliliklerinin on beşinci günü, köyün kahvesinde alışılmadık bir telaş, bir koşturmaca baş gösterdi. Dağ başındaki ücra bir karakola ikmal ve erzak götürecek askeri bir birliğin, yolu iyi bilen, bölge şartlarına aşina gönüllü kılavuzlara ihtiyacı vardı. Haber, kahvede sessiz sedasız çayını yudumlayan Tufan'a ulaştığında, gözlerindeki o uzak ve dalgın ifade aniden kayboldu, yerine keskin, kararlı bir bakış geldi. İçinde sönüp duran bir ateş, nihayet alev bulmuştu. Sanki aylardır, yıllardır beklediği fırsat, kapısını çalmıştı. Hiç tereddüt etmeden, ayağa kalktı ve gönüllü oldu.
Berivan, bu haberi duyduğunda yüreği ağzına geldi. "Gitme," deme cesaretini bulamadı. Töreler, kadının kocasının kararına itiraz etmesine izin vermezdi. Sessizce, elleri titreyerek, ona yol azığı hazırladı. Kuru ekmek, peynir ve zeytinin arasına, tarifsiz bir korku ve sonsuz bir endişeyi de sıkıştırdı farkında olmadan. Tufan'a uzattığı paketin üzerine, "Tez zamanda dön," cümlesini zar zor fısıldayabildi. Tufan, bir an için ona baktı. Gözlerinde karmaşık, okunması güç duygular vardı. Elini, Berivan'ın incecik omzuna koydu. Bu dokunuş, söylenmemiş binlerce kelime kadar ağırdı. "Bekle beni," demedi. Bu iki kelime, bir umut, bir söz vermek anlamına gelirdi. O ise içindeki kaosu biliyordu. Sadece, "Kendine iyi bak," dedi, sesi her zamanki gibi derin ve sakin. Sonra döndü ve hiç arkaya bakmadan, askerlerin arasına karışıp gitti. Ardında, daha on beş günlük karısı, dipsiz bir sessizlik ve köy halkının şaşkın bakışlarından oluşan bir enkaz bırakarak.
Volkan, ağabeyinin bu ani ve anlaşılmaz kararı karşısında adeta donakaldı. Onu bir kenara çekti, sesinde hüzün ve öfke karışımı bir tonda, "Neden gidiyorsun Tufan? Daha yeni yuva kurdun! Karın var, evlilik yükümlülüklerin var! Seni burada kimse zorla göndermiyor!" diye haykırdı. Tufan, kardeşinin gözlerinin içine baktı. İçinde kopan fırtınayı anlatacak kelimeleri yoktu. "Bir işim var," dedi, her zamanki gibi kısa ve öz. "Bitince gelirim." Volkan, ağabeyinin bu cevabıyla avutulacak gibi değildi ama daha fazlasını da söyletemezdi. Anlam veremedi, içi acıyarak onu izledi.
Ve Tufan gitti. Atına atladığı gibi, dağların puslu yollarına, ormanların kuytuluklarına, karlı geçitlere ve en nihayetinde hepsinden öte, bilinmezliğin kucağına doğru sürdü atını.
Zaman, acımasız bir ırmak gibi akmaya devam etti. Günler, haftalara; haftalar, aylara dönüştü. İlk kış, köyü beyaz bir örtüye boğup geçti. Karlar eridi, yerini baharın ilk çiğdemlerine bıraktı. Tufan'dan ne bir haber, ne bir mektup, ne de ondan haber getiren bir yolcu vardı. Köylüler başta anlayış gösterdi: "Dağların yolları karla kapalıdır," dediler. "Bahar açılınca, bir kervanla mutlaka haber yollar." Ama bahar geldi, yaz geçti, sonbahar yapraklarını döktü, Tufan'dan yine ses seda çıkmadı. Köy meydanında, kahvede, fırının önünde fısıltılar dolaşmaya başladı. "Acaba başına bir iş mi geldi?" diyenler, "Belki de gönlü bu evlilikte değildi, kaçtı," diye düşünenler oldu. Artık "Acaba?"lar, "Belki de..."lere dönüşmüştü.
Bu sırada Volkan ile Dilan'ın evi, adeta köydeki kasvet bulutlarını yaran bir güneş gibiydi. Evlerinin içi, karşılıklı kahkahalarla, şakalaşmalarla, paylaşılan sırlarla ve tutkulu bir aşkla dolup taşıyordu. Aşkları, her geçen gün daha da kök salıyor, birbirlerine daha sıkı kenetleniyorlardı. Volkan, bu mutluluğunun tam ortasında bile, ağabeyinin yokluğunun yarattığı boşluğu ve daha da acısı, Berivan'ın her geçen gün eriyip gidişini görüyor, içi sızlıyordu. Mutluluğu, bu acıyla gölgeleniyordu.
Berivan ise gerçek bir bekleyiş cehenneminin ortasındaydı. Günlerinin neredeyse tamamını, evlerinin dar penceresinin önünde, Tufan'ın gittiği dağ yolunu gözleyerek geçiriyordu. Gözleri, uzun bekleyişlerden ve dökülen gözyaşlarından dolayı çukura kaçmış, feri sönmüştü. Geceleri, yastığı duaları ve hıçkırıklarıyla ıslanıyordu. Tufan'ın ona bıraktığı tek miras, o ağır bakışlı, anlaşılmaz son anısı ve her şeyi kemiren bir belirsizlikti. Sürekli aynı sorular zihninde dönüp duruyordu: Neden gitti? Onu sevmedi mi? Bu evlilik ona fazla mı geldi? Yoksa ondan kurtulmak için mi bu fırsatı değerlendirdi? Belki de dağlarda bir kaza geçirdi, kim bilir ne acılar çekiyor? Her bir ihtimal, kalbine ayrı bir hançer gibi saplanıyor, onu içten içe kemiriyordu. Yüreği, "Tufan, neredesin? Sağ mısın? Bana bir işaret ver!" diye sessizce feryat ediyordu. Bu bekleyiş, en acımasız, en insanı tüketen işkenceydi.
Ve iki uzun, çileli yıl böyle geçti. Tufan, köyün ve Berivan'ın hayatından, sabah sisi gibi çekilip gitmiş, geriye sadece gözleri çukurlaşmış, umudu tükenmek üzere olan bir kadın ve havada asılı kalan cevapsız sorular bırakmıştı.