4.Bölüm

1441 Words
Bölüm 4: Toprağa Düşen Umut ve Yürekte Açılan Yeni Yaralar Tufan'ın şehit haberi, köyün üzerine düşen bir kara bulut gibiydi. Bu bulut, her evin bacasından sızarak içeri dolmuş, odalarda, yüreklerde ağır, boğucu bir sis olup çökmüştü. İnsanlar, kahvelerde, çeşme başlarında onun mertliğini, yiğitliğini, daha dün gibi hatırladıkları çocukluk anılarını anlatıyor, genç yaşta vatan için canını verişini bir destan gibi dillendiriyorlardı. Ancak bu destan, geride kalanlar için acıtan bir ağıttan farksızdı. Ve bu ağıt, iki bedende diğerlerinden katbekat daha derinden, daha iç paralayan bir şekilde yankılanıyordu. Biri, oğlunun cansız bedenine bile sahip olamamanın, mezar taşına bile sarılamamanın ıstırabıyla kıvranan Gülizar Ana'nın diğeri ise içinde yaşayan ruhun çoktan dağılıp gittiği, sessizliğin en ağır çığlık olduğu Berivan'ın. Berivan, artık sadece bir gölgeydi; pencereden dağlara bakan, gözlerinde Tufan'ı bekleyen bir hayalet. Bu iki ev arasında, sıkışıp kalmış bir ev daha vardı: Volkan ve Dilan'ın sıcak yuva kurma hayalleriyle döşediği, şimdiyse bir yas ve baskı hücresine dönüşen evleri. Tufan'ın ölümü, özellikle Volkan'ın dünyasını temelinden sarsmıştı. Tufan, sadece bir arkadaşı, bir dostu değil, aynı zamanda çocukluktan beri omuz omuza verdiği, ilk tütünü bölüştüğü, kızların peşinden koştukları, hayatın en dikenli yollarını birlikte yürüdüğü bir kardeşiydi. Onun, bir daha geri dönmemek üzere o uğursuz dağlarda kayboluşu, Volkan'ın iç dünyasında onarılmaz yarıklar açmıştı. Her sabah uyandığında, kahvede oturduğunda boş yere kapıyı kolladığı, tarlaya giderken yolda karşılaşmayı umduğu o tanıdık silüetin, o kahkahaların artık olmayışı, zamanla hafifleyecek bir acı değil, aksine her gün tazelenen, her an yokluğuyla varlığını hissettiren bir sızıydı. Tufan'ın yokluğu, evin her köşesinde, sessiz bir çığlık gibi asılı duruyordu. Volkan, bu ağır kaybın yasını tutarken, bir yandan da eşi Dilan'la birlikte ördükleri yeni hayatın iplerini bir arada tutmanın mücadelesini veriyordu. Evlenmelerinin üzerinden neredeyse üç yıl geçmesine rağmen bir çocuk sahibi olamamışlardı. Başlarda "Henüz erken," "Zamanı gelince olur," diye avunmuşlar, köydeki teyzelerin "Allah nasip eder," temennileriyle, birbirlerine olan sevgileriyle idare etmişlerdi. Ancak Gülizar Ana'nın, Tufan'ın acısıyla daha da keskinleşen, daha da acımasızlaşan bir hâl alan "torun hasreti" bu süreci dayanılmaz bir noktaya taşımıştı. Oğlunu kaybetmenin verdiği tarifsiz acıyı, adeta bir erkek torun saplantısına dönüştürmüştü. Onun gözünde, adı Tufan olan bir dal kopmuştu ve şimdi o dalın yerini alacak, adını yaşatacak, ocağın tütmesini sağlayacak bir erkek torun gerekiyordu. Bu, onun için sadece bir istek değil, bir varoluş meselesi, hayata tutunmak için son kozuydu. Her fırsatta, her karşılaşmada, gözlerindeki derin hüznü bir azara, bir çıkışmaya dönüştürerek Volkan'ın karşısına dikiliyordu: "Benim oğlumun yeri bomboş kaldı. Sen de mi bu ocağı söndüreceksin? Bana bir erkek torun lazım! Tufan'ın adını yaşatacak bir evlat! Ne bekliyorsunuz? Zaman geçiyor, ben toprağa girmeden gözlerim bir erkek torun görsün! O dağlar bir oğlumu aldı, siz de mi bana sahip çıkmayacaksınız?" Bu sözler, Volkan'ın yüreğine her deyişinde, Tufan'ın yokluğunun acısını bir kat daha artırıyor, üzerine ağır bir sorumluluk, bir vicdan azabı yüklüyordu. Annesinin bu ısrarına, bu çaresiz çığlığına daha fazla dayanamadı. Bir akşamüstü, henüz lambaları yakmadan, loş oturma odasında Dilan'la oturup konuştu. Yüzü, annesinin sözlerinin ağırlığıyla çökmüştü. "Artık dayanacak gücüm kalmadı, Dilan," diye başladı, sesi yorgun ve kırık. "Hem annemin sözleri yüreğimi dağlıyor, hem de bizim için... Bu belirsizlik bitsin istiyorum. Bir yolunu bulmalıyız. Hastaneye gidelim. Sebebini, ne olup olmadığını öğrenelim." Dilan, gözlerindeki derin endişeyi ve korkuyu gizlemeye çalışarak, sessizce başını salladı. O da bu sessiz bekleyişin, fısıltıların ve kendine dair içten içe büyüyen şüphenin yükünden yorulmuştu. Büyük şehrin kalabalık, soğuk ve yabancı hastanesi, onlar için ürkütücü bir labirent gibiydi. Beyaz önlüklü insanlar, koşuşturmalar, bitmek bilmeyen koridorlar... Bir dizi test, bir dibi görünmeyen bekleyiş... Sonuçların açıklanacağı gün, koridordaki plastik ve soğuk sandalyelerde otururken, Volkan'ın avuçları ter içindeydi, nabzı şakaklarında atıyordu. Dilan ise sanki bir hükmün, hayatının geri kalanını şekillendirecek bir kararın açıklanmasını bekliyor gibiydi; yüzü solgun, bedeni gergin. Doktor, odasına çağırdığında, yüzündeki ciddi, profesyonel ifade daha kapıdan girerken her şeyi anlatmaya yetmişti. Masasının üzerinde duran raporlara anlamsız bir şekilde bir göz attı, sonra ağır ağır onlara döndü. "Öncelikle sakin olun," diye başladı sesi, duvarlara çarpıp geri dönen, duygusuz bir tonda. "Yapılan testler ve incelemeler sonucunda, maalesef Dilan Hanım'da, hamile kalmayı engelleyen bazı tıbbi sorunlar tespit ettik. Rahimle ilgili, yapısal bazı problemler... Yani, kısacası... doğal yollarla çocuk sahibi olma ihtimaliniz maalesef çok düşük." O sessiz odada zihinlerinde çakan şimşek, dışarıdaki en gürültülü fırtınadan daha yıkıcıydı. "Çok düşük" kelimesi, havada ağır ağır süzülerek Volkan'ın beynine, kalbine mıhlanmıştı. Dilan'ın yüzü bir anda bembeyaz olmuş, dudakları hafifçe titremiş, nefesi kesilmişti. Gözleri, bir anlığına Volkan'ın yüzünde beliren o şok, o hayal kırıklığı ve çaresizlik ifadesini yakalayıp hemen kaçtı, yere dikildi. İçine düşmüştü, dibi görünmeyen, karanlık, buz gibi bir kuyuya. Ayaklarının altındaki zemin kaymış, geleceğe dair kurduğu tüm hayaller bir anda çökmüştü. "Hiç mi... hiç mi şansımız yok?" diye zorlukla sorabildi Volkan, sesi titreyerek, boğuk bir çığlığa dönüşmeden. "Tüp bebek gibi yardımcı üreme yöntemleri denenebilir, ancak onun da başarı garantisi yüzde yüz değil. Üstelik hem fiziksel hem de duygusal olarak yıpratıcı, uzun bir süreç. Ve maliyeti oldukça yüksek. Ama öncelikle Dilan Hanım'ın detaylı bir tedavi sürecine, belki de bir dizi operasyona girmesi gerekiyor," diye ekledi doktor, her kelimeyi tartarak, adeta bir yargıç edasıyla. Eve dönüş yolculuğu, gelişlerinden çok daha ağırdı. Arabanın içi, konuşulmayan, ama her santimetrekaresini dolduran, nefes aldırmayan bir acıyla, bir suçluluk ve çaresizlik duygusuyla doluydu. Volkan'ın aklı, annesinin "erkek torun" istekleriyle, doktorun "çok düşük" ve "maliyetli" sözleri arasında gidip geliyordu. İçinde, Tufan'a duyduğu özlemin yanı sıra, babalık, bir çocuğun kahkahasıyla dolacak ev hayallerinin yerle bir oluşunun şoku vardı. Yan koltuğunda oturan Dilan ise kendini tarifsiz bir suçluluk duygusuna ve değersizlik hissine teslim etmişti. Bedeninin, bir kadın olarak en doğal, en temel işlevlerinden birini yerine getiremeyişi, onu derinden yaralamış, kimliğini sarsmıştı. Volkan'a, Gülizar Ana'ya, hatta Tufan'ın hatırasına karşı mahcup hissediyor, "eksik" ve "kusurlu" olduğu düşüncesinin ağır zincirleriyle boğuşuyordu. "Benim yüzünden ocağı sönecek," cümlesi, zihninde bir uğultu gibi dolanıp duruyordu. Köye vardıklarında, Gülizar Ana, sanki içgüdüleriyle haberi almışçasına, evlerinin önünde, kapının eşiğinde onları bekliyordu. Yüzünde umut dolu, ama bir o kadar da despot, acımasız bir ifade vardı. "Ne dedi doktor? Hayırdır inşallah? Bir şey çıkmadı değil mi?" diye sordu, sesindeki baskılayıcı ton ve gözlerindeki ısrarlı bakışlarla. Volkan, arabadan ağır adımlarla inerken gözlerini annesine dikemedi. Yere, ayaklarının ucuna bakıyordu. "Öyle... Karışık işte anne. Dilan'ın bir tedavi görmesi gerekiyor. Zamanla olur inşallah," diyerek geçiştirdi, sesi çatallanarak. Ama Gülizar Ana, oğlunun yüz ifadesindeki hüznü, başarısızlığı ve o ezik duruşunu anında okumuştu. Umut duvarları bir anda çatırdadı. "Tedavi mi?" diye yükseltti sesini, bir anda köyün sessizliğini yırtarcasına. "Neymiş bu tedavi? Demek ki bir şey var! Söyle bana, ne var? Neden olamıyormuş işte? Bir kadın neden anne olamazmış?" Volkan, daha fazla baskıya, daha fazla sorgulamaya dayanamayacağını anlayınca, içinde biriken acı ve öfkeyle patladı. Gerçeği olduğu gibi, yalın, süslemesiz ve acımasız bir şekilde anlattı. "Dilan kısır, anne! Doktor öyle söyledi! Anlamıyor musun? Doğal yollarla olma ihtimali yok denecek kadar az! Tüp bebek falan deneyeceğiz, o da para ister, zaman ister, garantisi yok! Anladın mı şimdi?" Gülizar Ana'nın yüzündeki son umut kırıntısı da bir anda yerini mutlak bir şoka, sonra da katıksız, yakıcı bir öfkeye bıraktı. Gözleri, önce Volkan'a, sonra arabanın içinde, kapıyı açmaya, yüzünü göstermeye cesaret edememiş, titreyen Dilan'a dikildi. O bakışlar, artık bir annenin, bir gelinin değil, soyunun devamı önünde bir engel gördüğü bir yabancının üzerindeydi. Tufan'ı kaybetmenin acısı, şimdi erkek torun hayalinin de suya düşmesiyle birleşmiş, içindeki bütün sevgi ve şefkat duygularını, merhameti yakıp kül etmişti. "Demek öyle..." diye mırıldandı, sesi buz kesmiş, titreyerek. "Bir oğlumu aldılar benden, şimdi de öbür oğlumun ocağını söndürüyorlar. Demek bu eve uğursuzluk bir kere girdi, her yanımızı sardı. Önce Tufan'ımı aldı, şimdi de soyumuzu kurutmanın yolunu buldu. Lanet... Üzerimize bir lanet çöktü." Bu sözler, özellikle o "lanet" kelimesi, Dilan için son darbeydi. Arabanın ince camından duyduğu her kelime, bir hançer gibi saplanıyordu kalbine. Kendini, sadece kısır bir kadın değil, aynı zamanda bir ailenin soyunu kurutan, ocağını söndüren, bir "lanetli" olarak görmeye başladı. Volkan ise annesiyle karısı arasında, iki ateş arasında sıkışıp kalmıştı. Bir yanda oğlunu kaybetmiş, şimdi de tek umudu olan torun hayali paramparça olmuş, acısını öfkeye dönüştürmüş annesi, diğer yanda kendini değersiz, suçlu ve kırık hisseden, belki de onu terk edecekler korkusuyla titreyen eşi... Tufan'ın yokluğu, evin içini bir matem bulutu gibi sarmışken, şimdi bu yeni haber, o bulutun içine zehirli, boğucu bir duman karıştırmıştı. O gece, Volkan'ın evinde de kimse uyuyamadı. Tufan'ın anısı, odaları dolduran ağır bir heykele dönüşmüştü. Dilan'ın yastığına akıttığı sessiz, ama yakıcı gözyaşları, gece boyunca kurumadı. Volkan'ın derin, içe işleyen iç çekişleri ise duvarlara çarpıp duruyor, evin sessizliğini acımasızca delip geçiyordu. Tufan'ın ölümü, sadece bir askerin toprağa düşüşü değil, geride kalanların hayatlarını da yerle bir eden, umutlarını, hayallerini, aile bağlarını toprağa gömen bir depremdi. Ve şimdi, bu enkazın altından yeni bir hayat filizlendirmek, hiç olmadığı kadar zor, belki de imkansız görünüyordu. Geriye, Tufan'ın yarası henüz kapanmamışken, iki yürekte daha açılan ve kimsenin nasıl saracağını, neyle iyileştireceğini bilemediği derin, kanamalı yeni yaralar kalmıştı. Bu yaralar, belki de hiç kapanmayacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD