Saat gecenin üç buçuğu. Günlerden hangisinde olduğumu bile bilmiyorum. Gözlerimden uyku akarken önümdeki kül tablasına parmaklarımı yakan sigarayı artık ne hissedeceğimi bilemeyerek söndürüyorum. Bir aydır zaman bu şekilde geçip giderken o muydu giden yoksa ben mi? Unuturum diye korktuğum anıları biriktiremedim bile. Acı, acılar, acılarımız… Benden geriye ne kaldığının da bilincinde değilim.
Artık hissetmemek gibi bir şey benimki. Zamanla şeffaflaşıyorum. Hem şeffaf hem de ağırlaşmak bu. Bende zamanla birlikte akıyorum. Annemin de babamın da bana öğrettiği en önemli şey neydi? “Her şeye rağmen, ne olursa olsun; Aydınlık, karanlığı mutlaka kovacaktır?” Hani? Nerede? Ne zaman kovacak? Nefesimi kesen bu karanlığa girdiğimden beri düşüncelerim bile benden uzaklaştı. Araştırıyorum. Mesleğimde bu değil mi zaten?
İyiler, sessizce terk ediyor bu dünyayı. Ne yaparsan durduramıyorsun. Düzen dediğin işte böyle acımasız.
Defterde yazanlardan en çok etkilendiğimin bu olduğunu içten içe hissediyorum. Bir de ne vardı?
Hürriyet güzel şey ama iş paraya gelince ikinci planda kalıyor.
Bir aydır kasıp kavrulduğum sıkıntı bu defterde yazan komplo teorilerinin beynime girmesiydi. Ben değil miydim dergide köşe yazısı yazan ve orada artık komplo teorilerinin gerçek olmadığını söyleyen. Zihinsel tembellik dedim buna. Karmaşık sorunlara basit cevaplar bulanların yoluydu o. UFO’lar, İlluminati, Tapınak Şövalyeleri… Artık her bilgiye ulaşımımız daha fazla ve yeni dünyada üretilen safsatalara neden inanılıyor? Güç azaldıkça bu inanç daha da yükseliyor bu bir gerçek. Peki. Bir aydır ben, bu düşünceyi savunan ben, nasıl bir komplonun içerisindeyim?
“Ne tuhaf değil mi Nur?” İçi geçti geçecek olan masa arkadaşım ne dediğimi idrak edemediği için boğazından sadece Hı! Sesi çıkıyor. “İnsan bir günde değişebiliyormuş.” Diye ekliyorum.
“Turna günlerdir araştırıyoruz ama ipin ucu nereye gidecek bilmiyorum. İlhan Bey artık yeter dedi. Ben de durmamız kanısındayım.” Beni anlamıyorlardı. İşin içinde olan herhangi biri değil benim babamdı. Babamın şehit olmasından sonra giden annemin hayat sevinciydi, benim çocukluğumdu. “Başım çatlıyor kızım. Artık yatalım.”
“Tamam sen yat.” İtiraz etmeden kıvrıldığı koltuktan kalkıyor. Eskiyen eşyalarım bana mutlu günlerimi hatırlattığı için atamadığımı biliyorum. “Nur.” Diyorum salondan çıkacakken, dönüp bakıyor. “Teşekkür ederim.” diye ekliyorum yüzümde belli belirsiz bir gülümsemeyle. Başını sallıyor ve çıkıyor odadan. Ardından bende kalkıyorum. Işığı kapatacakken gözüm konsolun üzerindeki fotoğrafa ilişiyor. On bir yaşında babam ve annemle gittiğim son tatil geliyor aklıma ve hemen ardından kara haberi aldığımız günün sabahı. O güne çocuk olarak uyanmak istemezdim mesela. Her kadın ömrünün bir yerinde düşermiş. Ben daha çocukken düşmüştüm ve maalesef sürüne sürüne kendim kalkmıştım ayağa. Halbuki okuduğum kitapta düşen kadını kaldıran biri vardı hep.
Karanlığa büründürdüğüm evde odama geçiyorum. Pijamalarımı bile giyinmeden atıyorum kendimi yatağa. Elimi başımın altına koyarak gözlerimi tavana dikiyorum. Geçmiş muhasebesi yapmayı bırakmıştım da… Hiçbir şey olmamış gibi hayatın devam etmesi küçük yüreğime ağır gelmişti. Sadece bu eve adım atınca aile eksikliği bir tokat gibi vurmuştu suratıma. Kimlerin destek olduğunu, kimlerin o gün yanımızda olduğunu, canı gönülden yardım ettiğinin muhasebesini yapıyordu annem sürekli. Anlatamamıştım ki ona, bu acı öyle geçmez anne diyememiştim. Aksine daha güçlü olmak durumunda bırakılmıştım. Kendimden başka kimseye kızmadım ben. Kendime her hatamda kızdım ki bir dahakinde yeni sorunlar türemesin diye. Böyle başarılı oldum. Böyle tanınan ve istenilen bir gazeteci oldum.
Ben Turna Kanlıca, sanırım hayatımın hikayesini yazmak üzereyim. Bu araştırmamın sonunda hem gerçeklere ulaşacak hem de yer yerinden oynayacak. Yüreğimdeki, beynimdeki, tüm hücrelerimdeki kıpırtılar sadece buna işaretti, sadece buna…
Saat on gibi yataktan zorlanmadan çıktım. İnsanın bedeni hiç yorulmaz mı? Yorulmuştum ama yatakta vakit öldürmek istemiyordum. Her şeyi tüm çıplaklığıyla öğrenme dürtüm daha ağır basıyordu. Baş ucumdaki defteri aldım. Henüz yüzümü bile yıkamamıştım.
Siz de günün birinde kendinizi doğurmak zorunda kalacaksınız.
Yazıların yanı sıra ayin fotoğrafları da mevcuttu. Kendi eliyle çizdiği… düşünmeden edemiyordum ki bunları. Mutfağa geçerek filtre kahveyi hazırlamaya başladım. Bizim sektör ayakta kalabilmek adına kahveyi bol tüketirdi. Nur montajda ben de hem araştırma ekibinde hem de dikte kısmındaydım. Ayda bir kere yazdığım köşe yazıları genel olarak gündemden oluyordu. Yazılarımın büyük takipçileri vardı.
“Böylece sesini duyurabiliyorsun işte Turna.” Patronumda memnundu durumdan. Kim memnun olmazdı ki?
“Günaydın.” Nur’un sesiyle altındaki sürahisine damlamaya başlayan kahveden çektim gözlerimi.
“Günaydın. Yüzümü yıkayayım hemen geliyorum.” Böyle donuk biri değildim ben. Defterdeki gibi kendimi doğurmaya başlamıştım. Bu sancılar onun içindi. Aynadaki solgun aksim bile korkutmuyordu artık beni. Havluyla yüzümü kuruladıktan sonra bileğimdeki saç lastiğiyle tenimin beyazlığına inat kan kırmızısı saçlarımı topladım. Çok fazla uzamıştı ama vakit var mıydı? Kuaföre bile gidecek psikolojide değildim ki.
“Bugün neler bekliyor acaba bizi?” masanın hemen yanındaki koltuğa oturmuş aynı benim gibi kararan ruh haliyle bakıyordu bana. İstemeden de olsa onun da canını sıkıyordum.
“Bugün sen gelme ben kendim halledeyim. İlhan Bey ikimizi de göremezse sıkıntı olur. Dünde dediğin gibi artık bu konuyu irdelememizi istemiyor.” Kahve makinasının sesiyle tezgâha doğru ilerledim ve iki kupa aldım. Ben sade içerken Nur bol sütlü içiyordu.
“Benim kafam çorba oldu zaten. Şamanizm, Şaman, Tahtakuşlar köyü, babanı kim öldürdü… Hepsi çok fazla.” Hepsi tabi ki de çok fazlaydı. Babam neden ölmüştü, bu bile benim için cinnet geçirme sebebiydi.
“Sular Çekilince’yi teslim et İlhan Bey’e. Bu ay cepten yiyeceğiz. Kafam yerinde değil ki oturup yazayım.” Eskiden çok sık yazar her ihtimale karşı kenarımda yazıları biriktirirdim o gün bu gündü.
“Tamam canım. O zaman ben hazırlanayım. Öğlen devir alacağım.” Yanımdan gittiğinde zihnimde oturttuğum planları düşünüyordum. Eskiden aylarca düşünür günlerce yazardım. İlk zamanlar başka bir köşe yazarı paylaşırdı yazılarımı. Şimdilerin en büyük sorunu usta çırak muhabbeti… Öncelerden de durum böyle miydi bilinmez de şimdilerde sıkıntı büyüktü. Benim yazılarımla ne övgüler toplamıştı dönemin ünlü kişisi.
Nur gibi ben de hazırlanmalıydım. İnstagramdan iletişime geçtiğim Şaman Mert’ten haber bekliyordum. Bugün müsait olursa bana defter konusunda yardımcı olmasını umuyordum. Aslında Mert’in tam anlamıyla Şaman olup olmadığını bilmiyordum. Onun hakkında bildiklerim i********:ındaki paylaşımlarıydı. Pek çok insanın gözdesi olmayı başarmıştı. Ondan haber gelene kadar Beyazıt kütüphanesine giderek biraz daha araştırma yapabilirdim. Buralarla olacak iş değildi bu ama en azından İstanbul’daki işimi bitirip diğer şehirlere öyle geçmem daha makbul olurdu.
Komedinin üzerindeki defteri alıp çantamın yanına koyacakken elimden düşürdüm. Açılan sayfaya gözüm ilişti…
Herkes sevdiğini tanır sesinden
Bizlere bu nida haslar hasından
Kırkların içtiği dolu tasından
Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver