Borahan SOYLU
O bir geziciydi!
Gizli görevlerde en önemli bilgileri toplayan ve bunu diğer düşmanlara karşı kullananlara deniliyordu. Ve bu kadın gezicinin beyin dalında çok önemli bir rol aldığı gelen bilgilere ve görevlere bakıldığında belli oluyordu.
Geziciler yüzleri ve meslekleri açık bir şekilde ortada bulunurdu. Görevleri bitince de genellikle yüz nakliyle farklı bir kimlik edinir başka görevlere çıkarlardı. Yanımdaki genç görünüyordu ilk görevi olduğu açıktı. Yıllar sonra yüzünü değiştirip başka görevlere gideceği açıktı.
Siktir! Yıllar sonra gidip bulmak gibi bir salaklık düşünmüştün değil mi Karakurt? Asla bulamazdın onu.
Geziciler sıkı eğitimden geçer sayılı üniversitenin verebileceği en iyi eğitimden bile yüz kat daha çok ders alıp üstün bir zekayla meslek edinirlerdi. Kadının tırlarca silah çıkarmasından belliydi. Şov yapmıştı adeta. Rusya hayatta bunu kaçırmazdı. Şimdi onu onların inine bırakacaktım.
Siktir!
O benim ilk gördüğüm geziciydi. Onları hep deli gibi bir şey olduklarını düşünürdüm. Beyinlerini adeta makineleştirdiklerini düşünürdüm. Ama kadın normal görünüyordu.
Elimdeki plakadan bu gece çıkacağım yolun koordinatlarını son kez okuyarak kapattım. İki haftalık bir yol bizi bekliyordu. Şehir içlerinden kırsal bölgelerden geçip Rus sınırına kadar götürecektim. Sonrasında ise Ruslar benden çalıp götürecekti!
Plakayı botumun topuğuna yerleştirip oturduğum yerden kalktım. Geceye kadar mağarada beklemek zorundaydım. Bilgilere göre dağlar temizdi ama ben kimseye güvenmezdim. Gözümü dört açacaktım.
Geri mağaraya yürüyüp girişe dışarından görülmeyeceğim şekilde oturdum. Başımı çevirip perdenin arkasında beni bekleyen kıza kaşlarımı çatarak baktım. Benimle olmaya pek istekliydi ama ona dokunamazdım. Bu yasaktı! Emirleri çiğneyemezdim. Hem benim on iki yıl boyunca birlikteliğim de yasaktı. Bunu delmeyi düşünmem bile aptallıktı.
On iki yıldır tek bir kere bile yoldan çıkmamış emirleri zamanından önce yerine getirmiş kusursuz işler çıkarmıştım. Ve aklım o zaman da hiçbir şeye kaymamıştı. Şimdi bu yüzünü dahi görmediğim kadına olan tavrım sinir bozucuydu. Bir altı yıl daha bekleyecektim altı üstü. On iki yıl dayanmıştım.
“Geldin mi?” diye fısıldadı battaniyenin arkasında.
Kaşlarımı daha derin çatıp burnumdan soludum. O nasıl seslenmek?
“Evet. Sen uyu bütün gece yürüyeceğiz. Dinlenmelisin.” dedim olabildiğince sert çıkmasını sağladığım sesimle.
“Sen yaralısın ama.” dedi yine aynı sessizlikle.
Yani? Gel sen de mi yat diyordu? Başımı hızla mağaranın girişine çevirdim. Öfkeden gözlerim kararırken “Sana yat dedim! Benimle bir daha sınırları aşarak konuşma! Yat!” diye kısık ama oldukça sert çıkan sesimle bağırdığımda mağaradaki soğukluğu ben bile hissettim.
Çıkışıma karşılık cevap vermedi. Benden korkmalı ve aklından her ne geçirse siktir etmeliydi. Göreve gidecekti yol üstünde keyfine mi bakmaya çalışıyordu? Onun da büyük ihtimal birliktelik yasak kuralı olmalıydı. Türk’üm diye üzerime atlaması yanlıştı.
Gezici olduğunu anlamasaydım doğru derdin ama!
Beynimdeki o ikinci sese üç beş şarjör boşaltma ihtiyacıyla iç çektim. Görevlerini yerine getiren üstün hizmet başarısı olan bir askerdim. Hata yapmazdım. Benim böyle bir lüksüm yoktu!
Karanlık çökene kadar kendimle kavga edip dışarıdaki hareketliliklere odaklandım. Kuşlar uçmuş bir kaç hayvan su içmeye dereye inmiş bir yılan da mağaranın girişinden geçip gitmişti. Zehirli değildi olsaydı öldürmek zorunda kalırdım.
Karanlık tam anlamıyla çöktüğünde yerimden kalktım ve cebimdeki küçük feneri çıkartıp battaniyenin arkasına geçtim. Kadın benim yattığım yerde battaniyenin üzerinde uyuyordu. Feneri yüzüne tutup gözlerimi kıstım. Maskesi ve gözlüğü hala yüzündeydi. Onlarla rahatsız görünüyordu. Saçları yüzünün her yerine dağılmış ona dair her şeyi saklıyordu. Saçlarını da boyamıştır kesin.
“Böyle mi insanları uyandırırsın?” diye sordu aynı şekilde yatmaya devam ederken.
Gözlerimi kısıp daha dikkatli baktım. Siktir uyandığını fark edememiştim. Çok iyi rol yapıyordu. Ona giderek inanmasam daha iyi olurdu. Sonuçta o bir geziciydi. Beyinleri kontrol etmesin çok iyi bilirdi.
Beni de mi bu sayede kendine bu kadar çekmişti?
Ama onu laboratuvarda gördüğümde bana doğru yürüyüşünde farklı bir şey hissetmiştim. Kadın olmasıyla belki alakası vardı. Sonuçta belden aşağısı on iki yıldır kadın dokunuşundan oldukça uzakta yalnızlığa terk edilmişti.
“Kalk yemek yiyip yola çıkacağız. Fazla oyalanma.” dedim kelimelerim üstüne sertçe basarak. Bundan sonra gereksiz muhabbete yer yoktu.
Kadın uzandığı yerden doğrulup oturdu daha sonra yüzündeki maskeyi ve gözlüğü kontrol etti. “Peki dediğin gibi olsun.” diye nefesini verip yanı başındaki çantayı karıştırmaya başladı. “Burada çok az konserve var. Bize iki hafta yeter demişti.”
“Şimdilik yeter.” diye homurdanıp girişi göreceğim şekilde yere oturdum. Kazık dikilmekten yaram oturduğumda acıdı.
“Yemeğini ye iğneni yapalım.” dedi kadın iki kutu çıkarıp ortaya koyduğunda. “Ben yeşil mercimek yesem olur mu?”
İstediğini bırakıp kendim diğer kutuyu aldım. Fenerin ışığını oldukça kısıp ortaya bıraktığımda arkamı dönerek maskemi yukarı çektim ve yemeğimi yemeye başladım. Taştan yumuşak ne varsa yerdim çoğu zaman bulduğum küçük yılanları ve kertenkeleleri yerdim. Yalnız ben yemek yerken kadının yemek yediğini duymuyordum.
“Yemeğini ye dedim sana!” diye dişlerimin arasında tısladım. Bilerek sert çıkıyordum çünkü benden yüz bulup yaklaşmasını istemiyordum. Çünkü o raddeye geldiğimde sikimle beynim arasında on iki yıl sonra köprüler devriliyordu. Onları inşa edip göreve odaklanmak ise saatlerimi alıyordu.
“Sana nasıl sesleneceğim? Takma bir adın var mı?” diye o ince kadınsı sesiyle konuştuğunda gözlerimi yumdum. Maskesini çıkarmış oldukça net geliyordu melodi gibi dökülen sesi.
“Adam de.” dedim homurdanarak. “Ben de sana kadın diyeceğim.”
“Hıh! Pek yaratıcı!” diye nefesini verdiğinde bir daha gözlerimi yumdum.
Boş muhabbetlere yer vermemeliydim.
“Her neyse! Yemeğini ye hazırlan kadın!”
“Kadın!”
Pek hoşuna gitmemişti ama benim de sikimde değildi.
Konuşacak bir şey yoktu yemeğimi hızla yedikten sonra gözümü dışarıya dikerek onun da bitirmesini bekledim.
“Bitti mi?” diye sordum üç dakikanın sonunda.
“Evet.” diye boğuk sesiyle konuştuğunda maskesini de taktığını anlayarak döndüm. Bağdaş kurmuş beni izliyordu. “İğne.” dedim gözlerimi kısıp.
“Uzan.” dedi nefesini vererek ve yanındaki çantadan yardım kitini çıkardı. Gözleri bendeydi. Bir saniye sonra ise kasıklarımda. “Utanmıyordun öğlen.” diye mırıldandı.
Dişlerimi sık sıka dizlerimin üstüne çıkıp sinirle kemerimi çözmeye başladım. Yine mağara küçüldü her sese her nefes alışverişine dikkat kesilerek kemerimi iki yana attım. Üsteki düğmeyi de açıp çenemle oturduğu yeri gösterdim. Gözleri her ne kadar yüzüme çıksa da çoğunlukla kasıklarımdaydı. Siktir eğer bakmaya devam ederse bütün gece kalkık bir sikle dağları aşacaktım.
Yerinden yavaş yavaş yana kayıp bana yer açtı. Yüz üstü uzandığım gibi pantolonumu aşağı doğru çektim kalçamı açtım.
“Dağda biri kulağına bu kızdan uzak dur falan mı dedi?” diye mırıldanırken iğne yapacağı yere pamuk sürdü. “Yılanlar mı?”
Ne diyordu bu?
Kalçama saplanan iğneyle irkildim. Hızlı batırmıştı. Neden böyle yaptı diye kendime sorarken bir daha hırçınlıkla kalçama pamuğu bastırdı. “Geri geldiğinde konuşacaktık!”
Başımı dağa taşa vurma isteğiyle gözlerimi yumdum. Maalesef o defter açılmadan ateşe atılmıştıı. Derin bir nefes verip beynimi siken omuz ağrımı siktir edip hızla ayağı kalktım. Hızla kemerimi bağlarken yerde bana sinirli baktığına emin olduğum kıza bakıyordum. Kemerimi bağladığım gibi göğsümü şişirdim.
“Kendini mağarada bilmediğin tanımadığın bir adama sunacak kadar aptal bir kadın olmadığını fark ettim!” dedim sinirle. En doğrusu bu olacaktı çünkü o çekim zımbırtısını saatler önce görev bilinciyle doldurmuştum. Sikse beni kendine çekemezdi!
Bana o şekilde hareketsiz baktığı süre boyunca daha sert daha acımasız göründüm. Aşağı yukarı sözlerimde de haklıydım. Kendini tanımadığı bir adama sunmamalıydı.
Hala bana bakmaya devam ederken yerdeki ve asılı battaniyeleri yardım kitini çantaya tıktım. Çantalar fazla büyük değildi. İkisini üst üste sırtıma atıp belime attığım silahları kontrol ettim. Her şey olması gerektiği gibiydi.
“Çıkıyoruz!” diye kısık sert sesimle haber verip yanından ayrıldım.
Madem benim sert tarafımla susuyordu o şekilde devam ederdik.
Mağaranın girişini kontrol ederken adım sesleri geldi. Elimi kaldırıp bileğine atacağım sırada itiraz etmeden uzatmasıyla başımı yüzüne çevirdim. Yine aynı şekilde koşulsuz teslim oluyordu. Güvendiği için mi teslim oluyordu? Yoksa o tuhaf sikim şey yüzünden mi? Bilemeyecektim çünkü sormayacaktım. Bileğinden sertçe tutarak belirlediğim rotaya doğru yol aldım. Önce dere boyu yürüyecek daha sonra dağlarından arasından kuzeye doğru yürüyecektik.
Güneş doğmadan terk edilmiş bir köy bulmak zorundaydık bir de. Hızlı yürüseydik bildiğim bir köye geçerdik ama kadınla alacağımız yol belliydi.
“Hızlı yürümem gerekiyorsa yürürüm. Planını ona göre yapabilirsin.” dedi dere boyu yürümemizin üzerinden bir saat geçtiğinde.
Başımı çevirip yüzüne tepeden baktım. O da başını çevirip bana baktı ama birbirimizin gözlerine şahit olamıyorduk. Boşluğa bakar gibi bakıyorduk birbirimize.
Bir de neden hala teslimiyetini devam ettiriyordu? Ne yaparsam yapayım boyun mu eğecekti? Türk askeri olduğum için miydi?
Dilimin ucundaki soruyu sertçe yutkundum. Beni tanıyor musun gibi salakça bir soru sormayacaktım elbette. Ama... Ama bir şey beni tetikte beklememi söylüyordu. Bir şey beni uyarıyordu. Neydi bu?
“Tamam. Hızlı yürüyeceğiz.” dedim ve önüme dönüp adımlarımı hızlandırdım. Ve o da hızlı adımlarıma aynı şekilde karşılık verdi. Ne korktu ne de itiraz etti. Teslimiyetin damarlarımda dahi hissediyordum. Bana bu kadar teslim olmuş bir kadına daha ne kadar direnecektim?