(Borahan ve Dilan ingilizce konuşuyor hala. İngilizce yazıp açıklama olarak Türkçe eklerdim ama okuyunca insanı yoruyor.)
Borahan SOYLU
Onu bir daha göreceğimi düşünmüyordum beni maskemin üzerinden öpmeden önce. Öpücüğü bütün planlarımı değiştirmişti. Altı yıllık görev sürem bittiği gibi onu aramaya çıkacak nerede olursa olsun bulacak ve öpücüğüne hakkıyla karşılık verecektim.
Yapacaktım.
Bir kere istemem yeterliydi. Aklıma koyduğumu yapmadan günlerce uyumayan kendini içten içe yiyip tüketen bir manyaktım.
Ama ben arkasından o an için peşine düşmemek için planlar yaparken kader bir kez daha benim için farklı bir yol çizmeyi uygun bulmuştu.
Vuruldum.
Görev başında karanlıkta kadının beyaz önlüğünün içindeki bedenini süzersem olacağı buydu. Öpücüğüne kalkan bir yerlerim kurşun yarasıyla postuna geri gömülmüştü tabii.
Kardeşimin kollarında adını bilmediğim ama öpmek için sabırsızlandığım kadına getirilmem ise on iki yıl sonra ilk defa göğsümdeki organı hissetmemi sağladı.
Sırtımdaki parmakları hisseder hissetmez bilincim reset atılmış gibi kendine geldi. Olup biten bir film şeridi gibi hafızamdan akıp giderken burnumun dibindeki o kokuyu aldım. Sabun ve zambak. Siktir! Oydu!
On iki yıldır hissetmediğim aletimi kurşun yarasına rağmen dirilten sıcak dokunuşuyla bir daha sırtımda gezinmeye başladı. Konuşuyor bir şeyler diyordu. Sesi boğuktu. Maskesi hala yüzünde olmalıydı. Tıpkı benimkinin de yüzümde olduğu gibi. Bana bir şeyler söylüyor askeriymişim gibi emir veriyordu. Anlamadım ama hissettirdiklerine takılıp kaldım. Sesi uyarıcı gibiydi. Aletim her geçen saniye yüz üstü uzanmam dolayı daha çok canımı yakarken homurdanarak ellerimi yere koydum. O zaman omuzumdaki yarayı hissettim. Ama yara sızıdan ibaretti. Sonunda sırt üstü uzanıp kirpiklerimi araladım. Hala aynı şekilde önlüğü gözlüğü ve maskesi yüzündeydi. Ama elindeki şırınga yeniydi. Beni uyutmamasını söyledim gözlerim kapalıyken. O ise bana meydan okurcasına sözünü dinlersem yapmayacağını söylediğinde gözlerimi tamamen açıp yüzüne baktım. Elindeki şırınga düştü. Ona baktığım için şok geçiriyor gibiydi.
Seni dinleyeceğim dediğimde ise gözlerimin önünde titredi.
“Ne oldu?” diye sordum gözlerimi kısarak. Şeffaf gözlüklerinin arkasındaki kahve rengi gözlerini seçerken içime bir şüphe düştü. Onlar lens miydi?
Kadın kendinin toparlayıp başımı iki yana salladı. “Bu kadar çabuk kendine gelmeni beklemiyordum. Yaran iyi değildi.” dedi gözlerini üst üste kırpıp. “Nasıl hissediyorsun?”
Omuzumdaki yara kendini zaman geçtikçe belli ediyordu ama daha önemli bir meselem vardı. “İyi ama işemem gerek.”
Maskesinin altında bir kez daha şaşırıp bakışlarını kasıklarıma öylesine indirdi ancak benimki orada öylece durmuyordu. Ne halde olduğunu anlatmaya gerek yoktu. Sabah ereksiyonuyla pantolonumu oldukça zorluyordu aletim.
“Şey... Ah tek başına kalkamazsın ben sana yardım edeyim.” diye ne yapacağını bilmiyormuş gibi dizlerinin üzerine kalktı ama çıplak göğsüme kilitlenip kaldı.
Siktir! Bakışlarını kaçırıyordu. Ve konuşurken de sesi titremişti. Utanmış mıydı? Beni öperken bir yerleri etkilenmişti ki o öpücüğü vermişti. Utanacak yaşı çoktan geçmiştik.
“Kolumu tutup yardım edebilirsin.” dedim sağlam omzumu kaldırıp.
“Tamam.” dedi nefes nefese çıkan sesiyle.
“Korkma, kırılacak bir eşya gibi görme beni.” dedim yaralı omzumu sikime takmadan doğrulurken.
Koluma zamanında girip kaldırmaya çalıştı ama yeterli gelmediğini düşünüp kolumu boynuna attı. Bundan daha ağır yaralarla kendi başıma mücadele etmiş günlerce bir köşede inleyerek iyileşmeyi beklemiştim. Bunlara gerek yoktu ama ona yalandan yaslanırken buldum kendimi. Kokusunu ve bedenini verdiği sıcaklığı sevmiştim. Bana biraz da olsun ev gibi hissettiriyordu.
“Beni alanlar gitti mi?” diye sordum mağaranın çıkışına doğru ufak adımlarla yürürken. İki çantayı ve yerdeki silahları görmüştüm. Emirle ayrılmış olmalılardı ama emirde kadını götürmek de vardı. Bana bırakmaları planların değiştiği haberini vermişti. Kadını nereye bırakmamı isteyeceklerdi ki?
Ben tehlikeli yollardan geçerdim. Normal biri benimle bir günlük yolculuğa bile katlanamazdı. Bu kadın nasıl dayanacaktı?
“Bize iki çanta ve silah bırakıp gittiler. Sen beni götürecekmişsin.” dedi ufak adımlarla yürürken. Hala beni incitmekten korkarcasına hareket ediyordu.
Mağaranın çıkışına geldiğimizde durdum. Onu dışarı çıkarmayacaktım. “Dur burada.” dedim gözlerimi yüksek dağlarda dolaştırırken. Çok tehlikeli bir bölgede kalıyorduk. Karanlık çöker çökmez buradan gitmeliydik.
“Bana silahlardan birini getir dedim.”
“Sen ayakta durabilecek misin?” diye sordu boynundaki kolumu bırakmaya istekli değildi.
Kolumu pek istemesem de boynundan çektim. “Evet. Sen silahı getir.” dedim yüzümdeki maskeyi düzeltip. Burun ve dudak bölgesini kesmişti. Cebimde bir tane olacaktı.
“Tamam alıp geliyorum. Kıpırdama sakın.” dedi bana emir verircesine sert bir bakışla.
Başımı yan yatırıp gözlerimi kıstım. “Bana emir verme silahı getir.” dedim dişlerimin arasında.
Lens olduğuna kesinlikle emin olduğum gözlerini aynı şekilde kısarak burnundan usulca nefes verdi. Maskesi hareket etmişti.
“Beni dinleyeceğini söylemiştin.” dedi ateş gibi parlayarak.
“Seni dinleyeceğim dedim emirlerini yerine getireceğim demedim.” diyerek elimi kayaya yasladım. “Gözünün önünde çıkarıp işemememi istiyorsan silahı bir an önce getir istersen.”
Onu hazırlıksız yakalayan sözlerimle gözleri açıldı nereye bakacağını şaşırarak arkasını döndüğü gibi çekilen battaniyenin arkasına geçti. Kısa süre içinde elindeki silahla battaniyenin arkasından çıkıp bana uzattı. “Arkamı dönüyorum. İşini bitirdiğinde seslen yardım edeceğim sana.” dedi yine beni kendi halime bırakamayıp.
Elindeki silahı alıp şarjörünü ve emniyet kilidini kontrol ettim. Sağlam ve doluydu. “Gerek yok geç içeri.” dedim belime takıp mağaradan çıkarken.
Sesli nefes verdiğini işittim. Arkamı dönüp baktığımda kollarını bağlayarak beni mağaranın girişinde beklediğini gördüm. İnatçıydı. Birkaç metre ötedeki ağacın arkasına geçtim ve yüzümü görecek şekilde kendisine döndüm. Beni görüyordu ve gözlerini bir kez olsun ayırmıyordu. Bana ne çabuk alışmıştı?
Gözlerinin içine baka baka fermuarını açtım ve aletimi çıkardım. Ağacına arkasında görünmüyordu ama ne yaptığımı çok ama çok iyi biliyordu. Beni öylece izledi. Bir kere bile gözlerini kaçırmadı.
İşim bitip aletimi geri pantolonuma soktuğumda tam istediğim gibi inmemişti. Hala yarı ereksiyon halindeyken ağacın arkasından çıktım ve akan dereye doğru yürüdüm. Omuzumdaki acıya rağmen çöktüm ve başımdaki maskeyi çıkardım. Sırtım dönük olduğu için yüzümü göremezdi. Elimi yüzümü buz gibi suyla yıkayıp cebimdeki yeni maskeyi yüzüme taktım. Diğeri gibi sade değildi. Kuru kafalı gözlerimi bile neredeyse örtecek kadar dardı.
Çıplak bedenimle mağaraya dönüp girişe baktığımda aynı şekilde beni beklemesiyle göğsümü şişirdim. Bana bu kadar düşkün olmasının altında ne vardı?
“Beni tanıyor musun?” diye sordum yaklaşırken. Gözüm kulağım dağlardan gelecek tehlikelerdeydi ama.
Duruşunu bozmadan “Hayır.” dedi ne ses tonu değişmiş ne de duraksamıştı. Aklına ilk gelen buymuş gibi söylemişti. Ama güvenmek için daha erkendi.
Mağaranın girişine gelip tam karşısında durdum. O lensli gözlerine baktıkça sinirlendiğimi fark ettim. Uzakta izlediğimde bir şey yoktu.
“Üzerime titrer gibisin.” diye başımı yavaşça eğdim. Gözlerinin derinlerine bakmak isterdim. Gözlüğünün maskesinin altında nasıl bir yüzü var görmek istiyordum. Lanet olsun kokusunu daha derinlerden koklamak istiyordum. Şu on iki yılda önüme bir çok fırsat çıkmıştı ama hiçbirini şu kadını istediğim kadar istemiyordum.
“Beni cehennemden çekip çıkardın. Sana bir can borcum var.” dedi yüzüm maskeyle örtülü olmasına rağmen bütün yüzümü dolaşan gözleriyle.
“Kurşunu çıkararak ödedin borcunu.” dedim hala yaklaşmaya devam ederken.
Lanet olsun Zambak kokusuyla gözlerimi yummak istiyordum. Geçmişte bıraktığım bahar havası gibi kokuyordu.
“Sen olmazsan buradan çıkamam. Sana ihtiyacım var.” dedi çenesini kaldırıp kolay lokma olmadığını gösterircesine.
Yerinde zamanında inandırıcılığı yüksek sözlerle kapılmamak mümkün değildi. Tabii başkası kapılırdı. Ama ben kendimden başka kimseye güvenmemeyi çok iyi öğrenmiştim.
“Hmm.” Üzerine daha çok eğilip maskelerimizin arasında santimler kala “Öperek mi teşekkür edersin?” diye mırıldandım.
Derin bir nefes aldı. Maskelerimize inat sıcaklığını dudaklarımın üzerinde hissettiğimde pantolonumun içinde dev fırsatı bulduğu gibi başını kaldırdı.
“Tamamen kimyayla alakalı.” dedi giderek kısılan ince kadınsı sesiyle. Beni baştan mı çıkarmaya çalışıyordu? Denemesine gerek yoktu bileğini tuttuğumdan beri nefesi bile beni baştan çıkarmaya yetiyordu.
“Yani?” diye tek kaşımı kaldırdım. Gözlerim o sırada gözlerinin rengini çözmek için derinlere dalmıştı. Hangi lensi kullanıyorsa iyiydi ne kadar uğraşırsam uğraşayım göz rengi belli olmuyordu.
“Tepkime diyorum.” dedi yumuşak sesiyle. Maskesinin altında gülümsediğini biliyordum. Gözleri parlıyordu çünkü.
Göğsümü döven o organ parçasıyla ciğerlerimi şişirdim. Kadın bilimsel bir dille bana yürüyordu. Benim bildiğim tek dil ise savaşmaktı.
“Birbirimize karıştığımızı mı söylüyorsun şimdi?”