-Kitaplarımla ilgili bilgiler için insta hesabım YazarFadik'i takip edin lütfen-
“Anladım.” dedi dudaklarını büküp bakışlarını benden hızla çekerken.
Odanın havası değişmeye soğukluk aramızda cereyan etmeye başladığında etrafına bakındı. Uğraşacak bir şey bulamadığında başını battaniyeye koyup gözlerini yumdu. Göz ucuyla bedenini süzünce göğsünün normalden biraz hızlı inip kalktığını fark ettim. Öfke içinde kaynıyordu. Yavaş adımlarla pencerenin altına geçip sırtımı duvara yasladım. Buz gibi duvarla ürpermeme rağmen ateşimin düşmesi için biraz daha üstüm çıplak beklemeliydim. Gece yola çıkacak sabahına küçük bir kasabada üstümüzü başımızı değiştirecek ve bir araba ayarlayacaktım. Yürüyerek Rusya’ya varamazdık.
“Çantada bir şeyler var onları ye bari.” dedi bana olan öfkesine rağmen beni düşünmeye devam ederek.
Gözlerimi yumarak başımı duvara vurdum. Bünyem kaldırmıyordu alıştığı standartlar belliydi. Sessizlik ve yalnızlık.
“Anne misin sen?” diye sordum aklıma gelenle birden. Bir anne anca bu kadar sorar birisinin iyiliğini isterdi. İyi insanlara olan inancım görüp yaşadıklarımdan sonra her geçen gün azalıyordu. Bir annelik duygusuna olan güvenim kalmıştı.
Geziciler genellikle görevlendirmelerde fazla dikkat çekmemek için çift olarak çalışırlardı eşleri de kendileri gibi gezici olurdu ama bu kadının nişanlısı Alman’dı. Kendisi de Alman kimliği taşıyordu. Fakat teslimiyetinden kim olduğunu daha başta çıkarmıştım. Peki o adam? O kimdi? Aralarında gerçekten bir şey var mıydı?
Siktir bunları düşünmek ne kadar ateşimin çıktığını gösteriyordu!
“Hayır, değilim. Çocuğum yok. Başka birini düşünmek için illa anne mi olmak zorundayım?” diye sırtı bana dönük konuşurken gözlerimi açtım. Beyaz önlüğünün altındaki ince bedenini izleyip nefesimi verdim.
“Güvenilecek bir anneler kaldı.” diye mırıldandıktan sonra çenemi kaldırdım. “ Sen herkesi mi düşünürsün böyle?” Nişanlının ne halde olduğunu da düşünüyor musun?
“Beni kurtaranları düşünürüm. Benim için canını tehlikeye atanları düşünürüm.” dedi kendinden emin çıkan sesiyle. Ama sonra sesi değişti. Daha ağır daha kısık çıkmaya başladı. “Sana can borcum var. Ne yaparsam yapayım ödeyemeyecek gibi hissediyorum. Benim için değerlisin. Kimse benim için kendini silahların önüne atmamıştı.”
“Senin için bir ordu kendini silahların önüne atar.” dedim başımı yavaşça iki yana sallayıp. Kendi kimliğini bu kadar hafife alması doğru değildi. Ama mühendis kimliği olmadan dağ başındaki yerde bir hafta bile hayatta kalamazdı.
Dişlerimi zihnime üşüşen düşüncelerimle sıktım. Kadınlara ne yapıldığını görmüştüm. Ama intikamlarını almıştım. Ben de bunu borç bilirdim.
“Mühendis için atarlar ama bir kadın için kurşunların önüne atlayan çok az adam olur. Sen ben mühendis olmasaydım bile kurşunların önüne atlardın.” dedi yorgun giderek güçsüzleşen ses tonuyla. Hüzünlendiği içerlendiği ses tonundan belli oluyordu. Sadece kimliği için el üstünde tutulması belli ki canını yakıyordu. Hem mühendis olarak hem de gezici olarak değerliydi. Ama benim için bunların hiçbir önemi yoktu. Hatta sıradan bir kadın olmasını kaç defa dilediğimi bilmiyordum bile.
“Emin konuşuyorsun.” dedim benim de gücüm giderek kayboluyor dilim ağırlaşıyordu. Uyku fena bastırıyordu.
“Sana güveniyorum çünkü.” diye nefesini verdi.
Teslimiyet sesine öyle yansımıştı ki gülümsediğine ve bunun için şükrettiğine bile yemin edebilirdim. Benim Türk askeri olmamdan dolayı sonsuz güvenini anlardım ama koşulsuz salt teslimiyet?
“Başka çaren yok.” diye dudağımın kenarını yukarı çektim. Benden başka çaresi olması da imkansızdı. Onu koruyabilecek tek kişilik ordu bir tek ben vardım.
Göz kapaklarım giderek ağırlaşmaya başladı. Dışarıda tehdit unsuru bulunmuyordu ama tetikte olmalıydım. Olmak zorundaydım!
“Evet başka çarem yok.” dedi kısılan sesiyle. Bir kez daha hüznü derimi gerdi. Onu üzen her neyse söylemesini isterdim. Ona ne kadar zeki ve bulunmayacak bir güce sahip olduğunu hiçbir şeyin onu üzecek kadar önemli olmadığını söylerdim. Gücünün farkında değildi. Fark etmesine yardım etmeyi ne çok isterdim.
Ama ben bir askerdim. Yaşam koçu değil!
“Çareler tükenmez yolu bilmiyorsun sadece.” diyerek gözlerimi bir iki dakikalığına kapattım. Biraz dinlenecektim sadece. Bir iki dakika kadar.
.
Bedenime yaslanmış yumuşak bedenin burnuma dolan zambak kokusuyla derin bir iç çektim. Fazla yumuşak fazla kıvrımlıydı kollarımdaki her neyse... Kasıklarımı yumuşaklığa gömerek homurdandım. Kalın aletimin ayırdığı parça...
Bilincim şimşek hızıyla yerine gelirken gözlerimi açtım uzandığım yerden nefesimi tutarak doğruldum. Ama benimle birlikte pamuk kadar yumuşak beden de geldi. Kollarıma hapsettiğim kadına ateşin verdiği baş ağrısıyla bakıp üst üste yutkundum. Benim ne işim vardı bu kadının yanında?
Soğuk ter tabakasıyla ıslanan bedenim ürperdi. Kollarımda hala uyumasından faydalanarak yerine yavaşça bıraktım ve hızla kendimi duvar dibine çektim.
Gözlerimi dinlendirdiğim zaman ateşim yükselmiş şuurumu kaybedip yanına uzanmış olmalıydım. Başka açıklaması olamazdı.
Ama... Ama gözü açık uyuyan bir adamdım ben. Esen rüzgarı yüzlerce metre ötedeki hareketliliği sezdiğim gibi gözlerimi saniyesinde açar tetiğe geçerdim. Ne kadar ağır yaralı olursam olayım yılların alışkanlığı eğitimi ve hassasiyeti vardı kanımda beynimde. Bedenimin ihaneti karşısında kendime gelmem biraz zor olacaktı.
Duvar dibinde batmak üzere olan güneşin odaya doldurduğu turuncu ışık demetlerine gözlerimi diktim aklımı başıma getirmek için. Yaşlanıyor muydum? Otuza bastığımda kendimi daha iyi hissetmiştim ama görünen verdiği gibi alıyordu da bu yaş.
Yerde yatan kadına bu sefer çatık kaşlarımla bakıp kaşlarımı sertçe çattım. Acaba görevlerinin arasında beni test etmesi de var mıydı? İlk yıllarda rastlamıştım beni test etmek isteyen muhbirler olmuştu ama ben emirler doğrultusunda yanlış adım atmamış gözümü bir an olsun hedefimden çekmemiştim. Yıllar sonra irademin ne halde olduğunu mu kontrol ediyorlardı?
Kararan gözlerimle başımı duvar vurdum.
Siktir! Düşünmekten beynim daha da zonklamaya başlamıştı. Yerdeki matarayı alıp başıma diktim. Daha sonra kitten ağrı kesici ve ateş düşürücüden ikişer tane alıp yuttum. Bir kez daha matarayı başıma dikerken yerdeki kadın kıpırdandı. Olduğu yerde dönüp bana baktı. Turuncu ışıklar gözüne vuruyordu. Lensleri kendini daha çok belli ederken dişlerimi sıkarak yerimden doğruldum.
“Yiyecek bir şeyler yedikten sonra yola çıkacağız. İyi hissediyor musun?” diye burnumdan soluyarak sordum.
Yerinden yavaşça kalkıp başını salladı. Dudaklarını büzüşü gözlerini çıplak bedenimde dolaştırması kanıma dokunuyordu. Yumruklarımı sinirle sıktım.
“İyi. Ben çevreyi kontrol edeceğim. Çabuk hazırlan.” dedim ve yerdeki tişörtümü alıp kendimi dışarı attım. Serin havayla derin bir nefes alıp hemen tişörtümü çektim üzerime. Bu kadın beni tüketiyordu.
Cebimden dürbünü çıkartıp terk edilmiş köyü ve geçeceğimiz yolları dürbünle kontrol ettim. Sorun yoktu ama karanlık çökene kadar aletim biraz olsun inene kadar bekleyecektim.
Sarılıp uyuduğumuz kasıklarımı kalçasına yasladığım ana dönmemek ve hatırlamamak için insan üstü bir çaba sarf etmenin yorgunluğuyla nefesimi verdim ve kırık dökük eve doğru yürümek zorunda kaldım. Kapıyı açıp içeri girdiğimde fenerin açık olduğunu kadının her şeyi toplayıp bir tek kitle yemeği yerde bıraktığını görerek gözlerimi kıstım.
“Ateşin var mı?” diye sordu başını çevirip bana baktığında.
Başımı iki yana salladım. Yerdeki bir paket bisküviyi alıp pencereye doğru yürüdüm. Daha şimdiden parlayan heyecanla göz kırpan yıldızlara bakıp bisküviyi yemeye başladım. Her gün yemek yemeye alışık bir adam değildim. Benim için normali iki gün de bir keçi avlayıp ateşte çevirmekti. Bazen üç bazen de dört gün aç gezdiğim olurdu. Açlığa alışıktım. Alışık olmadığım normal bir insan gibi devam etmekti. Normal bir insan rolü yapabilirdim ama ben ölüm makinesiydim durdukça pas tutar işe yaramayacak bir hurdaya çıkardım. Silah seslerine acı dolu çığlıklara kana kavgaya ölüme öldürmeye alışmıştım ben.
Bisküviler bitmesine rağmen biraz daha bekledim. Kadın o kadar çabuk yemiyordu. Çünkü sıcak bakışları her yerimdeydi! Her saniyesini hissediyordum.
Yeterince bekledikten sonra maskemi yüzüme indirip ayağımın yanındaki çantaları sırtladım.
“İğneni yapmalıyız.” dedi hemen hızla. “Yolda güçsüz düşeceksin yapmazsak.”
Sırtımdaki çantalarla kadına başımı çevirdim. Onu düşünmemek için yıldızları bile sayacak kadar kafayı yediğimi belli etmeme çalışarak çantaları yere attım. Kemerlerimi karşı duvar bakarken çözdüm. “Yere bırak ben kendim yapacağım.” dedim öfkemi içimde soğutmaya çalışarak.
“Nasıl yapacak-”
Gözlerimi duvardan almadan “Sana ne diyorsam onu yap!” dedim hırıltılı çıkan sesimle.
Kendi kendine konuşurcasına “Yine gelmişler sana.” diyerek bir şeyler uğraştı ve daha sonra karşıma geçerek iğneyi uzattı. “Al bakalım.”
Yüzüne bakmadan iğneyi aldım. “Arkanı dön!” dedim elimdeki iğneyle karşı duvarı gösterip.
“Durum o kadar kötü diyorsun!” dedi alay edercesine ama benimle fazla uğraşmadan arkasını döndü. “Hastasın diye üstüne gelmeyeceğim. .”
“Sağ ol.” dedim kalçamdaki tıslayarak ve tam o an da kaba etime iğneyi saplayıp enjekte ettim.
Siktir yakmıştı!
Dişlerimin arasında keskin bir nefes alıp iğneyi cebime attım. Arkamızda kanıt olarak DNA bırakamazdık. Kadın fark etmemişti ama ben bütün çöplerimizi yok ediyordum.
Kemerimi bağlayıp çantaları sırtladım. “Gidiyoruz.” dedim son kez pencereden dışarı bakıp. Burnuma aniden dolan kokuyla kaşlarımı çattım. Berrak gök yüzünde his kokusu vardı. Bu da çevremizde bir takım hareketlenmelerin olduğunu gösteriyordu. Yakın köylerden birinde yangın olmalıydı.
Kadınla evden dikkatli bir şekilde çıkıp belirlediğim yoldan yürümeye başladık. Yine sabaha kadar yürüyecektik ama bu kez bir kasabada mola vererek medeniyete karışacaktık. Bu tür yerlerde bizim gibiler çok dikkat çekerdi. Kasabaya girmeden kılık değiştirmek zorundaydık. Onu da her zamanki gibi hallederdim. Kadının ne kadar bana ayak uyduracağı meçhuldü.
Yanımda hızlı adımlarıma ayak uydurduğu gibi kasabada da bana ayak uydurursa kolay bir geçiş sağlayabilirdik.
Aralıksız dört saatin sonunda acıyan omzumla elimi cebime atıp ağrı kesicilerden bir iki tana ağzıma attım.
“Kaç tane içtin?” diye sordu yanımda yürüyen kadın bütün dikkatim üzerimdeyken.
“İki.” dedim yüzüne bakmadan.
“Gün içinde kaç tane içtin peki?”
“Sana ne.”
Kendimi tutamamıştım. Devamlı beni sorguya çekme istediği kanıma dokunuyordu. Bu taktiği çok iyi biliyordu. Başta ufak sorular sorar cevap aldıkça laf arasında daha büyük sorulara maruz bırakırsın ve karşındaki de sana cevap vermeye alışık olduğu için fark etmeden her şeyi anlatmaya başlardı. Yasa dışı bir çok örgütte sağ kol olarak en önemli askerden biri olmuştum. Bir kadın çıkıp beni ilgisiyle etkisi altına alamazdı!
“Mide kanaması geçirdiğinde kendi başının çaresine bakarsın o zaman!” diye burnundan soludu kadın bana sinirlenmiş daha hızlı yürümeye başladığında. “Yardım etmeyeceğim!”
Arkasından nefesimi alayla verdim. “Edersin.”
“Etmeyeceğim!” diye daha hızlı daha sert adımlar atmaya başladı. Deli gibi nefes alıp veriyordu. “Edeni si-”
Devam edemeyişiyle gözlerimi kıstım. Küfür de edermiş. Neden birden hoşuma gitti bilmiyordum ama bir şey söylemeden yetiştim.
Yıldızların altında berrak ayın bize yol gösterdiği vadide çevreyi devamlı kontrol ediyor burnuma gelen o his kokusundan yeterince uzaklaştığımızdan emin olmak için devamlı havayı kokluyordum. Etrafa dağılan his kokusu hiçbir zaman iyi bir haberci olmamıştı.
Yoldaki altıncı saatimizde kadın bulduğu kayaya sırtını yaslayıp soluklandı. “Bir dakika izin ver.” dedi elini kaldırıp.
“Bir dakika kadar.”
Omuzumdaki çantaları yere atıp çevreyi kontrol edip çakalların uzaklardaki seslerine kulak kabarttım. Hayvanlardan ses geliyorsa insana ait izlerin olmadığının bir işaretiydi.
“Bir an bile kendini bırakmadın. Tek bir an olsun dalıp gitmedin. Gözlerin her yerdeydi. Her saniyede başka bir yerde.” dedi kadın inanamıyormuş gibi nefes nefese sırtını yasladığı kayadan bağlantısını koparıp. “Hiç yorulmamış gibi yine gözlerin her yerdeydi hala da her yerde.”
Benim kim olduğumu bilmeyen kadına başımı çevirmeden gözlerimi kaydırarak bir bakış attım. Ay ışığının altında parlayan yüzüyle dişlerimi sıktım. İrademi bir tek sen siktin kadın!