Bölüm: Alevlerin Ötes
Şehrin kenarındaki deponun patlamasından yükselen dumanlar, geceyi boğucu bir örtüyle kaplamıştı. Alevler, paslı metal duvarları yalıyor, gökyüzünü turuncu bir ışıltıyla boyuyordu. İrfan, demir çubuğunu hâlâ elinde sıkıca tutarak beni kolumdan çekiştirdi; nefesi kesik kesikti, ama gözlerinde pes etmeye niyet yoktu. Mahir, veri çubuğunu göğsüne bastırmış, koşarken bozucusunu kontrol ediyordu. Erol, yaşlı bacaklarıyla zar zor yetişiyor, kristal devre dışı bırakıcıyı cebinde tutuyordu. Gözlerimdeki kristalin sessizliği, yerini hafif bir titreşime bırakmıştı—Nehir’in son sözleri, “Luna Ağı, bir zihindir. Ve sen, Orhan, onun bir parçası,” zihnimde bir fırtına gibi dönüyordu. Ama bu kez, sadece onun gölgesiyle değil, kendi irademle savaşacaktım.
“Bu tarafa!” diye bağırdı İrfan, alevlerin arasından bir ara sokağa dalarak. Ama o anda, gözlerimde bir parlama patladı—bir görüntü, net ve dehşet verici: şehrin göbeğinde, Kilikya Kulesi’nin yıkıntılarından yükselen bir sinyal, dev bir dron filosunu çağırıyordu. Ama bu dronlar, daha önce gördüklerimizden farklıydı—devasa, zırhlı, ve her biri bir insan kadar akıllı görünüyordu. “Dur!” dedim, İrfan’ı omzundan tutarak. “Geri dönemeyiz. Şehir… tuzağa dönüştü.” İrfan kaşlarını çattı, nefes nefese. “Ne görüyorsun?” dedi, panikle.
“Bir ordu,” dedim, sesim titreyerek. “Nehir, kuleyi bilerek patlattı. Bizi dışarı çekti. Şimdi her yerde dronlar var.” Mahir bozucuyu kaldırdı, ama yüzünde umutsuz bir ifade vardı. “Bu şey, o kadar büyük bir filoyu durduramaz,” dedi. Erol, gözlerime bakarak fısıldadı: “Orhan, kristalin hâlâ aktif. Onları durdurmanın bir yolunu bulabilir misin?” Zihnimi zorladım; gözlerim, dronların sinyallerini taradı, ama sistemleri karmaşıktı—Nehir’in teknolojisi, her zamankinden daha güçlüydü.
O anda, gökyüzü yırtıldı. Bir gök gürültüsü gibi ses, ardından dev bir dronun silueti belirdi—kanatları bir uçak gibi geniş, sensörleri kırmızı bir ışıltıyla parlıyordu. “Bu ne lanet olası şey?” diye bağırdı İrfan, çubuğunu kaldırarak. Ama dron, bir lazer ışınıyla sokağın zeminini yaktı; asfalt eridi, duman yükseldi. “Kaç!” dedim, onları bir binanın gölgesine çekiştirerek. Ama gözlerimde başka bir görüntü belirdi: Nehir, bir kontrol odasında, bir ekranın başında, gülümsüyordu. Ve yanında… Salim Bey.
“Salim Bey,” dedim, nefes nefese. “O da işin içinde. Nehir yalnız değil.” Mahir kaşlarını çattı. “Salim Bey mi? O kukla değil miydi?” Erol başını salladı, yüzü kireç gibi. “Kukla sandık,” dedi. “Ama o, Luna Ağı’nın finansörü. Nehir’in beyni, onun parası.” İrfan öfkeyle yere tükürdü. “Harika,” dedi. “Bir deli bilim insanı yetmezmiş gibi, bir de zengin bir manyak.” Ama o anda, dron sokağa bir ışık daha fırlattı; bina sarsıldı, duvarlar çatladı. “Hareket etmeliyiz!” dedi Mahir, bizi iterek.
Koşarken, gözlerim bir harita çizdi—şehrin dışında, bir yeraltı sığınağı, eski bir Kilikya projesinin kalıntısı. “Orada bir yer var,” dedim, nefes nefese. “Yeraltında, bir sığınak. Orada saklanabiliriz.” İrfan bana baktı, şüpheyle. “Ya bu bir tuzaksa?” dedi. “Gözlerin… Nehir seni yönlendiriyor olabilir.” Haklı olabilirdi, ama başka seçeneğimiz yoktu. “Risk almalıyız,” dedim. “Veriler bizde. Onları koruyacağız.”
Sığınağa ulaşmak için şehrin dışına, çöldeki bir araziye koştuk. Dronlar peşimizden geliyordu; gökyüzü, onların ışıklarıyla bir savaş alanına dönmüştü. Sığınak, bir tepenin altında, paslı bir kapıyla gizlenmişti. Erol kapıyı tanıdı. “Burası,” dedi, nefes nefese. “Eski bir test merkezi. Nehir burada ilk deneylerini yaptı.” Kapıyı zorladık, içeri daldık. İçerisi soğuk ve karanlıktı; tozlu makineler, kırık ekranlar ve bir kontrol paneli vardı. Ama o anda, gözlerimde bir parlama: bir sinyal, sığınaktan yükseliyordu.
“Bu ne?” dedim, panele koşarak. Ekran, aktifti—bir mesaj, Nehir’den: “Orhan, buraya kadar geleceğini biliyordum. Ama bu, sonun.” Ekran titredi, ve birden bir hologram belirdi—Nehir, tam karşımızda, gülümsüyordu. “Hoş geldiniz,” dedi, sesi soğuk ve alaycı. “Luna Ağı’nın son düğümüne.” İrfan öfkeyle çubuğunu kaldırdı. “Seni lanet olası—” Ama hologram kayboldu, ve o anda sığınak sarsıldı. Duvarlar çatladı, toz yağdı. “Tuzak!” dedi Mahir, bozucuyu kaldırarak.
Ama çok geçti. Zemin açıldı, hepimiz aşağı düştük—bir tünele, karanlık ve sonsuz. Düştüğümüzde, nefesim kesildi; İrfan beni tuttu, Mahir ve Erol yere yığıldı. Tünel, bir laboratuvar gibiydi—cam tüpler, makineler, ve… insan bedenleri. Hepsi, yeşilimsi bir sıvının içinde, hareketsiz. “Bu ne?” dedim, korkuyla. Erol ayağa kalktı, yüzü bembeyazdı. “Denekler,” dedi, fısıldayarak. “Nehir’in diğer denekleri. Zihinleri… ağda.”
O anda, bir ışık patladı; Nehir, fiziksel olarak, bir platformda belirdi. Yanında Salim Bey, elinde bir cihaz, ve bir ordu dron. “Orhan,” dedi Nehir, gülümseyerek. “Sonunda buluştuk.” İrfan öne atıldı, ama dronlar onu durdurdu. “Bırak onu!” diye bağırdı. Nehir başını salladı. “O zaten bizim,” dedi. “Ama bu kez, hepinizi alacağız.” Tableti kaldırdı; gözlerimde bir acı patladı, zihnim bulanıklaştı. Ama pes etmedim.
“Erol!” dedim, nefes nefese. “Cihazı!” Erol kristal devre dışı bırakıcıyı çıkardı, ama Salim Bey bir adım attı, cihazı elinden kaptı. “Aptallar,” dedi, soğukkanlılıkla. “Bu teknoloji, benim eserim.” Ama o anda, Mahir bozucuyu fırlattı; cihaz Salim Bey’in elinde patladı, dronlar titredi. İrfan bir dronu devirdi, Nehir’e doğru koştu. “Orhan, şimdi!” diye bağırdı.
Zihnimi zorladım; gözlerim, tünelin sistemine sızdı. Bir ana sunucu, tam merkezde. Yok et. Komutu girdim, ama Nehir tablete dokundu; zihnimde Ay’ın yüzeyi belirdi, beni çekiyordu. “Hayır!” diye bağırdım, gerçek dünyada. İrfan, Nehir’e bir yumruk attı; tablet yere düştü. Mahir sunucuya koştu, bir kabloyu çekti. Tünel sarsıldı, makineler sustu, deneklerin tüpleri karardı. Gözlerimdeki kristal sustu—tamamen.
Nehir yere yığıldı, Salim Bey kaçmaya çalıştı, ama İrfan onu yakaladı. “Bitti,” dedim, Nehir’e bakarak. Ama o gülümsedi, kanlı dudaklarıyla. “Luna Ağı, bir zihindir,” dedi. “Ve zihinler ölmez.” O anda, tünel çökmeye başladı. “Kaç!” dedim, İrfan’ı çekiştirerek. Koştuk, duman ve alevlerin arasından bir çıkış bulduk. Dışarı çıktığımızda, sığınak bir moloz yığınıydı.
İrfan bana sarıldı, nefes nefese. “Başardık mı?” dedi. Veri çubuğunu cebimde hissettim. “Belki,” dedim, gökyüzüne bakarak. Ay, hâlâ oradaydı, ama bu kez sessizdi. “Ama Nehir… hâlâ bir yerlerde.” Erol veri çubuğunu kaldırdı. “Bunu dünyaya açıklayacağız,” dedi. “Ve seni özgür kılacağız.” Ama içimde bir titreşim vardı—zayıf, ama gerçek. Luna Ağı, hâlâ mı çağırıyordu?