O karanlık odadan kurtulalı birkaç hafta olmuştu, ama zihnim hâlâ o anın içinde çırpınıyordu. Uyandığım her sabah, duvarları olmayan o boşlukta uyanıyor gibiydim; bedenim yattığım odadaydı ama zihnim, hala o puslu ışıkta, ne olduğunu tam seçemediğim cihazların uğultusuyla çevrili bir labirentteydi. Uyandığımda ilk yaptığım şey, sol elimin üstünü kontrol etmekti. O serum izi, o zamanlar gerçek miydi? Orada hâlâ soluk bir çizgi var gibiydi, ama bazen sadece hayal ettiğimi düşünüyordum. Ya da umuyordum.
Nehir Hanım’a ulaşmaya çalıştığım her girişim, bir duvara çarpıyordu; kulaklığım her “Nehir Sena” dediğimde aynı soğuk, mekanik sessizlikle karşılık veriyordu. O alışık olduğum yapay zeka sesi bile artık çıkmıyordu. İlk başta bunun bir teknik arıza olduğunu düşünmüştüm—Kilikya’nın iletişim ağları, özellikle bahar aylarında, nemden dolayı sık sık aksamalar yaşardı. Ama bu, basit bir kesinti değildi.
Hastanenin resepsiyonunu aradım; otomatik bir ses, “Kilikya Tıp şu anda hizmet dışıdır,” dedi ve bağlantı koptu. Bu sadece bir arıza mıydı? Üç gün üst üste aynı mesajı almak normal olabilir miydi? İçimdeki huzursuzluk büyüdü. Nehir Hanım’ın bağlı olduğu araştırma enstitüsüne mesaj attım; geri dönüş yoktu. Hatta bir sabah, ışın terminaline gidip hastanenin koordinatını girdim—“Kilikya Tıp”—ama terminal, “Hedef geçersiz,” diye öterek beni geri püskürttü. Sanki hastane, Nehir Hanım ve o gün yaşadığım her şey, bir gecede silinip gitmişti. Sanki onları hiç yaşamamıştım.
İlk günlerde kendimi teselli etmeye çalıştım. “Belki taşınmışlardır,” dedim içimden. “Ya da bir tatil, bir konferans…” Ama bu açıklamalar, içimdeki rahatsız edici titreşimi bastıramıyordu. O ekşi tat, ağzımda hâlâ bir gölge gibi dolaşıyordu; yüzümdeki sızı, özellikle sabahları, uyanır uyanmaz kendini hissettiriyordu. Aynada kendime bakarken bir yabancıyla göz göze geliyordum. Sanki gözbebeklerimde bir perde vardı; hafifçe soluk, ama yerinden kıpırdamayan bir pus.
Tezime dönmeye çalıştım—mikroskobum, yıllardır sığınağım olmuştu. Cam tüplerin içindeki o minik evren, beni gerçek dünyadan uzaklaştırır, zihnimi sustururdu. Ama bu kez, her oturduğumda bir şey eksikti. Gözlerim, birkaç saatlik çalışmanın ardından yanıyor, bulanıklaşıyordu; şakaklarımda hafif bir baskı hissediyordum. “Yorgunluk,” dedim kendi kendime, sesim odanın sessizliğinde yankılanırken. “Son haftalar çok yoğun geçti.” Ama içimde bir ses, bunun sadece yorgunluk olmadığını fısıldıyordu. Göz kapaklarımın altındaki o titreşim, bir alarm gibi içten içe çalıyordu.
İrfan’ın sözleri, o akşamki telaşlı sesi, zihnimin bir köşesinde dönüp duruyordu. Organ hırsızlığı. Ay deneyleri. Gerçek dokular. “Saçma,” dedim yüksek sesle, latteciyi çalıştırırken. “Komplo teorilerine kapılacak biri değilim.” Ama bu cümle, artık kendime bile inandıramadığım bir yalandı. O karanlık odadan beri her şey biraz… kaymış gibiydi. Sanki hayatımın çerçevesi hafifçe çarpılmış, her şey tanıdık ama aynı zamanda yabancıydı. Aynı evde, aynı eşyalar arasında, ama sanki bu bir replikaydı—gerçeğin neredeyse kusursuz bir kopyası ama yine de hatalı.
Bir sabah, tezimin notlarını gözden geçirirken tükürüğümden bir örnek aldım. O ekşi tat hâlâ tam geçmemişti; belki bir enfeksiyon, belki bir alerjiydi. Mikroskobuma yerleştirdim, merceği ayarladım. Gördüğüm şey sıradandı; birkaç bakteri, normal ağız florası, hiçbir anomali yoktu. Ama bu beni rahatlatmadı. Tam tersine, daha fazla soru doğurdu. “O kahve,” diye düşündüm. Nehir Hanım’ın odasında içtiğim o istemediğim café dé latté… Tadı normal gelmişti, ama şimdi düşününce, neden getirmişlerdi? Hastanelerde genellikle su ya da sentetik bir içecek ikram edilirdi—kahve, hele böyle özel bir karışım, nadirdi. Zihnimde bir şüphe kıvılcımı çaktı, ama onu bastırdım. “Abartıyorsun, Orhan,” dedim, fincanı masaya bırakırken. “Her şeyi büyütüyorsun.”
Ama aklım susmuyordu.
O gün öğleden sonra, dışarı çıkmaya karar verdim. Kilikya’nın sokakları, her zamanki kaosuyla doluydu; ışın terminallerinden inip çıkan insanlar, havada süzülen kargo dronları, sokak satıcılarının sesleri… Ama bu kez, her şey bana biraz fazla gürültülü, biraz fazla parlak geldi. Gözlerimi kıstım; güneş ışığı, cam binaların yüzeylerinden yansıyarak gözlerime saplanıyordu. Bir an, o garip parlama yine geçti—sanki ışıklar keskinleşti, sonra normale döndü. Ellerimi gözlerime götürdüm, ovuşturdum. “Tez yüzünden,” diye mırıldandım. Uzun saatler ekrana bakmak, mikroskop kullanmak… Ama bu parlama, daha önce hiç böyle olmamıştı. Sanki ışık, sadece dışarıdan değil, içimden de yayılıyordu.
Sokakta yürürken, bir sokak satıcısının tezgâhında durdum. Yaşlı bir kadın, sentetik meyve suyu satıyordu; “Taze sıkılmış gibi!” diye bağırıyordu. Bir bardak aldım, ama ilk yudumda midem bulandı. Tat, o ekşi kalıntıyla karışıyordu. Kadına baktım; “Bunda bir şey mi var?” dedim, kaşlarımı çatarak. Gülümsedi, dişsiz ağzıyla. “Hepsi taze, beyim. Belki ağzın bozuktur,” dedi, omuz silkerek. Tezgâhtan uzaklaştım, ama o söz kafama takıldı. Ağzım mı bozulmuştu? Yoksa başka bir şey mi?
Eve döndüğümde, görüntüleyiciyi açtım. Ay kolonisi haberleri yine ekranı dolduruyordu. Jeneratörün ilk testleri başarılıydı; 200 kilometrelik bir alanda atmosfer oluşturulmuştu. Spiker, “İnsan yaşamına etkileri hâlâ araştırılıyor,” diyordu. Doğu Asya Konfederasyonu’nun başarısı övülüyordu, ama yorumlarda eski “Çin malı” şakaları dolaşıyordu. Bir haberde, jeneratörün Ay’daki kayaç analizlerini kolaylaştıracağı söylendi; başka birinde, “gerçek koşulların” test edilmesi gerektiği vurgulandı.
İrfan’ın sesi aklıma geldi: “Yapay organlar sentetik; o koşullarda işe yaramaz.” Hemen kendimi durdurdum. “Kanıtın yok,” dedim içimden. “Sadece dedikodu.” Ama içimde bir yer, bu sözleri ciddiye alıyordu. Eğer Ay’daki atmosfer gerçekten insan dokusunu gerektiriyorsa… Eğer o deneyler, Dünya’da test edilmeden önce yapılmışsa… O zaman benim o odada ne yaptığımı, neden oraya götürüldüğümü, neden her şeyin bir gecede yok olduğunu sormam gerekiyordu.
O akşam, İrfan kapımı çaldı. Elinde bir fincan latteyle içeri daldı, her zamanki telaşlı haliyle. “Düşündüm de,” dedi, koltuğa çökerek. “O atölyedeki adam… Belki tek değil. Sokaklarda konuşulanlar var.” Gözlerini bana dikti, tepkimi bekliyordu.
“Herkes kaybolabilir,” dedim, omuz silkip. “Büyük şehir bu.” Ama İrfan pes etmedi.
“Hayır, öyle değil. Organ meselesi… Ay’da bir şeyler dönüyor olabilir. Gerçek dokulara ihtiyaçları varsa, bu tesadüf değil.”
Sustum. Mantıksız değildi, ama elimde ne vardı ki? “Sokak dedikoduları mı?” dedim, alaycı bir tonla.
“Şimdilik evet,” dedi, başını kaşıyarak. “Ama bir bakalım mı?”
Bir an durdum. Tezim bekleyebilirdi; bu huzursuzluk, mikroskobumun sessiz dünyasından daha baskındı. İçimde bir şey uyanmıştı; belki korku, belki merak, belki daha önce hiç hissetmediğim bir dürtü. Artık susturulamayan bir şüphe.
“Nereden başlayalım?” dedim.
İrfan’ın yüzü aydınlandı. “Birleşik Sokak’tan. Orası hâlâ karışık.”
Birleşik Sokak. Kilikya’nın yer altı nabzı. Kaçak teknoloji, sahte belgeler, yasa dışı biyomühendislik ürünleri… Ve belki de cevaplar. Gözlerimi İrfan’dan ayırmadan başımı salladım.
“Yarın sabah. Ama bu sefer dikkatli olacağız.”
İlk defa, içimdeki karanlık, bana yön gösteriyor gibiydi.