Bölüm: Arşivin Gölgeleri
Kilikya Arşivi’nin kapısı gıcırdayarak açıldığında, içeriden soğuk, küflü bir hava yüzümüze çarptı. Karanlık, kalın bir battaniye gibi her yanı sarmıştı; sadece Mahir’in elindeki küçük el fenerinin titrek ışığı, tozlu rafları ve paslı metal kutuları aydınlatıyordu. İrfan önde, demir çubuğunu bir silah gibi tutarak yavaşça ilerledi. Mahir hemen arkasında, feneri etrafa tutarak. Ben ise en arkada, gözlerimdeki titreşimi bastırmaya çalışarak adımlarımı dikkatle atıyordum. Zihnimdeki o bulanık görüntü—kapının ardındaki gölge—hâlâ netleşmemişti, ama varlığını hissediyordum. Bizi izliyordu.
“Burası… ürkütücü,” dedi İrfan, sesini alçaltarak. “Ne bekliyorduk ki? Nehir Hanım’ın tatil evi mi?” Mahir ona ters bir bakış attı, ama gergin bir gülümseme dudaklarında belirdi. “Sessiz ol,” dedi, fısıldayarak. “Eğer bir şey buradaysa, bizi duymasını istemeyiz.” İrfan omuz silkti, ama çubuğunu daha sıkı tuttu. Ben ise sustum; gözlerim, karanlıkta kendi kendine tarama yapar gibi hareket ediyordu. Bir an, rafların arasında bir şey yakaladım—kısa bir parlama, metalik bir yansıma. “Orada,” dedim, işaret ederek. “Bir şey var.”
Mahir feneri o yöne tuttu, ama ışık sadece boş bir koridoru aydınlattı. “Emin misin?” dedi, kaşlarını çatarak. Başımı salladım. “Gözlerim… bir şey gördü.” İrfan bana döndü, endişeli bir ifadeyle. “Yine mi o bağlantı?” dedi. “Orhan, eğer seni kontrol ediyorlarsa—” Sözünü kestim. “Kontrol etmiyorlar,” dedim, sertçe. “Ama bir şey hissediyorum. Yakın.” Mahir bir an duraksadı, sonra başını salladı. “O zaman dikkatli olalım. Arşiv iki katlı. Belgeler genellikle üst katta saklanır, ama… Nehir Hanım’ın izleri alt katta da olabilir.”
Koridor boyunca ilerledik, her adımda zemindeki toz hafifçe havalandı. Raflarda eski dosyalar, kırık ekranlar ve bilinmeyen cihazların parçaları vardı. Bazıları tozla kaplıydı, bazıları ise yeni kullanılmış gibi parlaktı. “Burası bir mezarlık gibi,” dedim, kendi kendime. Mahir duydu, başını çevirmeden cevap verdi. “Bir zamanlar burası Kilikya’nın beyniydi. Bilim, teknoloji, her şey burada şekillenirdi. Ama Proje Luna başlayınca… her şey değişti.” İrfan kaşlarını çattı. “Ne değişti?” dedi, merakla. Mahir sustu bir an, sonra fısıldadı: “İnsanlar kaybolmaya başladı. Denekler, bilim insanları… Kimse sormadı, kimse konuşmadı.”
O anda, bir tıkırtı duyuldu—yakından, ama nereden geldiği belirsiz. İrfan hemen durdu, çubuğunu kaldırarak. “Neydi o?” dedi, sesi gergin. Mahir feneri etrafta gezdirdi, ama hiçbir şey göremedik. Gözlerimde bir parlama oldu; bu kez görüntü netti: bir şekil, rafların arasında hareket ediyordu. İnsan değildi—çok hızlı, çok akıcı. “Mahir,” dedim, nefes nefese. “Işığı kapat.” Mahir şaşkınlıkla bana baktı. “Ne?” dedi. “Kapat!” dedim, daha yüksek sesle. Mahir tereddüt etti, ama feneri kapattı. Karanlık, anında bizi yuttu.
Gözlerim, karanlıkta kendi kendine ayarlandı; sanki gece görüşü kazanmıştım. Rafların arasında o şekli gördüm—uzun, ince, metalik bir yapı, eklemleriyle bir örümceği andırıyordu. Ama bu bir makineydi, yeşilimsi bir ışık göz benzeri sensörlerinde parlıyordu. “Bir dron,” dedim, fısıldayarak. “Ama farklı. Daha… akıllı.” İrfan elimi sıktı. “Nerede?” dedi, panikle. “Sağda,” dedim, işaret ederek. “Bizi izliyor.” Mahir yavaşça alet çantasını açtı, küçük bir cihaz çıkardı. “Bu bir sinyal bozucu,” dedi, fısıldayarak. “Eğer çalışırsa, onu durdurabiliriz.”
Ama o anda, dron hareket etti—hızla, sessizce. Rafların üzerinden atladı, bize doğru geldi. İrfan çubuğunu savurdu, ama dron çevik bir hareketle sıyrıldı. Mahir bozucuyu çalıştırdı; bir vızıltı sesi duyuldu, dronun ışıkları titredi, ama durmadı. “Bu şey… otonom!” dedi Mahir, şaşkınlıkla. Dron, metalik kollarından birini uzattı, İrfan’a doğru hamle yaptı. Ben öne atıldım, dronu iterek İrfan’ı korudum. Kol, omzuma çarptı; acı keskin, ama dayanılabilirdi. “Orhan!” diye bağırdı İrfan, beni çekerek.
Gözlerimdeki parlama şiddetlenmişti; bir veri akışı zihnimde belirdi—dronun sistemi, zayıf noktaları, bir erişim kapısı. “Bekle,” dedim, İrfan’a. “Onu durdurabilirim.” Zihnimi zorladım, o biyoteknolojik bağlantıyı hissettim. Dronun sensörleri bana kilitlendi, ama bu bir fırsattı. Gözlerimle onun sistemine sızdım; bir an için, dronun “gözünden” dünyayı gördüm—biz, raflar, arşiv. Komut zincirini buldum, bir satırı değiştirdim: Kapan.
Dron titredi, ışıkları söndü ve yere yığıldı. Nefes nefese kaldım, dizlerimin üzerine çöktüm. İrfan bana sarıldı. “Nasıl yaptın bunu?” dedi, şaşkınlıkla. “Bilmiyorum,” dedim, zorlukla. “Ama… gözlerim. Onlar sadece izlemiyor. Kontrol edebiliyor.” Mahir yere çömeldi, dronu inceledi. “Bu yeni bir model,” dedi, kaşlarını çatarak. “Nehir Hanım’ın tasarımı olmalı. Ama neden burada?” Cevap açıktı. “Bizi bekliyordu,” dedim, ayağa kalkarak. “Arşivi koruyor.”
İrfan elimi tuttu. “O zaman burada bir şey var,” dedi, kararlılıkla. “Nehir Hanım’ın sakladığı bir şey.” Mahir başını salladı, feneri tekrar yaktı. “Üst kata çıkalım,” dedi. “Belgeler orada.” Merdivenlere yöneldik, ama içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Dron tek değildi—daha fazla olabilirdi. Ve Nehir Hanım… O, hâlâ bir adım öndeydi.
Üst kata vardığımızda, geniş bir oda bizi karşıladı. Raflar, kutularla doluydu; bazıları açık, bazıları mühürlü. Ortada bir masa, üzerinde bir terminal vardı—ekranı hâlâ açıktı. “Bingo,” dedi İrfan, masaya koşarak. Terminalde bir dosya açıktı: “Luna Aktarımı—Denek 17: Orhan Yılmaz.” Kalbim hızlandı. İrfan ekrana dokundu, dosyayı kaydırdı. “Bak,” dedi, fısıldayarak. “Seni nasıl seçtiklerini yazmışlar. Tezin, mikrobiyoloji verilerin… Hepsi planın parçasıymış.”
Ama o anda, ekran titredi, bir uyarı belirdi: Erişim Engellendi. Sistem Kilidi Aktif. Aynı anda, odanın köşesinden bir ses geldi—bir tıkırtı, sonra bir gölge. Gözlerimde bir parlama; bu kez birden fazla şekil vardı. “İrfan,” dedim, nefes nefese. “Hazırlan. Yalnız değiliz.” Mahir bozucuyu kaldırdı, İrfan çubuğunu sıktı. Gölgeler hareket etti—dronlar, ama bu kez daha büyük, daha ölümcüldüler.
“Kaç!” dedim, ama çok geçti. Dronlar üzerimize atıldı.