Kırık Gölgeler

1356 Words
Birleşik Sokak’taki o gün, zihnime bir çentik atmıştı; ne kadar silkelemeye çalışsam da, o yaşlı adamın titrek parmağıyla gökyüzünü işaret edişi, satıcı kadının korku dolu gözleri aklımdan çıkmıyordu. Eve döndüğümde, latteciyi çalıştırıp bir fincan kahve yaptım; rutinlerim, bu karmaşada tutunabileceğim tek sabitti. Ama fincanı elime aldığımda, o ekşi tat yine ağzımda belirdi—sanki bir gölge gibi, her yudumda beni takip ediyordu. “Bu nedir?” diye mırıldandım, fincanı masaya bırakarak. Kahve kokusu, bir an için o karanlık odadaki küflü havayı hatırlattı; midem bulandı. Mikroskobumun başına geçtim, ama bu kez cam tüplerin içindeki dünya değil, dışarının bulanık gerçekliği beni çekiyordu. Tezim, yıllardır sığınağımdı; ama şimdi, o minik evren bile bana uzak geliyordu. O gece uyuyamadım. Gözlerimi her kapattığımda, o karanlık odanın duvarları zihnimde beliriyor, uzaklardan gelen o makine uğultusu kulaklarımda çınlıyordu. Sabah yedide uyandım, her zamanki gibi latteciyi çalıştırdım, ama kahveyi içmeden evden çıktım. İrfan’la yeniden buluşmak için sözleştik. “Birleşik Sokak’a geri dönmeliyiz,” demişti önceki gece, sesinde o tanıdık telaş. “Bir şey bulacağız, Orhan. Hissediyorum.” Onun bu inancı, beni hem rahatsız ediyor hem de meraklandırıyordu. Kesit Sokak’taki terminalde buluştuk; İrfan, bu kez sentetik sigara olmadan, ama elleri ceplerinde, sabırsızca ayaklarını yere vuruyordu. “Hadi,” dedi, daha selam vermeden. “Bugün daha derine ineceğiz.” Birleşik Sokak’a vardığımızda, hava hâlâ griydi; Kilikya’nın nemli sabahları, sokaklara ağır bir sis çökertmişti. Dün atölyeyi gördüğümüz sokağa yöneldik, ama bu kez daha dikkatliydik. İrfan, “Başka biriyle konuşmalıyız,” dedi, gözleri sokakta geziniyordu. “O kadın bir şey biliyordu, ama korktu. Belki başka biri cesaret eder.” “Kime soracağız ki?” dedim, omuz silkip. “Herkes susuyor.” İrfan gülümsedi; o tekinsiz, kendinden emin gülümsemesiyle. “Herkes değil. Bana güven.” Sokağın köşesinde, eski bir tamir dükkânı vardı; camları kırık, kapısı paslı bir metal levhayla örtülmüştü. İrfan, kapıyı yumrukladı. “Hey, Mahir! İçerde misin?” diye bağırdı. Bir süre sessizlik oldu; sonra kapı aralandı. Uzun boylu, zayıf, sakallı bir adam dışarı çıktı. Gözleri koyu halkalarla çevriliydi, ama bakışları keskindi. “İrfan,” dedi, sesi boğuk. “Bu saatte ne istiyorsun?” İrfan beni işaret etti. “Bu Orhan. Bir şey soracağız.” Mahir bana baktı, kaşlarını çatarak. “Ne soracaksın?” dedi, kapıyı biraz daha açarak. “Atölyeyi biliyor musun?” dedim, doğrudan konuya girerek. Mahir’in gözleri kısıldı; bir an durdu, sonra başını salladı. “Herkes biliyor. Orada bir adam öldü. Sonra her şey sustu.” “Başka ne biliyorsun?” diye üsteledi İrfan. Mahir, sokağa bir göz attı, sonra bizi içeri çekti. “Burada konuşulmaz,” dedi, kapıyı kapatarak. Dükkân, eski makineler ve aletlerle doluydu; bir köşede yarım kalmış bir ışın terminali paneli, diğerinde sentetik organ parçaları vardı. Hava, metal ve yağ kokuyordu. Mahir, bir sandalyeye çöktü, bize de işaret etti. Oturduk. “Atölye,” dedi, sesini alçaltarak. “Orası eskiden tamir için kullanılırdı. Yapay organlar bozulduğunda, ucuza onarılırdı. Ama son yıllarda… başka şeyler dönmeye başladı.” “Ne gibi?” dedim, kalbim hızlanarak. Mahir durdu, elini sakalına götürdü. “Kaybolanlar,” dedi sonunda. “İnsanlar bir gecede gidiyor. Kimse sormuyor.” İrfan öne eğildi. “Nereye gidiyorlar?” Mahir omuz silkti. “Bilmem. Ama bir gece, atölyeden garip sesler duydum. Makine sesi değil… bağırma gibi. Sabah baktığımda, her şey boştu. Sadece o leke vardı.” “Kan mı?” dedim, sesim istemeden titreyerek. Mahir başını salladı. “Bilmem. Ama normal değildi.” Bir an sustuk. İrfan bana baktı; gözlerinde “Gördün mü?” der gibi bir ifade vardı. “Bunu polise söyledin mi?” dedim, Mahir’e dönerek. Güldü; kuru, alaycı bir kahkaha. “Polis mi? Onlar sormaz. Biri yukarıdan bastırıyor.” “Yukarıdan mı?” dedi İrfan, kaşlarını kaldırarak. Mahir, tavanı işaret etti. “Konfederasyon. Ya da daha yukarısı.” Ay’ı mı kastediyordu? Mahir’in sözleri, zihnimde bir fırtına kopardı. Nehir Hanım’ın kayboluşu, o karanlık oda, İrfan’ın teorisi… Hepsi birbiriyle bağlantılı olabilir miydi? “Başka ne gördün?” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. Mahir, bir çekmeceye uzandı, küçük bir metal kutu çıkardı. İçinden bir şey aldı; küçük, parlak bir çip. “Bunu atölyenin yakınında buldum,” dedi, çipi masaya koyarak. “Ne bu?” dedi İrfan, elini uzatıp. Mahir çekti. “Dokunma. Bilmiyorum ne olduğunu, ama normal bir parça değil. Üzerinde işaretler var.” Çipe baktım; yüzeyinde ince, yeşilimsi çizgiler vardı—gözaltlarımda gördüğüm o gölgeye benziyordu. Bir an başım döndü; midem bulandı. “Nereden buldun?” dedim, sesim çatallaşarak. “Atölyenin arkasındaki çöpte,” dedi Mahir. “O gece sesleri duyduktan sonra.” İrfan’a baktım; o da şaşkındı. “Bunu sakla,” dedim Mahir’e. “Ve kimseye söyleme.” Başını salladı, çipi kutuya geri koydu. Dükkândan çıktığımızda, sokak daha da sessizdi. İrfan, “Ne düşünüyorsun?” dedi, sesinde hem korku hem heyecan. “Bilmiyorum,” dedim, dürüstçe. “Ama bu… tesadüf değil.” Sokakta yürürken, Mahir’in sözleri aklımda dönüyordu. Kaybolanlar. Yukarıdan baskı. O çip. Ve o ekşi tat, yine ağzımda belirdi; sanki bir uyarı gibi, her adımda beni takip ediyordu. Sokakta biraz daha ilerledik. İrfan, “Başka kimle konuşsak?” dedi, etrafına bakarak. “Mahir bir şeyler biliyor, ama hepsini söylemedi.” “Herkes korkuyor,” dedim, omuz silkip. “Belki haklılar.” O anda, bir gölgenin hareket ettiğini fark ettim; sokağın sonunda, kırık bir ışık direğinin altında biri duruyordu. Küçük, ince yapılı bir kız; belki on beş yaşında. Bize bakıyordu, ama yaklaşmıyordu. İrfan da fark etti. “Hey!” diye seslendi, ama kız hemen döndü ve koşmaya başladı. “Dur!” dedim, İrfan’la peşinden koştuk. Dar bir ara sokağa daldı; ayak seslerimiz betonlarda yankılanıyordu. Kız hızlıydı, ama bir çöp konteynerine takıldı ve yere düştü. Yanına vardığımızda, nefes nefeseydi; gözleri korkuyla doluydu. “Bizi neden takip ediyorsun?” dedim, sesimi yumuşatarak. Kız bize baktı, titreyerek. “Sizi değil,” dedi, fısıltıyla. “Onları.” “Kimleri?” dedi İrfan, kaşlarını çatarak. Kız, sokağa bir göz attı, sonra başını salladı. “Sormayın. Bulurlar sizi.” Satıcı kadının sözleri… Mahir’in uyarısı… Aynı korku, aynı gölge. “Adın ne?” dedim, ona elimi uzatarak. Bir an tereddüt etti, sonra fısıldadı: “Leyla.” Ayağa kalktı, ama bize yaklaşmadı. “Atölyeyi mi soruyorsunuz?” dedi, sesi titrek. İrfan’la bakıştık. “Evet,” dedim, yavaşça. “Neden?” Leyla durdu, sonra cebinden bir şey çıkardı; küçük, buruşmuş bir kâğıt. “Bunu buldum,” dedi, kâğıdı uzatarak. Aldım, açtım. Üzerinde el yazısıyla bir not vardı: “Teslimat—Ay için. 03.25.” Tarih, geçen haftaydı—o karanlık odadan bir gün sonrası. Kalbim hızlandı. “Bunu nereden buldun?” dedim, sesim istemeden yükseldi. “Atölyenin yanından,” dedi Leyla. “Ama kimseye söylemedim. Korktum.” İrfan kâğıdı aldı, okudu. “Ay için mi?” dedi, bana bakarak. “Bu ne demek?” “Bilmiyorum,” dedim, ama zihnimde bir fırtına kopuyordu. Nehir Hanım, o karanlık oda, Mahir’in çipi, şimdi bu not… “Bize yardım etmek ister misin?” dedi İrfan, Leyla’ya dönerek. Kız başını salladı. “Hayır. Sorarsanız, bulurlar sizi.” Ama gözlerinde bir şey vardı; korku, evet, ama aynı zamanda bir merak. Sokakta bir ses duyuldu; uzaklardan gelen bir dron vızıltısı. Leyla irkildi. “Gitmeliyim,” dedi, ve koşarak gözden kayboldu. İrfan’la kâğıda baktık. “Bu bir kanıt,” dedi, sesinde zafer. “Ama neyin?” dedim, şüpheyle. O anda, gözlerimde yine o parlama geçti; ışıklar keskinleşti, sonra normale döndü. Başım döndü; nefesim sıkıştı. İrfan fark etti. “İyi misin?” dedi, omzuma dokunarak. “Bilmiyorum,” dedim, dürüstçe. “Bir şey… yanlış.” Sokağın sonunda, eski bir görüntüleyici ekranı duruyordu; kırık, ama hâlâ çalışıyordu. Ekranda Ay kolonisi haberleri dönüyordu: “Jeneratör testi başarılı. İnsan yaşamı için bir adım daha.” Spiker, “Gerçek koşulların test edilmesi gerekiyor,” diyordu. İrfan ekrana baktı, sonra bana döndü. “Gerçek dokular,” dedi, fısıltıyla. “Bunu test etmek için birilerine ihtiyaçları var.” “Kanıtın hâlâ zayıf,” dedim, ama sesimdeki inanç eriyordu. O gün eve döndüğümde, zihnim karmakarışıktı. Mikroskobuma oturdum, ama ellerim titriyordu. Mahir’in çipi, Leyla’nın notu, o yeşilimsi çizgiler… Gözlerimi ovuşturdum; parlama yine geçti, bu kez daha uzun sürdü. “Uykusuzluk,” dedim, ama kendimi inandıramadım. O gece, rüyamda o karanlık odayı gördüm. Duvarlar titreşiyor, uzaklarda bir makine uğulduyordu. “Neredeyim?” diye bağırdım, ama sesim yankılanmadı. Uyandığımda, yüzüm ter içindeydi; ağzımdaki ekşi tat, daha keskin, daha gerçekti.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD