İstanbul yolculuğu başlamıştı. Arabada o tanıdık sohbetler, gülüşmeler vardı. Abim direksiyondaydı, babam ön koltukta yine manzaralara hayran hayran bakıyordu. Annem camdan dışarıyı izliyor, her virajda bir yorum yapıyordu. Ben ise arka koltukta müziğe kulağını vermiş, başımı cama yaslamıştım. Trabzon’u ardımda bırakmanın hüznünü henüz tam sindiredim. Sevmiştim bu şehri, kesinlikle sık, sık gelecektim. Belkide ilerde bir gün buraya yerleşirim kim bilir?
Kırkbeş dakikalık bir yol gelmemeştik bile. Yine klasik Trabzon işte hafif bir yağmur başladı, yol ıslaktı. Sis de bastırmıştı. Karadeniz’in o büyülü doğası bir anda tehditkâr hale gelmişti. Babam sürekli "Yavaş git oğlum yollar kaygan dikkat et" diyerek sürekli abimi uyarıyordu. Annem çantasından çıkardığı tesbih ile yine bir şeyler fısıldamaya başladı. Artık yol boyunca zikirler, dualar dilinden düşmezdi. "Kazasız, belasız gidelim evimize" dediğin de girdiğimiz virajla son surat gelen tırla kafa, kafaya geldik. Ne abimin yön değiştirme çabası, ne karşı tarafın fren sesleri. Belki de artık bazı şeyler için çok geç kalınmıştı.
Sonrası karanlık.
Bir çığlık… Metalin kıvrılan sesi… Camların patlaması… Gökyüzüyle yerin yer değiştirdiği o uğursuz an… Vee.
Sonra bir sessizlik.
Her şey karardı. Fren sesi, metalin bükülüşü, çığlıklar… Gözlerimi açtığımda dünya ters dönmüştü sanki. Araba yan yatmıştı. Camlar kırık, hava yastıkları patlamış… Kulaklarım uğulduyordu. Her şey bulanıktı. “Annee!!” dedim, sesim duyulmaz gibi, fısıltı gibiydi. Annemle en son göz, göze gelmiştik.
Kafamı çevirdim… Annem. Kan içinde. Gözleri açıktı ama boş bakıyordu. “Anne?! Anne nolur bak bana! Anne nolur cevap ver!” Ellerim titreyerek onun yüzüne uzandı. Yanaklarına dokundum, titriyordu. “Anne buradayım, tamam mı? Bak ben buradayım, kurtulacağız, söz veriyorum… Anne gözünü kapama, ne olur!” Çığlık atmaya başladım, ağzımdan çıkan ses bana ait değil gibiydi.
"Yardım edin! Lütfen birileri yardım etsin! Annem ölüyor!" Sanki o an arabada sadece ikimiz varmış gibiydik. Abimin inilteleri kulağıma gelmeye başladı. "Elif!! abicim iyi misin?"
"Abi!! abi annem tepki vermiyor. Baba!! babamm ses ver." derken sesim çıkıyor mu emin değilim. Annemi sarsmaya başladım, biliyordum yapmamam gerektiğini ama elimde değildi. “Anne! Lütfen! Söz verdin bana, mezuniyetime geldin ya... şimdi gidemezsin! Anne gözlerini kapama! Lütfen! Kızın daha çalışmaya başlayıp ayaklarının üzerinde duracak.” O an aklıma gelen her şeyi söylemeye başladım. Cevap verir umuduyla.
Bir yandan onu ayıltmaya çalışırken, bir yandan arabadan dışarıyı görmeye çalışıyordum. Abim başını direksiyona dayamıştı, kıpırdamıyordu ama sesi, sesi çıkıyordu. Babamın yüzü kan içindeydi, koltuğuna yığılmıştı. "Baba, Babaa!!! Ne olur ses ver" derken yalvarır gibiydim.
Dışarıdan sesler geliyordu. İnsanlar koşuyordu. Bir adam camı kırmaya çalışıyordu. Ama zaman durmuş gibiydi. Sadece annemin nefes alıp almadığını kontrol ediyordum. Göğsü inip kalkmıyordu artık. Hayır! Hayır bu olamaz! gözlerim iyi görmüyor. Kesinlikle şu an bazı şeyleri anlayamıyorum.
Elimden kayıp giden elleri… o buz gibi teni… hayatım boyunca o anın ağırlığını sırtımda taşıyacağımı biliyordum. O sabah annemin cıvıldayan sesini son kez duymuşum. Meğer “Kalkın güneş kaçmadan gidelim,” dediği o cümle, onun hayata veda cümlesiymiş.
Gözyaşlarım kırık camlardan aşağıya süzülürken tek bir cümle geçiyordu aklımdan:
"Keşke hiç mezun olmasaydım da siz gelmeseydiniz"
Ambulansın içinde oturuyordum ama hiçbir şey hissetmiyorum. Sadece bir kaç yerimde cam kırıkları var, onlarda canımı yakıyormu bilmiyorum. Kulaklarımda hâlâ annemin suskunluğu çınlıyordu. Elleri hâlâ avuçlarımdaydı sanki, o soğukluğu, o çaresizliği içime işlemişti. Üstüm başım kan içindeydi, çoğu bana ait değil gibiydi. Abimi sedyeye koymuşlardı, başında bir hemşire vardı, gözlerini açmış ve hala neler olduğunu anlamaya çalışır gibi bakınıyordu. Annemi arabanın içinden çıkartıp müdahale etme gereği bile duymamışlardı. 'Cesedi alalım buradan' diyen adamı öldürmek istedim. Annem di o benim cesed değil. Daha on dakika bile olmamıştı. Ama anneme cesed demişti.
Hastaneye getirdiler.
Babam… babam için acil müdahale gerekiyormuş. Kalbi durmuştu olay yerinde, sonra tekrar çalıştırmışlar. Şimdi yoğun bakımdaydı. Abim ameliyattaydı. Hemşire gelip sadece bir kaç kırık var merak etme demişti.
Hastane koridoru çok soğuktu. Ya da ben öyle hissediyordum. Ellerim kucağımda birbirine kenetlenmiş, dua eder gibiydim ama ne söylediğimi bilmiyordum. Oysaki annem her anımda okuyacağım dualar öğretmişti. Sınava girerken, korktuğumda içim sıkıldığında. Tuvalete girerken bile okuyacağım duayı öğretmişti. Ama ben şuan hepsini unutmuş gibiydim. Sahi ölen annenin arkasından hangi dua okunuyordu??
Kafamın içinde sadece tek bir cümle dönüp duruyordu:
“Annen öldü… Annem gitti…” O soğuk morga bırakmışlardı onu. Ama annem soğuk sevmezdi ki. Orada üşür, üzerine battaniye örtün diyemedim. Göz yaşlarımın akıp, akmadığının bile farkında değilim. Annem olsa babam ve abim içinde dua ederdi. Ama ben onuda yapamıyorum. Kaç saat geçti bilmiyorum.
Bir hemşire geldi, beni babamın odasına aldı. Yoğun bakımda, makinelerle çevrili yatıyordu. Yüzü tanıdık ama tanıdık olmayan bir solgunlukta. Elini tutmak istedim, kablolar, iğneler vardı. Ama yine de tuttum. Parmaklarını sıkıca sardım.
“Baba?” dedim, fısıltıyla. “Buradayım. Elif’in… Küçük kızın, bitaneciğin…. Annem gitti baba… Bizi bırakıp gitti. Ama sen… nolur sen gitme.” sanki annemin öldüğünü söylersem o bizi bırakmaz sandım. Ben çocuklarımı yalnız bırakmam der sandım.
Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Kalbim delicesine çarptı. “Duyuyor musun beni? Babacım buradayım. Elini sıktım, hissettin değil mi?” Gözleri hafifçe kıpırdadı, dudakları titredi. Allahım çok şükür... Ama ben yine şükrümü erken yapmışım.
Sonra bir şey oldu… makinelerin sesi değişti. Monitördeki çizgiler düzleşmeye başladı.
“Hayır… hayır hayır hayır! Baba! N’olur yapma! Baba bak elim burada! Sıkı tut! Gitme baba, bizi böyle bırakma! Abim sensiz ne yapar? Ben ne yaparım? Söz verdin bana... Ağrıyan dişlerini ben tedavi edecektim. Baba lütfen! yapma bunu bize baba!!!” İnsan böyle durumlarda ne kadar saçmalarsa o kadar saçmalamıştım işte.
Doktorlar içeri doluştu. Beni dışarı çıkardılar. Kapı kapandı. Ben yere çöktüm. Yalınayak, çırılçıplak gibiydim hayatın ortasında. Annemi yitirmiştim, şimdi babam da gözümün önünde gidiyordu. Ve ben hiç bir şey yapamıyordum.
Beş dakika sonra kapı açıldı. Bir hemşirenin gözleri doluydu. Başını eğdi. Hiçbir şey söylemedi.
Benim dünyam yine yıkıldı.
O an içimde bir şey koptu. Ne bağırabildim ne ağlayabildim. Sadece sustum. Boğazımda kocaman bir düğüm, gözlerimde kaskatı bir sessizlik. Babam da bizi bırakıp gitmişti.
"Ben artık yetimdim. Öksüzdüm. Ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Hastane koridorunun o buz gibi serinliğinde saatler mi geçti, yoksa sadece birkaç dakika mı… bilmiyordum. Zaman kavramını kaybetmiştim. Bedenim oradaydı ama ruhum çoktan dağılmıştı. Belki o kaza anında, cam kırıkları arasında bir yere savrulmuştu, hâlâ orada, hâlâ annemin elini tutmaya çalışıyordur. Belki bende ölmüştüm, şuan ortalıkta dolaşan ruhumdu.
Bana bir sandalye verdiler, başım önümde, ellerim dizlerimde kenetlenmiş, boşluğa bakıyordum. İnsanlar gelip gidiyor, bir şeyler söylüyorlardı ama hiçbirini anlamıyordum. Kulaklarım tıkanmış gibiydi. Kendi içimde bir uğultu, bir feryat vardı, dış seslere yer kalmamıştı.
"Hanımefendi bunlar sizin eşyalarınızmış. Telefonunuz hiç susmuyor. Kusura bakmayın gelene kadar cevap vermek zorunda kaldık. Aileniz geliyor merak etmeyin. Başınız saolsun." diyerek uzatılan çantayı aldım. Ailem mi geliyor? Gelemezler ki artık. Benim ailem kalmadı ki. Annemi, babamı morga koydular. Oradan çıkıp gelemezler ki.. Yanıma birisi oturdu ama yüzüne bile bakmadım. Söylediklerimi duydumu bilmem.
"Çok üzüldüm tekrar başınız saolsun. Ama unutmayın ölenle ölünmüyor. Ağlayın, üzülün ama sonra kendinize gelin. Daha çok gençsiniz malesef ki hayat devam edecek. Biliyormusun bu acı içinden hiç geçmeyecek. Unuttum dediğin her anda bir söz, bir bakış hatta bir renk hatırlatacak onları. Ama sen yine de yaşamaya devam edeceksin. İnsanoğlu işte her acıya katlanıyor. Ölmek istese de ölemiyor biliyor musun?" Bir süre sessiz kaldım. Ne diyebilirim ki.
'Ben unutmam ki onları' dediğim de kafamı kaldırdım ama yanımda kimse yoktu. Belki de hiç olmamıştı.
Sonra bir ses daha duydum…
“Elif?”
Başımı kaldırdım. Teyzem. Gözleri şişmiş, yüzü solgun. Yanıma geldi, eğildi. “Canım… ah yavrum…” deyip sarıldı bana. İlk defa o an titremeye başladım. Onun sıcaklığıyla bedenim birden ürperdi. Belki de gerçekten o an anladım; her şey bitmişti.
“Teyze!!!" derken sanki her şeyi tekrardan yaşamaya başladım. "Annem, babam bizi bırakıp gittiler. Onlar yine ayrılmadı. Ama bizi yalnız bıraktılar teyze.." sonrası yoktu.. Sonrası kapkara, bitmeyen bir karanlık
İşte o an bir boşluğun içine düştüm. Dipsiz, karanlık, çıkışı olmayan bir boşluk. Ayakta nasıl durduğumu bilmiyorum. Belki de durmadım. Belki o andan sonra yürüyen ben değilim artık, sadece bir boş beden…
* * * * *
Günler geçti. Belki haftalar…
Cenazeler. Taziye ziyaretleri. Sessiz ağlayan insanlar. Çocukken bana oyuncak alan komşular şimdi başımı okşayıp "Annen çok iyi kadındı" diyorlardı. Babam için "Dürüst adamdı, toprağı bol olsun" diyen sesler birer yankı gibi kulaklarımda çarpıp duruyordu.
Ama en kötüsü ne biliyor musun? Herkes bir süre sonra hayatına devam etti. Amcamlar, teyzemler herkes bir bir evine gitti. Abimin ayağında kırık alçılarla yürümeye çalışıyor.
Bense orada, o virajda, o yağmurlu yolda kaldım. Her gece gözlerimi kapattığımda tırın sesi, annemin boş bakan gözleri, babamın elimi sıkışı, sonra o düzleşen çizgi… hepsi yeniden, yeniden, yeniden…
Zeliha ve Burcu sürekli arayıp duruyorlar ama onlarla bile konuşmak zoruma gidiyor. Cenazeye gelmiş ve bir hafta beni yalnız bırakmamışlardı. İnsan kalabalıkta bir şekilde nefes alıyormuş. Ama yalnız kalınca geceleri kabus olup çöküyormuş.
Kırk gün dile kolay tam kırk gün olmuştu onlarsız kırk gün. Ama sanki kırk yıl geçse de acıları hep içimde olacak gibiydi.
Evin her yeri annem ve babam kokuyordu. Sanki açtığım her kapının ardından çıkacaklarmış gibi. Teyzem ve yengem bir olup yatak odalarını boşaltmışlardı. Görüp üzülmeyelim diye. Boş oda daha çok üzüyor oysa ki. Siz hiç annenizin yapıp buzluğa attığı köfteyi o öldükten kırk gün sonra çıkartıp yediniz mi? Ben bugün çıkartıp yedim. Abim açıktım deyince yapacak bir şey bulamadım buzluğu açtım. Keşke hiç açmasaydım. Börekler, kekler, sarmalar.. Hiç üşenmemiş yapmış birde üzerlerine tarih atmış. Köfteyi iki ay önce yapmış. İnsanoğlu yarınını bilmeden neler yapıyor böyle. Ahh annem.. babam seviyor diye yaptın tüm bunları biliyorum. Ama bak çocukların açlıktan ölmemek için yiyor. İçim yanıyor içim.. Köfteden mi acıdan mı bilinmez ama içim yanıyor...
Bir gün Trabzon’a dönerim diyordum ya hani… şimdi sadece o şehirden uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü o şehir bana sevdiklerimin son gülüşlerini hatırlatıyor. Son kahvaltımızı, annemin telaşlı hâlini, babamın camdan bakarken iç çekişini… Anneme söylediği türkü kulaklarımda çınlıyor hala..
Evlerinin önü yoldur
Yolun sonu karakoldur
Kurban olam suna gelin
Gel testini bizden doldur
Al fadimem bal fadimem
Yanakları gül fadimem
Al fadimem bal fadimem
Yanakları gül fadimem
Uyan uyan sabah oldu
Subaşına gel fadimem
Uyan uyan sabah oldu
Kalk namazını kıl Fadimem.
Aldı Fadimesini götürdü babam. Bizi böyle bıraktılar. Annem hep dua ederdi Rabbım beni senden ayırmasın diye. Duası kabul oldu. Onlar bir birinden ayrılmadılar, ama biz artık ne yapacağız onlarsız hiç bilmiyorum..