Bir insan nasıl bu kadar duygusuz ve acımasız olabilirdi?
“Hayır!!!” dedi başını iki yana sallayarak.
“Ailen öldü!”
Bir kez daha tarttı adamın mimiklerini. Gerçekten de onda insanlık namına hiçbir şey yoktu.
Ayağa kalktı. Titreyen elleri koltuğa tutunurken ayak tabanlarında ki hissizlik dengesini sarstı. Doğrulmaya çalıştı. Başaramadı.
Annemmm... diye çağlıyordu içi. Burnu sızladı. Saçlarını okşayarak onu sakinleştiren kadının kokusunu, sesini aradı.
Göz yaşları, firar ederek yanaklarından süzüldü. Bacakları onu daha fazla taşıyamadı. Yere düştü. Tırnaklarını koltuğun derisine gömdü. Başını iki yana sallayarak sayıklamaya başladı.
“Anneem!!!”
“Hayır!... Yalan...”
Başını koltuğa vurdu. Kir içinde topaklaşan saç tutamları, ıslanan yüzüne yapıştı.
“Gitmem lazım”
Çaresizdi. Başını kaldırdı. Adam hala hissizce onu izliyordu.
“Hayır”
“Anlamıyorsun!.. Görmem lazım”
“Hayır!”
“Lütfen!!!” dedi adeta yalvararak. Güçsüz olmaktan ve başka birinden yardım dilenmekten nefret ediyordu ama başka şansı yoktu. Ailesini koruyamadığı için kendini suçluyordu şimdi. Eğer o şeyin onu ele geçirmesine izin vermeseydi bu yaşananların hiçbiri olmayacaktı.
“Eğer gidersen yaşadığını öğrenirler” diyerek hemen karşısına çöktü prens. Gözleri manasız değildi artık.
Burnunu çekti.
“Gitmeliyim...”
“Bilen herkesi katlettiklerini göremiyor musun?”
Ailesi ve güçleri olmadan yaşamanın ne anlamı vardı zaten. Buğulu gözlerini adamın gözlerinden ayırmadan elini uzattı. Cansız parmakları dizine koyduğu koluna tutundu.
“Yalvarıyorum sana..!”
“Hayır!”
Kolunu silkeledi prens. Ardından doğrularak uzaklaştı yanından. Pencereye doğru attı adımlarını. Kadın sayıklayarak ağlarken gözlerini dışarıya verdi. Caddeyi yeni yeni dolduran insanları izledi. İçlerinden herhangi biri düşmanı olabilirdi. Eğer tedbirini almazsa elindekinden olabilirdi. Kadının ailesine veda etmesine izin vermeyecekti. Onu tehlikeye atmak için yeterli olacak ufacık bir hareket... Yapamazdı. Ona ihtiyacı vardı. Ülkesini savaştan koruyabilecek tek şey oydu. Öylece elinden kaymasına izin vermeyecekti.
Sayıklamaları kesik kesik çığlıklara dönüşmeye başladığında duyduğu rahatsızlıkla kıpırdandı. Kollarını göğsünde kavuşturdu. İnsanların çığlıkları bu kadar rahatsız edici olmazdı. Yağmacılar ise çığlıklarıyla öldürürlerdi. Şu an o kadar güce sahip olmadığı için şanslı sayılırdı. Gerilen sırt kaslarıyla birlikte olduğu yerde dikilmeye devam etti. Ne kadar rahatsız edici olursa olsun kadının üzüntüsünden ve öfkesinden bu şekilde sıyrılacağına inanıyordu.
Saatlerdir dikildiği pencereden ayrıldığında bedeni hareketsiz kaldığı için kaskatı kesilmişti. Kadının yorulması ve kendinden geçmesi için güneşin tepeye tırmanması gerekmişti. Ona doğru ilerledi. Başı koltuğa gömülmüş, kuş yuvasını andıran saçları yüzünü bir perde gibi örtmüştü. Yanına çökerek elini dizleriyle bacaklarının etli kısmının arasına soktu. Diğer eliyle koltuk altını kavradı ve onu kucağına çekerek ayağa kalktı.
Yatağa uzanmasını sağlayarak örtüyü üzerine çektiğinde anlamsız birkaç kelime daha sayıklayarak kıpırdandı. Yüzündeki saçlarını geriye çekti ve kurumaya yüz tutmuş göz yaşlarını mendiliyle temizledi. Acısını anlıyor olsa da onun için yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Lekelenen ipek mendili katlayarak cebine yerleştirdi. Kadın kendinde değilken yarasını kontrol etmeliydi. Örtüyü aşağı çekerek yırtık gömleğini araladı. Henüz üzerindeki giysileri değiştirme fırsatı bulamamıştı. Bunu yapmak için hizmetçi tutabilirdi ama onun kimliğinin açığa çıkma riskini alamazdı. Temizlenmesi için tam olarak kendini toparlamasını beklemek zorundaydı.
Tüyü yakalı tam iki gün olmuştu. Pürüzsüz cildinin üzerinde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Teni solgun görünse de sağlıklı olduğundan şüphe duymadı. Geldiğinden beri tek lokma yememişti. Belki de bu yüzden gücünü toplayamamıştı. Veyahut hayatta kalması zannettiği kadar kolay olmayacaktı.
Üzerini tekrar örterek kapıya ilerledi. Kapı kolunu tutarak indirdiğinde kadın birkaç kelime daha sayıkladı. Başını geri çevirdi. Birkaç saniye sakinleşmesi için bekledi. Ardından kapıyı aralayarak muhafızına “Cesetleriyle ilgilen” dedi.
“Yakalım mı?”
“Evet. Hiçbir iz kalmasın”
“Tamam” diyerek başını sallayan adam arkasını dönerek uzaklaştı. Diğerlerine dönerek “Yemek getirin! Sulu olsun” dedi.
Başını içeri çekti ve kapıyı örttü. Sırtını duvara yaslayarak bir süre dinlendi. Yapacak o kadar çok şey vardı ki her şey için çok geç olmasından ölesiye korkuyordu. Biliyordu ki ailesi ondan mektup bekliyordu. Şehre gireli bir haftayı geçmişti ama onlara henüz tek kelime yazıp göndermemişti. Endişelendiklerine emindi.
Ağabeyi Prens Omondi, sınırda askeri birliklerle ilgileniyordu. Gidişatı düşünüldüğünde savaş kaçınılmazdı. Şehirde yayılan dedikodulara göre diğer şehirlerden toplanan birlikler yola çıkmak için hazır bekliyorlardı.
Kuzey Ferq savaşa hazır değildi. Topraklarını vuran yağmur, hasatları silip götürmüştü. Çiftçiler çaresizdi. Vergilerini ödeyecek durumda olmadıkları gibi açlıkla baş etmek zorundaydılar. Başkent köyler kadar etkilenmemişti ama onların besinleri de köylerden geldiği için aynı sefaletle yüz yüzeydiler. Zor bir yıl geçireceklerdi. Bunu fırsat bilen komşu ülkelerse topraklarına toprak katabilmek için zayıflıklarından faydalanmak istiyorlardı. Bunu durdurmak için görevlendirilmişti. Yapabileceğinden emin değildi ama halkı için denemek zorundaydı. Eğer başaramazsa bu şehirden canlı çıkamayacaktı.
Tak...tak...
Sırtını duvardan ayırarak kapıyı araladı. Askerin getirdiği yuvarlak tepsiyi almak için elini uzattı.
Asker “Prensim!” diyerek söze başladığında tepsiyi tutmuş ve kendine çekmişti.
“Evet”
“Prens Vagus sizi ziyarete geldi”
Bedeni uğradığı şokla buz gibi oldu. Elindeki tepsi titredi. Gözlerini yatağa çevirdi ve tepsiyi dolabın üzerine bırakmak için hızla yürüdü. Ardından tülleri çekerek kadını gizledi. Üzerini düzeltti. Güney Celn prensi buraya çıkmadan aşağı inmeliydi.
YYYYYYY
Geniş ve uzunca oyulmuş küvetin içine önce ayaklarını soktu. Soğuk tenini yakan suyun sıcaklığı damarlarına nüfuz etti. Kalbi bir kez daha eridi. Göz pınarlarında birikmek için sabırsızlanan göz yaşlarını burnunu çekerek geri gönderdi.
Kimse kimsenin acısını anlamaz demişti annesi. Ne kadar yakının olduğu, seni ne kadar çok sevdiği önemli değil. Eğer bir benliğin varsa senden değerlisi, senin acından üstünü yoktur. Sırtı ona dönük dikilen adama bakarken düşündükleri bunlardı. Ailesini görmesine izin vermemişti. Acısını öyle umursuzca karşılamıştı ki. Öfkeliydi. Yabancı olduğu adamdan çok kendineydi kızgınlığı. Onun tutsağı olacak kadar güçsüz düşmemeliydi.
Parmaklarını suya alıştırmaktan vazgeçerek suya soktu bedenini. Teni haşlandı. Renginin bir ton açılacağını düşündü. O kadar kirli ve güçsüzdü ki girdiği sudan kendi başına kalkabileceğine inanmıyordu.
Dışarı sarkan ellerini içeri çekerek nefesini tuttu. Başı da dahil tüm bedenini suya soktu. Ardından vücuduna yapışan, adeta bir katman haline gelen kirin yumuşamasını bekledi. Suya dökülen esansın kokusu burnundan ve ağzından sızmaya başladı. Kenarlara tutunarak suyun yüzeyine çıktı. Hala nefes almaya ihtiyaç duyuyordu.
Gözlerini ovalayarak bulanık görüşünün düzelmesini sağladı. Önünde dikilen gölgeyi gördüğünde ise sıçradı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Biraz önce sırtı ona dönük dikilen prens, hemen yanında bitivermişti. Elinde tuttuğu kasede tanıdık kokan bir şeyler vardı ama tam olarak ne olduğunu çıkaramadı. Halsizce çenesini kaldırdı ve gözlerine baktı. Bu sefer ne istiyordu? Zorla yemek yemesini ve yıkanmasını sağlamıştı. Devamında onu neler bekliyordu? Açıkçası bunu çokta merak etmiyordu. Düşünebildiği tek şey gücünü topladığı anda yaptıklarının bedelini ona ödetmekti. Kız kardeşi için duyduğu anlayış ve acıma ona yaptıklarından sonra koyu bir kine dönüşmeye başlamıştı.
“Saçların için...” dediğinde boş bakışlarını görmeye daha fazla tahammül edemeyerek başını indirdi. Güçlükle oynattığı parmaklarını gevşeterek tahta küvetten ayırdı. Suyun altında kalan bacaklarını ovmaya başladı.
Su tenini kapatmıyordu. Tüm vücudu ortadaydı ama adamın karşısında çıplak kalmak onu rahatsız etmedi. Bedeni, kuzeninin aksine prensin ilgisini çekmiyor olmalıydı. Bir kez olsun bakışları teninde gezinmemişti.
Göz hizasından çekilen kaseyle birlikte adamın saçlarına uzandığını hissetti. Omuzları biran için kasıldı ama sonra salık verdi. Şu saate kadar birçok kez iznini almadan ona dokunmuştu. Sonrasında da bunun önüne geçemeyecekti.
Saçları usta elleriyle şekillenip yıkanırken gözlerini pencereye dikerek bekledi. Yaşadıklarını hatırlamak onu korkutuyordu. Bedenini oyuncak gibi kıvıran elleri o kadar net anımsıyordu ki... Aynı acıyı -belki çok daha fazlasını- ailesinin, annesinin yaşamış olması onu ölesiye korkutuyordu. Kimsesi kalmamıştı. Onu sevecek, değerini bilecek ve çekilmeyen mizacını kaldırabilecek hiç kimse yoktu artık. Onları cansız halde görmediği iyi olmamış mıydı? Düşüncesine dahi katlanmak zordu. Göğüslerindeki o kanlı boşluk... Bunu yapamazdı. Kafasında bir şeyler kurmaktan vazgeçmeliydi.