Vadi boyunca devam eden ilerleyişleri tepenin ardına sığınan güneşle son bulmak üzereydi. Yeşile son bir kez daha dokunan sıcaklık, geceye meydan okudu. Ancak şimdiden havanını biraz serinlediğini hissetti. Meltemin hafif dokunuşları, ter içinde kalan bedenlerini titretiyor; nehrin kıvranışları, kulaklarına taşınıyordu.
Sığınacakları yere neredeyse varmışlardı. Yorulmuş, susamış ve acıkmıştı. Neyse ki bugünün görevini, planladıkları gibi biraz sonra tamamlayacaklardı.
Gün boyunca yürüdükleri için ihtiyaçlarını güçlükle karşılamışlardı. Öyle ki kir içindeki bedenin de gezinen haşereleri, arada bir attığı tokatlarla sersemletmekten başka çaresi yoktu. Gözden kaybolan gün ışığına bakarak iç çekti; yine en sevdiği gecesini haşerelerle paylaşacaktı.
Dört kişilik gruplarının öncüsü olan dayısı, elini gök yüzüne kaldırarak yumruk yaptığında rahatlayarak nefesini verdi. Sonunda gelmişlerdi.
Uyumak için burada değillerdi. Bunu idrak etmesi için hemen yanında yürüyen annesiyle kurduğu göz teması yeterli oldu. Bıkkınlıkla çöken omuzları, kazandığı an kaybettiği heyecanının yıkıntılarıyla doldu.
“Hadi” diyerek koluna dokunan annesinin ardı sıra mağaraya girdi. Dayısının el feneri, cızırdayarak yollarını aydınlattı. Uyluğunda duran bıçağı, parmaklarıyla kavrayarak göz bebeklerinin yeni ortama alışmasını bekledi. Yavaşça attığı temkinli adımlarının ardından kulaklarına dolan su damlalarının sesi, bedenini baştan ayağa titretti.
İnsanlar için bu ses, yaşam demek olsa da yağmacılar için ölüm çanıydı. Mağaranın her kuytusuna sinen sıvı, sürüngenlerin atıklarıydı. Emdikleri, tükettikleri insanlardan sonra sindirimlerinden arta kalanlar. Öğürmemek için nefes almayı kesti. Boynuna doladığı kumaşı burnuna dek çekerek midesini bulandıran kokunun tadını gizlemeye çalıştı. Bu koku; dünyadaki en tatlı şey, en değerli hazine olabilirdi. Ne mutlu ona ki böyle düşüncelere sahip olacak kadar insan değildi.
Kınlarından çıkan bıçakların sessiz çınlaması, tüylerini havaya dikti. Yutkundu. Yorgunluklarının ardından dinleneceklerini düşünerek hata etmişti. Bıçağın sapını tutan parmaklarından boşalan teri, eskimiş pantolonuna silerek bıçağını kınından çıkardı. Gittikçe artan damlaların işkence tadındaki şıpırtısı, kulaklarını tıkama isteğini tetikliyordu. Yetmezmiş gibi attığı her adımda botlarının batıp çıktığı sıvı, midesinde kalanların yukarıya doğru tırmanmasına neden oluyordu.
Onları avlamak için en uygun zaman, güneşin battığı anda başlardı. Çok değil, sadece bir saatlik zaman dilimiyle sınırlıydı. Güneş ışınlarıyla ısınan bedenlerini, gece en kuytu deliklere gizlerlerdi. Gündüz avcıyken gece av olurlardı. Yine de evlerine girmek, onları avlamak, zamanını ve döngülerini bilmeyenler için zannedildiği kadar kolay değildi.
Damlaların çıkardığı “şıp şıp” sesleri, yerini tıslamaya bıraktığında olduğu yerde kaldı. Cızırdayarak sönen el fenerinin ardından karanlık çöken ortamı, göz kapaklarını indirerek aydınlattı. Mağaranın her detayı zihin perdesine işlenirken nefes almadı. Bedenini öne doğru eğerek sürüngenin kat ettiği yolda ilerlemeye başladı.
Mağaranın duvarına yaklaşarak yolu açan dayısının ardından kuzeninin ve annesinin geri çekildiğini gördü. Bu geceki avı ona bırakmışlardı.
Dişlerinin arasına sıkıştırdığı dilini sürüngenin sesine uydurarak serbest bıraktı. Kendi tıslaması mağara boyunca yayılarak ilerlediğinde sürüngenin yapıştığı duvardan sıçradığını gördü. Atık sıvının içine düşen uzun bedeni, duvarları pisliğe boyadı. Koşmaya başladı. Sert adımları, çamuru andıran sıvının çıkardığı iğrenç seslerin ardında kayboldu.
Düşmanı en az yirmi yıllık bir zamana sahipti. Avladığı insan sayısını, aşağı yukarı tahmin edebilirdi ama asla bundan emin olamazdı. Bıçak yeterli değildi. Aceleyle bıçağını kınına yerleştirdi.
Bedeniyle birlikte yükselen sürüngenin kalınlığından emin olduğunda aralarındaki mesafede sıfıra inmişti. Sırtına uzanarak kılıcını yuvasından çekip aldı. Gözleri kapalı, nefesi hala kesikti. Karşı karşıya geldiği düşmanı, ağzını açarak uzun ve ince dişlerini sergilediğinde vücudunu duvara doğru savurdu ve önünden geçen yaratığın boynunu tek darbede kesip attı.
Eti yararak geçen kılıcın ıslık çalan sesini, sıvıya düşen başın çıkardığı “şılap” sesi izledi. Ardından iri gövde yere serilerek onu baştan aşağı yıkadı.
Tıslaması kesilen sürüngenin bedeni yarı yarıya pisliğe gömüldü. Zaman kaybetmeden kestiği başı buldu. Bıçağını tekrar çekti. Sağ elinde duran bıçağı “Acal” diyerek sapladı. Geç kaldığında olacakları öğrenmek için ilk avı yeterli olmuştu. Başını kestiği yerden bir ikincisinin çıkışını hala dün gibi hatırlıyordu.
Bıçağın girişiyle doğan gri alevler, yaratığın başını saniyeler içinde yuttu. Bıçağını çekti ve kınına soktu. Silahlarındaki yapışkan maddeyi temizlemesi gerekecekti. Kılıcını da sırtına yerleştirdiğinde dizlerinin üzerine çöktü ve elini alevlerin yuttuğu yere daldırdı. Sıvının altında parlayan dişler bir avuç altın değerindeydi. Parmaklarından kalın ve uzun olan dört sivri dişi, pisliğin içinden çekip aldı. Ardından doğrularak ailesine yöneldi.
Zihin perdesine değen görüntüler, titreyerek yok oldu. Dayısının önünde durdu ve el fenerinin sesini duymayı bekledi. Ardından göz kapaklarını, ağırca aralayarak gözlerini fenerin aydınlığından korumaya çalıştı. Işığa en duyarlı olduğu zamanda karşılaştığı yapay ışık, canını yakınca sessizce inledi. Parmaklarıyla sıkıca sarmaladığı hazineyi dayısına uzattı.
“İyi işti”
Dayısı Adan’ın tok sesi, mağarayı doldurdu. İçinden söylenmeden edemedi. Dayısının sırıttığından neredeyse emindi. Her yanı pislik içindeydi ve dayısı sürüngenleri avlamaktan ne kadar nefret ettiğini biliyordu. Adı kadar emindi ki bu av, bu yüzden ona bırakılmıştı.
Haşerelerin dahi bu pisliğe dayanamayarak kaçtıklarını düşünmekle hata etmediğini biliyordu. Bu geceki tek kazancı da bu olabilirdi. Yine de -geceyi donarak geçirecek olsa bile- vadiyi yaran nehirde yıkanmak için can atıyordu.
Aralanan parmaklarının üzerinde dolanan ışığın sıcak dokunuşları, avuçlarındaki yük çekip alınmasıyla uzaklaştı. Koluna girerek ona destek olan annesine yaslandı. Yakında doksan yaşına basacaktı ama hala annesi tarafından korunup kollanıyordu. İçine dolan huzurla parmaklarını annesinin sırtında dolaştırdı. O olmasaydı şimdiye dek yüzlerce kez ölmüştü.
Yıllardır avlanıyorlardı. Kazançları onları zengin sınıfına sokacak kadar fazlaydı. Şehirde sefa sürerek yaşamak istemeyen dayısının ardı sıra sürüklenmek son yıllarda yorucu olmaya başlamıştı. Buna rağmen avları sevmediğini söyleyemezdi. Sürüngenleri avlamak; korkusu onu ele geçirmediği sürece kolaydı. Sürü halinde dolaştıklarında onlara yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Nöbet tutan sürüngenleri avlamak şimdilik en kolayıydı. Kokularını solumaktan çok daha kolaydı.
Botları gittikçe ağırlaşırken bu mağarada kaç insanın emildiğini düşünmemeye çalıştı. Sürüngenlerin dişlerinde taşıdıkları zehir, insanları kemiklerine dek eritirdi. Onları nasıl emdiklerine onlarca kez şahit olmuştu. Aptal insanlar altın kazanmak için buralara gelir; avlanmaya kalkarlardı. Başaranlar olsa da çoğu yem olurdu. Bu, onların –yağmacıların- işlerine geliyordu. Sürüngenler ne kadar çok insan emerlerse o kadar çok altın değerinde oluyorlardı.
Ay ışığının aydınlattığı çıkış göz bebeklerine değdiğinde burnuna dek çektiği yıpranmış kumaşı, parmağının ucuyla aşağı çekiştirdi. Temiz havaya duyduğu özlemle nefes almaya başladı. Ciğerlerindeki genişleme bedenini sarstı. Uzun süre kendini havasız bıraktığında, çok kez yaşıyordu bu durumu.
“Daha iyi misin?” diyen annesinin kolundan çıkarak gözlerini nehre dikti. Ay ışığının dokunduğu suyun yansıması, üzerine yapışan kirin daha rahatsız edici hissettirmesini sağlamıştı.
“Evet” diyerek kapadığı dudaklarının ardından yokuş aşağı inmeye başladı. Ardı sıra gelen annesinin ayak seslerini kuzeninin “Bende istiyorum” diyen istekli sesi izledi. Gözlerini devirerek adımlarına hız kattı.
Koşar adımlarla onu geçen kuzeni, suya ondan önce ulaşarak silahlarını çıkarmaya başlamıştı bile. Aynı şekilde silahlarını çıkararak ayaklarını suya soktuğunda “Bana bırak” diyen annesinin sesini duydu. Omzunun üzerinden ardına baktı.
“Soyun. Ben hallederim”
Gülümseyerek üzerindeki paçavralardan bir bir kurtuldu ve kenara, silahlarının yanına bıraktı. Şu dünyada suyun dokunuşlarından, saflığından ve arınmışlığından daha değerli ne olabileceğini bilmiyordu.
Bir süre sonra üzerinde dolanan gözlerin yakıcılığıyla sağına döndü ve dizlerine dek suyun içine girmiş olan kuzeniyle göz göze geldi. Gözlerinden uzaklaşarak göğüslerine ardından aşağılara yol alan yeşil gözleri dolduran arzuyu gördüğünde kaşlarını çattı ve tısladı. Biliyordu ki bronz tenine vuran ay ışığı, kaslarına dek her detayın görünmesini sağlıyordu.