İbrahim hızla odadan çıkıp ağır adımlarla konağın avlusuna indi. İçinde fırtınalar kopuyordu. Kendi kendine sövüp duruyordu. Simya ona adım adım yaklaşırken hissettiği o delirtici arzu… Onu tutup kendine çekme, ona sahip olma isteği… Ama yapamazdı. Yapmamalıydı.
Gecenin serin havası yüzüne çarpınca derin bir nefes aldı. Yumruklarını sıkarak kendini sakinleştirmeye çalıştı. Simya'ya dayanamıyordu ve bunu biliyordu. Ona sahip olmak istiyordu, hem de delicesine… Ama bu lüksü yoktu. En azından İsa’yı bulup öldürene kadar.
Bunu yapsa bile onun karanlık ve mazoşist arzularıyla Simya başa çıkabilir miydi, bunu bilmiyordu. Sıkıntıyla iç çekti. Hayat ne kadar zordu.
Bir sigara yaktı, dumanı içine çekerken içindeki karmaşayı bastırmaya çalıştı. Ama gözlerini her kapattığında Simya’nın ıslak saçları, geceye meydan okuyan o küçük ama biçimli memeleri gözlerinin önüne geliyordu.
“Ulan İbrahim,” diye mırıldandı kendi kendine.
O sırada arkasından ayak sesleri duyuldu. Yusuf’tu.
“Ağam, hayırdır? Gecenin bu vaktinde böyle yalnız başına… ”
İbrahim sigarasını yere attı, ayağıyla ezdi. Gözlerini avlunun taş döşemelerine dikerek, “Beni boşver" dedi. "İsa’dan bir haber var mı?” diye sordu, sesinde hiçbir duygu belirtisi olmadan.
Yusuf başını salladı. “Henüz yok ağam, ama adamlar iz sürüyor. En ufak bir şey bulduğumuzda size haber edeceğiz.”
İbrahim, anlayışlı bir şekilde başını sallayıp, ayağıyla sigarasını ezmeye devam etti. Biraz uyumak için oturma odasına yönelirken aklında sadece Simya ve geleceğin belirsizlikleri vardı.
...
İsa, derme çatma odasında tek başına oturuyordu. Odanın loş ışığı, yüzündeki keskin hatları belirginleştiriyor, gözlerinin içindeki karanlığı daha da derinleştiriyordu. Bacağındaki ağrı, her adım attığında, her nefes alışında kendini hatırlatıyordu. Sadece basit bir acı değildi bu; ruhunu kemiren, her anını zehirleyen bir lanetti.
O geceyi düşündü. İbrahim’le yüz yüze geldikleri, bacağının sakat kaldığı o geceyi... Bıçağın kasığına saplandığı anı hatırlıyordu. O an, çok bir şey farketmemişti. Ama asıl cehennemi sonrasında yaşamıştı. Günlerce iyileşmeye çalışmış ama bitmeyen acılarla yatağa saplanıp kalmıştı. İlk ayağa kalkmaya çalıştığında, bacağının ona ihanet ettiğini anlamıştı. Birkaç adım atmış, ama kasığının altından başlayan keskin bir sancı onu dizlerinin üzerine çökmeye zorlamıştı.
Doktor, kaslarına ve bağ dokusuna zarar geldiğini söylemişti. “Yeniden yürüyebileceksin ama eskisi gibi olamayabilirsin,” demişti. O an içini tarifsiz bir korku sarmıştı. Eskisi gibi olamazsa ne olacaktı? O, İsa’ydı. Dağ gibi adamdı. Dimdik yürür, gözünü kırpmadan silah sıkar, düşmanının karşısına dikilirdi. Ama şimdi… Şimdi her adım attığında topallayan bir zavallıydı.
İşte bu, onun için affedilemezdi. İbrahim onu sadece yaralamamış, onu küçük düşürmüştü. Erkekliğine, onuruna, gücüne gölge düşürmüştü. Bu yetmezmiş gibi hâlâ nefes alıyordu. Hâlâ, konağında, işinin başında yürüyordu, millete ağalık taslıyordu.
İsa onun da kendisi gibi diz çökmesini, acı çekmesini istiyordu.
Yavaşça elini bacağına götürdü, parmakları yara izinin üzerinden geçti. Bir ölü gibi solgun ve çukura düşmüş kaslarına baktı. Bir zamanlar bu bacak, yere sapasağlam basardı. Şimdi ise her adımında kendini hatırlatan bir utançtı.
“Bu borç ödenecek…” diye fısıldadı kendi kendine.
Kan, kanla temizlenirdi. Mardin’de kural böyleydi. Ama ona yaşattıklarından sonra İbrahim'e öyle alelade bir ölüm yetmezdi.
İbrahim’in bacaklarını kırmalıydı belki. Onu topallayarak yaşamaya mahkûm etmeliydi. Belki her şeyini elinden almalıydı; konağını, işini, adamlarını… Onu çaresiz bırakıp en son karşısına geçerek, “Ne oldu aslanım?” diye sormalıydı.
Bütün ihtimalleri düşündü. Ama her yol, aynı sona çıkıyordu.
İbrahim acı çekerek ölecekti.
Ve bunu yaparken, içindeki bu öfkeyi soğutmak için hiçbir acıma duymayacaktı.