Küllerinden Doğan Efsane

1066 Words
“Öldür beni, hadi öldür.” Patron ağır adımlarla yürüyerek yanıma geldi ve başımda dikilmeye başladı, öfkeyle soluduğunu hissedebiliyordum, gözlerinde şimşekler çakıyordu. Benim pes ettiğimi görmekten nefret ediyordu. Güçlü ve yenilmez bir savaşçıya dönüştürmek istiyordu kendince. “Ölüm hiç bir zaman kaçış ya da çözüm yolu değildir. Sen bundan sonra benim seçtiğim hayatı yaşayacaksın, kabul et artık bunu.” Görüntüsünün aksine sakin konuşuyordu. Çok nadir anlardan biriydi bu. Aslında diğerlerine göre ben şanslı sayılırdım çünkü hiç kimseye ikinci bir şansı asla vermiyordu. Güneş iyice yükselmişti. Saç diplerim, sırtım bütün vücudum ter su içindeydi. Alnımdan yanağıma doğru süzülen damlaları umursayacak durumda değildim, gözlerimi kırpmadan ona bakmaya devam ettim. “Dövüşmeyi öğreneceksin başka yolun yok. En iyi silah ve bıçak kullanan sen olacaksın. Yaşamak, hayatta kalmak için bunları yapmak zorundasın. Adını Efsane koydum evlat, bundan sonra adın gibi bir efsane olacaksın. Adını duyan herkes senden korkacak. Sendeki cevheri görüyorum. Benim yapamadığımı yapacak ve yaptığın kötülüklerle büyük bir tarih yazacaksın.” Konuşurken gözleri ışıldıyordu yaşadığı gururu görebiliyordum. Boğazıma oturan acı yumruyu zorlukla yutkundum. Ben kötü olmak istemiyordum ki ben bana sunulan bu hayatı asla istemiyordum. “Hayır… Hayır…” dedim öfkeyle yere yumruklar atarak ve devam ettim. “Benim adım Yiğit… Yiğit Kurdoğlu’yum ben. Asla senin istediğin gibi biri olmayacağım.” Bu defa gözlerinde delirmiş gibi bir pırıltı oluştu ve bana buz gibi bir bakış attı. Sözlerim onu çok kızdırmıştı. Eğildi ve tek eliyle boğazımı tuttuğu gibi beni havaya kaldırdı. Ayaklarım boşlukta sallanırken, iki elimle onun boynumdaki elini tuttum ve debelenmeye başladım, fakat bütün çabam boşunaydı. “Sana başka bir seçenek sunmuyorum Efsane. Kaderin benim ellerimde. Çabaların boşuna evlat... Er ya da geç sende bunu fark edeceksin. Bana karşı gelmekten vaz geç artık” dedikten sonra beni bir çuval gibi fırlatıp attı. Kupkuru toprak zemine düşerken omzumun sızladığını hissettim, canım çok fazla yanmıştı. İstemsiz bir şekilde gözlerim yaşardı ve nefretle baktım Patrona. Gerçek adını kimse bilmiyordu, herkes ona Patron diyordu. O esnada Miran'a döndü ve başıyla gelmesini işaret etti. “Götür şunu, iyice akıllanmadan karşıma çıkmasın.” Miran koşarak yanıma geldiğinde, bana destek olarak ayağa kalkmamı sağladı. Etrafımızdakiler hoşnutsuz bir şekilde dağılırken, beni kaldığımız mağaranın en ücra köşesine doğru götürüp yavaşça yere yatırdı. “Sen burada yat, ben hemen geliyorum” dedi kendine has şivesiyle. Buna karşılık tebessüm ettim değil kaçmak kolumu kaldıracak dermanım kalmamıştı ki. Üstelik bıçağın kestiği yerden hala kanlar akmaya devam ettiği için fazlasıyla halsizleşmiştim. Kendimi çok bitkin hissediyordum sanki yolun sonuna gelmiş gibiydim. Göz kapaklarım yavaş yavaş ağırlaşmaya başladı ve bana kucak açan karanlığa bıraktım kendimi. Bir zamanlar ben karanlıktan korkardım oysa şimdi karanlık bendim. Bir ara gözlerimi araladığımda ateşten tir tir titriyordum. Sonra tekrar kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda bu defa gün ağarmak üzereydi. Acılarım biraz olsun hafiflediği için kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Koluma baktım sargıyla sarılmıştı, demek Miran ben baygınken pansuman yapıp sarmıştı. Uyandığımı gören Miran sessiz olmaya çalışarak yanıma geldi, elini alnıma koyup ateşime baktı. “Çok şükür daha iyi görünüyorsun.” Boynum bükülürken gözyaşlarım atağa geçti. “Bıraksan da ölseydim olmaz mıydı?” Başını iki yana salladı ve o iri ellerini omuzlarıma yerleştirip güven verircesine sıktı. “Böyle söyleme ufaklık, bunları daha önce de konuştuk. Yaşamak zorundasın. İntikam için yaşamak zorundasın. Bir gün buradan kurtulacak ve ailene geri döneceksin, sakın bunu aklından çıkarayım deme. Ne zaman pes edecek konuma gelirsen aileni düşün. Onlar senin dayanağın hayata bağlanma sebebin olsun.” “Bana ne kadar eziyet ettiklerini görmüyor musun Miran? Vücudumun her bir yerinde bıçak izleri var. Buna dayanamıyorum artık.” Bana acıdığını bakışlarından anlayabiliyordum ama sevgisi acımasından daha büyüktü. “Sana bir şey söyleyeyim mi evlat eğer Patron seni öldürmediyse, bu demek oluyor ki, Allah'ın senin için farklı planları var. Gözlerime bak ve beni çok iyi dinle. Patrondan öğrenebildiğin her şeyi öğrenmeye bak. Bir gün bu öğrendiklerin inan bana senin çok işine yarayacak.” Mantıklı konuşuyordu fakat bu söylediklerini yapmak benim için o kadar zordu ki. Yine de başka bir yolum olmadığını biliyordum, dediğini yapacaktım. Ona minnetle bakıp gülümsedim buna karşılık elini uzatıp saçlarımı karıştırdı. “Hadi biraz daha uyumaya çalış. Dinlenip gücünü geri kazanmalısın.” Birden duygusallık bütün olağan şiddetiyle geri geldi. “Gözlerimi her kapadığımda annemin beni şefkatle bağrına bastığı anlar geliyor aklıma. O güzel sesiyle bana Yiğidim deyişi. Sonra ağlamaya başlıyor annem ama yürekleri parçalayan bir sessizlikte ağlıyor. Onu o şekilde üzgün görmekten nefret ediyorum. Anneler ağlamamalı Miran.” “Keşke bunu senin için kolaylaştırabilseydim.” Sesi titremişti. Onu üzdüğüm için konuyu değiştirdim. “Bana masal anlatır mısın? Ama sonunda hep iyilerin kazandığı masallardan olsun.” “Anlatırım tabi.” Ve anlatmaya başladı. Hikayenin sonlarına doğru hastalık kendini hissettirmiş ve göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Annemin yaşlı gözleri bana yine acı çektirmeye devam etti. Onun acısını ise tahmin bile edemiyordum. Irak sınırlarında zamanın içinde kaybolmuş küçük bir çocuktum ben, yapayalnız gecelerimde tek sığınağım Yaradandı. Çoğu zaman geri dönüşüm olmadığını kabulleniyor ve ümitsizliğe yenik düşüyordum. Annem ve babam aklımdan çıkmıyordu… kim bilir şimdi neler yapıyorlardı? Beni unutmuş olabilirler miydi? Dile kolay aradan üç sene geçmişti. Üç senedir eğitim adı altında çekmediğim işkence kalmamıştı. Açlık bile artık zor gelmiyordu çünkü acım her türlü açlığın çok ötesindeydi. Vücudum hissizleşmişti artık. Zaman akıp geçtikçe fiziksel dayanıklılığım beni bile şaşırtır oldu. Tuhaf olan ise merhamet duygumun da yavaş yavaş yok olmaya başlamasıydı. Bir gün ormanda yakaladığım tavşan kurtulmak için savaş verirken onun gözlerinin içine baktım. Elimin altında hissettiğim o küçük kalbi çok hızlı atıyordu. Korkuyordu… Bundan etkilenmediğimi hissettim oysa tam da şu an bu ürkek bakışlardan ve o minik kalpten etkilenip onu bırakmam gerekiyordu çünkü her zaman bu böyle olmuştu. Ama bu defa beklediğim gibi olmadı. İçimde hiçbir şey hissetmedim. Hiçbir kıpırtı yoktu. Duygusuzluk akıyordu gözlerimden. Bıçağımı kınından çıkardım, tavşanı ayağımın altına koyup diğer elimle boynunu kavradım. Bıçak boz tüylerin üzerinden geçip etine gömülürken gözümü bile kırpmadım. Kuru toprak kana bulanmıştı tıpkı ellerim gibi… Kan içindeki ellerime bakıp bir şey hissetmeyi bekledim ama kalbim bir taş kadar soğuk ve de sertti. Artık denizin dibindeki yerimi almıştım. İşte Yiğit o gün böyle öldü ve onun küllerinden bir Efsane doğdu. Önceleri içim sızlayarak avladığım kuş, tavşan ve değişik hayvanları artık gözümü bile kırpmadan öldürebiliyordum, evet bu adamlara benzemeye başlamıştım. Hayatta kalmak için yaşamalı ve söylediklerini yapmalıydım, buna mecburdum. Gerçek adımı bile unutmuştum çünkü herkes beni Efsane diye çağırıyordu. Yine de içimde küçükte olsa bir ümit taşıyordum Miran sayesinde. Evet ona inanıyorum bir gün aileme kavuşacaktım. İşte bu inanç bana gereken gücü veriyordu. Annem saçlarımı okşayacak bana tekrar kara gözlüm diyecekti. Bir gün dönecektim Türkiye’me. Canım İstanbul’uma… *
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD