Birini korumak

1753 Words
Ali Karayel Ben ne yapacağım bu yer cücesiyle bilmiyorum. Çok değişik... Çocukken ona hep değer verirdim. Sarıp sarmalamak, korumak isterdim. Ama şimdi aynı değil. Umursamak istemiyorum. Ailemden başkasına değer vermek istemiyorum. Hele de böyle güçsüz, zayıf birine... Ama işte, Efsun insanda tuhaf bir his uyandırıyor. Koruyup kollamak, sarıp sarmalamak istiyor insan. Ama onu saracak kişi ben değilim. Kimse de sarmasın. Kendi kendini sarsın. Yine de burada yalnız kalmasın diye timle tanıştırdım. Salih çağırdığında itiraz ederdim ama bilerek etmedim. Yalnız kalmasın diye. Ben çok görüşmek istemiyorum, uğraşmak da istemiyorum. Zırt pırt arar diye düşündüm. Gerçi hiç aramıyor ya... Neyse. Bir de Korkut çıktı başımıza. Tutturmuş “yenge” diye. İyiki, timden kimse duymadı henüz. Ne dediysem vazgeçiremedim. Emir bile verdim, fayda etmedi. Kafasında “yenge” olarak kodlamış. Efsun bu işe fena sinirleniyor. Ben de biraz eğleniyorum açıkçası, onunun bu haliyle. Telefon mevzusu da var. O gece Efsun’dan çıkınca Korkut’la konuşmuştum. Çok pişmandı. Bir de Efsun’u çok sevmiş, söyleyip duruyordu. Bir ara komutanım “Efsun yengem aliyi, arayayım” deyince, telefonundan numarayı kontrol edeyim dedim. Bir de ne göreyim... Sizin adınızı ne diye kaydetmiş biliyor musunuz? Deyince kaşlarımı çatıp sormuştum. “Ne” diye. Hafif bir tebessümle, “Çam yarması,” dedi. Gülmek, hatta kahkaha atmak için kendini sıktığı belliydi. “Ne!?” dedim. “Çam yarması,” dedi yine. Ya beni öyle kaydetmiş. Bir de iyilik yaptık, kız bize ne diyor... O gece eve kafa dinlemeye gelmiştim ama içten içe merak ediyordum. Hiç arayıp sormuyordu. Bir sıkıntısı var mı diye... Emanet sonuçta. Anam da sorup duruyordu. İşten alıp eve geldiğimde, beş dakikada bütün sinirlerimi bozup geldiğime pişman ettirmişti bile. Kendime bir kahve yapıp oturmuştum ki elektrikler gitti. Başımı koltuğa yaslayıp karanlığın tadını çıkarıyordum. Ama kısa bir süre sonra, hafif ağlamaklı bir ses geldi kulağıma. Kafamı kaldırıp sese dikkat kesildim. Sonra aklıma geldi... Telefonun ışığını yakıp yan daireye gittim. Yer cücesi karanlıktan korkuyorum demişti. Korktu mu acaba diye düşünürken kapıya vurdum. Vurdum ama açmadı. Sesi geliyordu ama açmıyordu. Bir süre sonra daha sert vurdum. Tabiri caizse alacaklı gibi... Ama yine ses seda çıkmadı. Silahla kilidine ateş ettim, tekmeyle kırdım kapıyı. Tabii çıkan sesten birkaç kişi bağırdı: “Ne oluyor orada? Ne yapıyorsun sen?” “Sorun yok, işinize bakın!” diye bağırıp silahı belime taktım, içeri geçtim. Işık tutup sesi takip ederek Efsun’un oturma odasındaki koltukta olduğunu gördüm. Yine bacaklarını kendine çekmiş, sarılmıştı. Bu defa ağlıyordu. O kadar sese rağmen kafasını kaldırmaz bu kadın… Yanına gidip seslendim: “Efsun... Efsun, beni duyuyor musun? İyi misin?” Ama duyuyor gibi değildi. Koluna dokunduğum anda birden irkildi, gözleri büyüdü, sesi çatallaştı: “Bırak beni!” diye bağırdı. O an elimdeki telefon yere düştü, ışık da kapandı. Karanlıkta nefes alışları hızlandı. Zorla sakinleştirdim. Göğsüme sinmişti, bir kedi yavrusu gibi... Hafif titreyerek uyuya kaldı sonunda. Ben bu kızla ilgilenmek istemiyorum diyorum kendime, ama her defasında dibinde buluyorum kendimi. Üstelik bu hali beni gerçekten sinirlendirdi. O şerefsiz ne yaptı da bu hale geldi? Peki ben niye bu kadar öfkelendim? Gerçi kime olsa aynı şeyi düşünürdüm... Ben de uyuya kalmışım. Sabah, üzerimdeki ağırlıkla uyandım. En son göğsümde uyuyordu, şimdi ise dizlerime kıvrılmış yatıyordu. Bir süre izledim onu. Niye yaptım bilmiyorum ama... Uyurken o minik burnunu dikmiş, çemkiremiyordu tabii. Kısa süre sonra uyandı. Uyku mahmurluğu göz kapaklarında ağırdı. Üzerinden atması uzun sürdü. Tabii türlü türlü sakarlıklar yaptı. “Dün geceyi unutalım,” dedi. Ben de zaten ne diyeceğimi bilemiyor gibiydim. Eve geçip duş aldım, üzerimi değiştirdim. Telefonuma gelen aramayla göreve gideceğimizi anlamıştım. Kapı tamiri için bir asker ayarlayıp mesaj attım. Giyinip çıktım. Efsun’a haber verecektim ama zamanım yoktu. Tahmini bir hafta sürecek görev... Karargaha gelip timi topladım. Herkes hazırlandı, çıktık. Yolda Efsun’a mesaj attım: Ben: “Efsun, biz göreve gidiyoruz. Ne kadar sürer bilmiyorum. Bir sıkıntı olursa Salih’i ara, o karargâhta olacak.” Kısa süre sonra cevap geldi: Yer elması: “Tamam, sen beni merak etme. Allah yardımcınız olsun, dikkat edin.” İlk kez göreve giderken birine yazıyordum. Tuhaf, değişik bir histi. “Kimle mesajlaşıyorsunuz komutanım?” dedi Canbaz, sırıtıyordu. “Mesajlaşmıyorum kimseyle!” dedim sertçe. “Ne yapıyorsunuz o zaman komutanım?” dedi, gözlerini kısıp. “Sana ne lan, sana ne! Hesap mı vereceğim sana?” “Yok, biz de yengeyle mesajlaşıyorsunuz sandık...” diyen Sertel’e döndüm: “Sen de mi lan?” demek korkut la konuştular sonunda. Suskun. “Komutanım komple bizi görüntülü aradı. Korkut, ballandıra ballandıra Efsun’u anlattı. Sanki biz tanımıyormuşuz gibi: “Yenge olarak yazmış, biz de alıp kabul ettik,” dedi. “Mehirmi lan bu? Biri yazıyor, biri kabul ediyor. Ne saçmalıyorsunuz siz? Bir daha da böyle imalarda bulunmayın!” “Ne oldu Karayel, pek bir rahatsız oldun, hayırdır?” diyen Suskun’du. Ama bugün pek susası yoktu. “Kesin dedim size!” “Ama Ali...” diyen Bozkurt’a döndüm: “Kesin dedim lan!” “Bana bak, canınızı fena yakarım! Eğer Efsun’un yanında da böyle dersiniz, sizi bin pişman ederim!” Güzel gürlemiş olmalıyım ki: “Emredersiniz komutanım!” diye kükrediler adeta. --- Efsun Eren Ali’nin mesajını alınca içime bir ağırlık çöktü. Sanki... Allah yardımcıları olsun. Hazırlanıp işe gittim. Bugün de yorucuydu. Öğle arasında Ahmet Abi’yle bir şeyler yemeye çıktık. Hastanenin hemen arkasındaki bir kafeye... Aslında kafeydi ama yemek de vardı. Güzeldi. Ahmet Abi, “Bey deme bana, abi de,” diyince kıramadım. Onunla iyice kaynaşmıştık. İki hemşireyi de yemeğe çağırdığını söyledi. Henüz tanımadığım iki kız daha geldi biz otururken. Biri kumral, siyah saçlı... Esmer güzeli. Gözleri böyle mavi-siyah gibi, değişik ama güzel görünüyor. Diğeri sarışın, mavi gözlü, uzun boylu... Bu kız ajanstan falan olmalı, manken gibi. Sarışın olan sıcakkanlıydı sanırım. Hemen sarıldı: “Tanıştığıma çok memnun oldum! Sizi merak ediyordum.” Ben de gülümsedim: “Ben de memnun oldum. Adınız?” Bir kahkaha attı: “Ece Memnun oldum!” Diğeri daha mesafeliydi. Hafifçe başını eğip elini uzattı: “Selin.” Gülümseyip elini sıktım. Ama içimde hâlâ o mesajın ağırlığı vardı... “Memnun oldum,” deyip onun da elini sıktım. Oturup yemekleri söyledik. Kısa bir tanışma sohbeti oldu. Kızlar, isimleriyle hitap etmemi istediler. Adetten midir, tam anlamadım. Kimse mesafeli iletişimi sevmiyor. “Saçların çok güzel Efsun, bayıldım,” dedi Ece. Bugün saçlarımı açık bırakmıştım. Uzun, düz, gür saçlarım vardı. Kalçama kadar uzanıyordu. Ben de saçlarımı çok seviyordum. “Teşekkür ederim,” dedim. “Senin de saçların çok güzel, maşallah.” “Ee sen nerede oturuyorsun?” diye sordu Ece. Evimi tarif edince: “Ya ne güzel, yakın buraya. Ben yakında bir yer bulamadım ya, biraz zorlanıyorum,” dedi. “Nasıl geliyorsun?” dedim. “Biraz erken çıkıyorum, otobüsle geliyorum,” dedi. “Anladım,” dedim. Selin’e döndüm: “Sen?” O hiç konuşmuyordu. “Biz ev arkadaşı olduk yakın zamanda,” dedi. “Yaa ne güzel,” dedim içtenlikle. “Bir de bana sor,” dedi Ece, göz kırparak. Ben yine Selin’e bakarken: “Asıl bana sorsun ha!” dedi Selin. “Evi ahıra çeviriyorsun! Düzen, temizlik bilmiyorsun. Anca ayna karşısında süsleniyorsun. Yok maskem yok mu, kremim... Kızım sen ayağının altına ayrı, üzerine ayrı krem sürüyorsun. Sonra iki bulaşığa gelince ‘Ben üşengeç bir insanım’ diyorsun!” Ece kıkırdadı: “Ne var ya sende? Çok kasıntısın, disiplinli, suratsız... Her şeye homurdanıyorsun!” “Tamam kızlar, yeter,” diyen Ahmet Abi’ye döndük. “Dönün kızlar önünüze,” dedi. Bir abi edası değil, baba edası vardı üzerinde. Alışıktı kavgalarına sanırım. Yemekten sonra yine hastaneye dönüp işlerime başladım. Hastalar azaldıkça saat de geçiyor, akşam oluyordu. Yine son hastam... Ve yine ben, aynı ismi gördüm: Berfin. Kaşlarım çatıldı. Yine mi? Dövüp dövüp bir de doktora mı getiriyorlar... Yine iki adam ve Berfin gelmişti. Bu defa dudağındaki yarayı gördüm ilk. Kaşlarım çatıldı. “Berfin,” dedim, sedyeye oturttum. “Verdiğin ilaçlar işe yaramıyor doktor,” dedi sert sesiyle adam. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes çektim içime. “Siz dışarı çıkın lütfen. Ben muayene edeceğim,” dedim. “Yok öyle bir şey. Burada kalacağız,” diye diretti adam. “Çıkın!” dedim, bir anda bağırarak. Nereden geliyor bu cesaret bilemiyorum. Tek bildiğim: tehlike altındaki ben olsam bu kadar cesur olamazdım. Adam bir anda belinden silah çıkarıp bana doğrulttu. “O sesinin ayarını düşür doktor. Şu kızı iyileştir, gidelim.” Bağırışlardan içeriye Ece ve Selin girdi. Telaşla yanıma gelip: “Ne yapıyorsunuz?” diye sordular. “Beyefendi, sakin olun. Hasta mahremiyeti... Üzerini çıkarıp detaylı muayene etmem gerekiyor. Lütfen dışarı çıkın.” Alttan almak zorundayım, Berfin’le konuşmam lazım. Saya saya dışarı çıktılar. Hemen Berfin’in önünde eğildim: “Berfin, konuş benimle. Söyle ne oluyor? Neden susuyorsun güzelim, ha?” Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. “Abim düşman aşiretten bir kız kaçırmıştı. Evdeki bekar tek kız benim. Beni berdel karşılığı düşman aşiretine veriyorlar. ‘İstemem’ diye diretince dövdüler. Şimdi ise düğünü erkene almak istiyorlar. Abilerim ve babam beni hemen iyileştirmeye çalışıyorlar,” dedi. Bir çırpıda söyledikleri karşısında dona kaldım. Kızlara baktım, Ne yapacağız? der gibi. Selin, gözlerini yere indirerek: “Buralarda olur bazen. Güzel insanları da çoktur ama böyleleri de var. Ve bu aşiret güçlü... Kimse duramaz karşılarında.” “Ne demek duramaz Selin? Bir şey yapmamız lazım. Polis, jandarma... Savcı, neresi gerekiyorsa!” dedim. Aklıma Salih Abi geldi. “Askerden yardım alırız,” dedim. “Boşuna uğraşma abla,” dedi Berfin. “Kim yardım ederse onun başına bela olurlar. Anlamıyorsun... Başka çare yok.” Küçücük kız... Daha 13 yaşında. Dedikleri gibiyse Salih Abi’nin henüz tanışamadığım iki çocuğu var. Başını belaya sokmamı istemiyorum. Ama bu kızı da bırakamam işte. “Tamam, şimdi beni dinle. Elimizden geleni yapacağız, tamam mı? En azından çabalayacağız. Korkma, bir şey olmayacak,” dedim. Yarasına baktım. Normal iyileşme sürecindeydi. İstedikleri hızda olmaması gayet doğaldı. “Şimdi bak, sen son hastamsın. Ben fazladan film çekilmesi lazım diyeceğim. Ve abilerinin yanında eve gidiyor gibi çıkacağım. Taksi tutup arka kapıda bekleyeceğim seni. Ece ve Selin hemşire, o arada oyalayacaklar abilerini. Az vaktimiz olacak. Hemen arka kapıdan yanıma gel.” “Gerçekten mi abla? Yardım edecek misin?” diye umutla ve korkuyla bana bakan kızın ardından, yalvaran bakışlarla Ece ve Selin’e baktım. Onlar da başlarıyla kabul etti. Dediğim gibi yapıp eşyalarımı alıp abilerine: “Geçmiş olsun. Kuru tutun... Yara birkaç güne bayağı iyileşmiş olur,” dedim. Dalga geçer gibi bakıyorlardı. Muhtemelen boyun eğdiğimi düşünüyorlardı. Takside Berfin’i bekliyordum. Çok geçmeden koşarak geldiğini gördüm. Yaşadığım korku ve heyecanla titriyordum. Yaptığım şeyin büyük bir şey olduğunu biliyordum. Ama o kızı bırakamazdım işte. Hemen dizime yatırdım. Eve gelince etrafı kolaçan edip hızla eve çıkardım kızı. Eve girince derin bir nefes aldık. Bana sarılıp defalarca teşekkür etti. Ama asıl sorun şimdi başlıyordu. Abileri bizi bulursa, kızı alırsa... Bu kız hep evde mi kalacaktı? Kendime zor bakıyorum. Bu kızı nasıl koruyacaktım? Hiçbirini bilmiyorum. Ama bu kızı korumak için her şeyi yapacaktım. İşte onu biliyordum.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD