Elli erkek indi arabadan. Kız istemeye gelen kalabalık… ah o kalabalık… İnsanın gözünü boyayacak kadar düzgün giyimli, göğsü kabarık, yürüyüşleri kendinden emin genç adamlar. Ben elli dedim ama vallahi billahi yirmi beşten aşağı değildi. Belki kırk bile olabilir. Bir noktadan sonra sayamadım çünkü penceredeki perdeyi aralayınca önümden geçen kaslı kollar, geniş omuzlar, jilet gibi saçlar; insanın sayma yeteneğini elinden alıyor. Hepsi genç yağız kaslı. İnsanı günaha sokacaklar. Hayatın bana işte hayatta bunlar var ama sana düşmez deme şekli olabilir. Perde arasından baktım tabii. Evlenmeye çeyrek kala bakma konusunda jübilemizi de mi yapmayak? Belli bunlar koruma. Evlenince yine etrafta olurlar ama ben öyle bir kız değilim. Aklı kıt olsa da kocama ihanet etmem. Ne olursa olsun etmem. Kendi kalitemi düşürmem. Arabadan inen kapı önüne dizildi, inen dizildi. Sanki belalım falan var da ya benimsin ya toprağın diye kapıya dayanacak. Kayınpederim olacak bey amca boşuna masraf etmişsin. Bu köy benim kıymetimi anlamadı. Yok kapıma dikilecek hayranım demek istedim ama diyemedim tabii.
Adamlar hani şu televizyon dizilerindeki, siyah takım elbiseli, güneş gözlüklü, omuzlarına kartal konmuş gibi dik yürüyen adamlardan. Tabi bunu görünce insan bir an düşünüyor.
Bu evlilik zenginliğe mi açılıyor acaba? Yoksa kayınpederim mafya mı?
Ama kayınpederim olacak adamın yürüyüşü mafya havasından çok “kalp çarpıntısı olan sinirli keçi” gibiydi. Terlikleri giyip birine bağıracakmış gibi yüzü hep asık.
Suratsız kayınpederim karısından da sonra indi arabadan. En son yani. Karısı mı? Hiç sormayın. Müstakbel kaynanam diye demiyorum gulyabani hikayeleri kesin bu kadının büyük büyük annesini gören biri tarafından uydurulmuş olabilir. Nesilden nesile de daha kötüye gitmiş. Çünkü kaynanamla yanyana koysalar gulyabaniyi seçerdim. Öyle bir surat. Oğluna zorla tecavüz edip fotoğraflarını bilbord yaptırmış olsam bu kadar düşmanca bakamazdı etrafa. Hayır hanım teyze niyetin yok madem niye geliyorsun kız istemeye. Silah mı dayadık?
Kadın kapıdan içeri girse evdeki ekmek mayalanmayı bırakır yemin ederim. Böyle bir negatif enerji olamaz. Abartmıyorum. Kadını gören sanki alnının ortasına "gülme yasağı" mühürlenmiş sanır. Suratı hiç açılmıyor. Kendisi gelmiş kız istemeye, ama yüz ifadesi sanki “Gelinin bütün neşesini çalacağım, evini karanlıkla dolduracağım” diye yemin etmiş gibi.
Eee damat bey nerede?
Evet evet, damat… hani şu evlenecek olan kişi… hani bu kalabalığın uğruna buraya geldiği adam… yok. Kaybolmuş. Unutulmuş. Varlığı bile hatırlanmamış.
O kadar silik bir karakter olmalı ki, arabaya binerken “Bir şey eksik ama ne?” diye düşünüp sonunda hatırlayamamışlar. Yazık… Vallahi yazık. Damat istemeye gelmiyor ama korumaları geliyor. Dünyanın tersine döndüğü gün gibi.
Bizde göreydik şöyle bir damadın boyunu posunu. Ona göre kabul edecektim belki. Bana soran varmış havalarına girmem de ayrı bir konu.
Hatice de hemen yan perdeye çöktü tabii, kendi evleniyormuş gibi hevesle. Korumaların arasından kendine eş seçiyor.
“Şu olur mu? Yok bu çok uzun. Aa bu yakışıklıymış.”
Kızım sana mı bakacak o adam? Sadece bakıp geçiyor oradan. Bir de babanın huyunu bilmesem… Baban seni korumaya verir mi kızım? Hadi baban verdi diyelim bunlar seni alır mı? Ya bence kesin Hatice' yi istesinler. Gelin kaynana toprağından olur derler ya ben bu kadının toprağından olamam ama Hatice olabilir. Bence benzerlik var. Aynı memnuniyetsiz surat. Hatice kuzenim diye demiyorum hık demiş babasının burnundan düşmüş. Bir kızın babasına benzemesi büyük dramdır.
Ben mi?
Ben makul bir insanım ya. Ufak tefek olmam sizi yanıltmasın. 35 numara ayak, ince bilek, uzun parmaklar. Çalışmaktan bronz olmuş tenim. Yoksa çocukluk fotoğraflarımda var ya… resmen “ayın on dördü”. Zaten herkes derdi, “Helin büyüyünce çok güzel olur.” Büyüdük de ne oldu? Bu evde yarı aç yarı tok kalmaktan güzel kızlığım toprağa karıştı.
Ama gözlerim…
İşte onlara kimse laf edemez. Kahverengi ama öyle sıradan değil. İçinde bal akıyor sanki. Parlak, canlı… Güneş vurunca bir anlığına altın gibi parlıyor. Belki damat adayı gelse ilk onları görüp severdi ama işte… damat nerede?
Belli ki benim kocam olacak o adsız adam, beni görmeden istemişliğe geliyor. Belki de beni hiç görmeden alıp götürecek. Bir yandan seviniyorum en azından bu evden kurtulacağım. Belki hayatım daha iyi olur. Belki de olmayacak…
Ne bileyim.
Hayal işte. Umut dünyası.
Ama ne olursa olsun…
Bugün beni istemeye geldiler.
...
İsteme… vallahi hayatımda gördüğüm en kısa tören olabilir. Böyle hızlı nişan, hızlı alışveriş, hızlı kavga duydum ama hızlı isteme o da benim kaderime yazılmış demek ki.
Kahveleri yaptım, tepsiyi elimde titremeden taşıdım ki normalde heyecandan dökerim ama bu kez elim sabit. Herhalde kaderime teslim olmuşum artık. Kader ne derse o. Heyecan yapacak bir şey bulamadım.
Kahveleri verdim, herkes bir yudum aldı. Suratsız kaynana kahveyi içti, bana şöyle bir baktı. Sanki kahvenin suyunu zehirli kuyudan çektim, kahve çekirdeğini de yabancı bir ülkeden çaldım. Hanım teyze, bir yudum içtin işte, ölmüyorsun ya? dedim içimden. Dışımda sadece nazik bir tebessüm.
Sonra müstakbel kayınpederim boğazını temizledi, hafifçe öne eğildi, yüzündeki ifade hala “kimseyi sevmiyorum ama mecburum” ifadesi:
“Allah ’ın emri...”
Devamını getirdi mi getirmedi mi bilmiyorum. Çünkü daha “peygamberin kavliyle” kısmını beklerken, amcam heyecandan yerinde duramadı. Koltuğa yayılmış duruyordu ya, o hantal beden bir anda öyle bir fırladı ki, sanırsınız isteme töreninin yıldızı o.
Adam eline fırsat geçmiş gibi balıklama atladı.
“Veeeerdim gittiiii!”
Evin içinde bir an derin bir sessizlik oldu.
Ben;
Şaka mı bu? Şu an mı götürüyorlar beni? Daha üstüme yelek bile giymedim. Bari bir hazırlık süremiz olsaydı diye düşünüyordum. Bu kadar hızlı istemeye ne düşünülür?
Yengem bile şoktan dondu. Normalde komşu bir kaşık şeker istese, önce düşünür, sonra “kaşık hangi kaşık olacak, şekeri plastik kaba mı koysam, şimdi komşunun gelini görürse dedikodu olur mu” diye en az beş dakika hesap yapar. Şekeri verirken de sanki böbreğini veriyor. Ben şekerden hızlı verildim.
Kayınpederim o “Verdim gitti” çıkışını duyunca bir an afalladı, ama belli ki gururuna yediremedi lafının ağzına tıkılmasını. Başını salladı, kabul etti gibi yaptı. Kaynana zaten suratını daha da ekşitti. Ben de öyle kaldım.
Bir an gerçekten kapıdan tutup kolumdan çıkaracaklar sandım.
Vallahi şaka yapmıyorum.
İsteme o kadar kısa sürdü ki, biri düğmeye basmış ve töreni “geç” etmiş gibi. Ben Hatice' nin telefonundan reklam izlerken bu kadar çabuk reklamı geçemiyorum.
Ben daha anlamadan, karar verilmişti bile.
İşte böyle… Helin’ in isteme töreni yaklaşık bir çay yudumu kadar sürdü.
Takı mevzusu açıldığında amcamın cevabı öyle bir çıktı ki ağzından, ben şok oldum.
“Gönlünüzden ne koparsa.”
Ben orada bir dona kaldım. Ne koparsa mı?
Ben miyim gönlünüzden kopan? Parça parça mı kopacağız? Ben Helin özel seri, tek üretim kızım sonuçta bari bir takı biçseydi. Yani sonuçta benim güvencem. Ve amcam aç gözlü herifin önde gideni bayrak tutanıdır.
Ama daha bu şaşkınlığımın dumanı tüterken gerçek yüzünü gösterdi.
Müstakbel kayınpederim, hiçbir duygu belirtisi olmadan, takım elbisesinin iç cebinden bir zarf çıkardı. Öyle bir zarf ki… Gözleri bile hafif parladı amcamın. Zarfı görünce amcamın yüzünde yıllardır görmediğim bir neşe belirdi. Zarf amcama uzatıldı, amcam zarfı öyle bir kaptı ki, sanki vazgeçerler diye ödü kopuyor.
Sonrası?
Amcam bir anda ayağa fırladı:
“Ben bir şeye bakıp geliyorum!”
Bakmak dediği kesin zarfın içindeki parayı saymak.
Bir zarf için evin öbür ucuna bu hızla giden ilk insan olabilir.
O kadar acelesi vardı ki bir şey yerine diyecek şey bulamadı.
O an anladım.
Takı falan umurunda değilmiş.
Benim düğünde takılacak altınlar, bilezikler hepsi bana kalacağı için aslında amcamın pek umrunda olmamıştı. Beni geri almaya niyeti yok nasılsa. Meğer o kendine düşecek peşinatın peşindeymiş.
Kısacası…
Ben satıldım.
Hem de hiç pazarlıksız.
Hayırlı olsuna bile kalmadan pat diye.
Ben de merak ettim doğrusu.
Bir Helin kaça gidiyor acaba?
Gramı ne kadar?
Borsası var mı?
Köy kızları endeksi diye bir şey olsaydı belki öğrenirdik.
Belki düğünde takılanlarla da bana yatırım yapardım.
“Helin yükselişte, şuradan iki bilezik daha basayım” falan…
Derken mevzu döndü dolaştı tören işine geldi.
Meğer nişan yapmayacaklarmış.
Direkt:
Kına ve düğün.
Hızlı tüketim. Hızlı evlilik. Pakete dahil. Zaman kaybına gerek yok.
Kına bizim köyde, düğün onların köyünde olacakmış.
Ben kendi kınam için tek ricada bulundum içimden.
“Yüksek yüksek tepeler çalmayın.”
Öyle yaygaralı şeylere ağlamam.
“Annesinin bir tanesi, hor görmesinler…” falan dediklerinde de ağlamam.
Annem mi var benim?
Beni hor görecek biri varsa o da zaten çoktan görmüş, üstüne de satmış vaziyette.
Benim kınamda beni ağlatmak istiyorlarsa açsınlar Ünzile.
O zaman ağlarım işte. Çünkü Ünzile bilmez kaç koyun ettiğini…
Ben de bilmiyorum kaç para ettiğimi.
İçimden mırıldanmaya başlamıştım bile:
“Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor
Dayaktan uslanalı
Hiçbir şey sormuyor…”
Ve düşündüm…
Ben de Helin olarak kaç para ediyorum acaba?
Belki bir gün öğrenirim.
Ama bugün değil.
Bugün sadece şu gerçeği biliyorum.
Ben bugün satıldım.