PROLOG

1379 Words
Mahallenin arka sokaklarından birinde, tozlu yolda top sektiriyorum. Ayakkabılarım kaç yıllık bilmiyorum ama ruhum yepyeni. Babam bana futbol oynanamam için spor ayakkabı almıyor. Kaleyi iki taşla kurduk, klasik. O sırada alt mahallenin erkek versiyonları, Dünya Kupası’ na hazırlıyormuş gibi dizilmişler. Topu dizimde sektirdim, sonra başıma aldım. O an göz göze geldiğimiz bir kuş bile gülümsemiştir, eminim. “Sen ne yapıyorsun ya? Kız kısmı futbol oynar mı?” Aha! Beklediğim laf. Sahneye çıkma vaktim geldi. “Kız kısmı mı? 2024 yılında mıyız yoksa 1324’te mi? Bi’ netleş de, tarih kitabı mı açayım, top mu çevireyim ona göre.” Çocuklar gülüyor ama hala ciddiye almıyorlardı. Mahmut, suratında yıllanmış ciddi bir ifadeyle öne çıktı. “Bak, biz seninle sek sek oynardık. İp atlardık. Ama futbol… başka. Yani darılmaca yok, bu erkek işi.” İşte tam o an, topu yere bırakıp, dönüp ters ayakta öyle bir çalım attım ki Mahmut ’un bacağına iki saniyeliğine “mavi ekran” geldi. Suratında "Windows kapanıyor" ifadesiyle kalakaldı. “Erkek işi mi? Bu çalım hangi klasöre kaydedilsin Mahmut? Silinmesin, yazık.” Arkadan biri homurdandı. Rıdvan galiba. Her zamanki ‘Ben yıldız oyuncuyum’ triplerinde. “Hadi maç yapalım da görelim o zaman.” Bunu duyar duymaz içimden Rocky müziği yükselmeye başladı. Saçlarımı sıkıca bağladım, pijamamı çekiştirdim ve: “Hazır olun çocuklar, tarihe tanıklık edeceksiniz. Bu mahalle tarihine, Gizem ’in el yazısıyla not düşülüyor bugün.” Maç başladı. İlk dakikalarda çaktırmadan pas vermiyorlardu bana. Ama sonra kaleye şut çekecekmiş gibi yapan Dozer, topu ayağında fazla tutunca araya girip topu kaptım. O kadar ani oldu ki birisi "aaa!" diye ses bile çıkardı. Topla birlikte hızla ilerledim. İçimden "Messi geliyor!" diye bağırmak istiyordum ama şımarıklığıma odaklanınca konsantre olamıyorum. Kaleye yaklaşırken Mahmut önüme dikildi. “Dur, geçemezsin!” “Yüzüklerin Efendisi misin sen? Gandalf gibi 'Geçemezsin!' demekle olmuyor bu işler.” Topu sağa çekip Mahmut ’u fena bir bacak arasına aldım. Çocuk kendi etrafında dönerken ben topu kaleye gönderdim. Gol! Kale dediysem, taşlar biraz yana kaymış olabilir ama gol goldür. Herkes donup kaldı. Ben sevinçten topu alıp havaya kaldırdım. “Ve işte şampiyon: Gizem United! Kız kısmı gol kısmıymış. Not alın, defterinize yazın.” Çocuklar arasında sessizlik… sonra kahkaha. Tipik Hasan geldi, hafif sinirle ama içten içe gülerek: “Tamam be Gizem, bu maçlık affet. Ama rövanş istiyoruz.” “Olur. Ama önce ‘kız kısmı’ kısmını çöpe atıyorsunuz, anlaştık mı?” Alt mahalle o gün futbol değil, önyargı kaybetti. Ben mi? Ben sadece biraz toz yuttum, birkaç dizi morarttım. Ama kaleye yazdığım o gol, direkt tarihe geçti. Mahalle tarihine. Gizem’ in krallığına. Ve kendi mahalleme döndüm. Hani savaştan dönen kahramanlar olur ya, üstü başı toz içinde, alnında ter, gözlerinde zaferin parıltısı… Aynı ben. Sadece formam pijama, botum terlik. Zaferime karışık apartman gürültüsü eşliğinde sokaktan yürüdüm. Ama zafer yürüyüşüm uzun sürmedi. Sokak başında bir duvar kurmuşlar bana. İnsan duvarı. Sarışın Aras, esmer Ferhat, kumral Günay. Mahallenin dondurma çeşitleri. Aras elini göğsüne koymuş, ciddi ciddi bakıyordu. “Bize ihanet etmişsin. Alt mahalleyle oynamışsın.” Ferhat kaşlarını çatmış, mafya dizisinden fırlamış gibi: “Biz seni Messi sanmıştık. Meğer Mertens' mişsin, tak diye rakibe pas veriyorsun!” Günay kollarını kavuşturmuş, ama yüzünde sahte bir dram ifadesi vardı. “Biz bu ihaneti şey... öyle şey ettik işte. Derin hislerle. Neydi lan kelime... hah, özümseyemedik!” Ben onları şöyle bir süzdüm. Üçü de aynı anda konuşunca, beynim üç radyo kanalına bölünüyor gibi oluyor. “Bir ders lazımdı.” dedim, çok felsefi bir havayla. “O yüzden alt mahalleye indim. İyiliğiniz için, çocuklar. Kırmızı kart değil, kırmızı alarmdı bu.” Ferhat hemen atladı: “Bir de kendini Messi ilan etmişsin. Hani Arda Güler ’din sen?!” Bu lafı duyunca gözümü devirdim. “Arda Güler olursam Arda Güler ’le evlenemem ki. Kendi kendine evlenene deli derler. O yüzden vazgeçtim.” Günay parmak kaldırdı: “Ama sen zaten kendi kendine konuşuyorsun. Hemde sürekli. ” “Evet ama kendime nikah kıymadım henüz. Ruh sağlığımı orada çizgiden döndürdüm.” Aras suratını buruşturdu, çok ciddiydi: “Biz senin ağzından deyim, atasözü falan bekliyorduk. O n ’oldu? Günün sözü yok mu?” “Deyimim şu olsun: Topun peşinden koşan yorgun düşer ama top peşinden koşan Gizem ’e çarpan ağlar.” Bir sessizlik oldu. Sonra Ferhat patladı gülmekten. Aras yüzünü eliyle kapattı. Günay bir bankın üzerine yatıp “Ben artık hayata inanmıyorum.” dedi. Üç deliden oluşan minik çetemle barış imzalandı. Sarışın olan Aras, vanilya dondurma gibi, hassas. Esmer Ferhat, bitter gibi, çabuk erir ama yoğun. Kumral Günay, karamelli, dışı sert, içi yumuşak ve akışkan kafa. Ben mi? Ben karışık topkek. Çikolatayla limon aroması arasında sıkışmış ruh. Ve sonra yürümeye başladım. Mahallenin kahramanı doktor babam eve gelip beni bu halde yakalamadan önce, kendimi duşa atmam, üstümdekileri de çamaşır makinesine sürgün etmem gerekiyordu. Üzerimde toz, ayağımda bir yerleri kopmuş ayakkabı, alnımda zaferin teri, ruhumda ise "biraz daha çocuk kalabilir miyim?" sorusu. Annem mi? O yok. O yüzden rahat rahat, sokakta karşıma çıkıp "Sen hiç aile terbiyesi almadın mı?" diyerek homurdanan teyzelere cevabım hazır: “Anam mı vardı terbiye etsin? Babam desen sizin hasta popişinizi ayağa kaldırmakla meşguldü. Terbiye dediğiniz kişi, her kimse, herhalde ben uyurken geldi de evde kimse olmayınca kapıda kaldı.” Cevabım tokat gibi değil, şefkat gibi. Çünkü hem çok doğru hem biraz acıklı. Kendimi bildim bileli cebinde evin anahtarını taşıyan bir çocuk oldum ben. Kapıyı açan olmadı. Pencereden bakan olmadı. ‘Geldin mi?’ diyen olmadı. Olsun. Kendi işimi kendim yaparım. Kendi kapımı kendim açarım. Ama... kendi kalbimi kendim sevemem. Yani... severim de, yetmez. İçime döne döne yürürüm ama bir gün biri gelsin isterim. Kalbimin kapısını tıklatmasın, kırsın geçsin, buyursun içeri. Ve işte... O kişi karşıdan geliyor. Tüm heybetiyle. Yolun öbür ucunda, sanki arkamdan fonda Interstellar müziği çalıyor. Sakalının gölgesine bir kuş yuva yapabilir. Omuzları uzaktan Wi -Fi çekebilir. Yürürken sanki yerden bir santim yükseliyor. Gerçek olamayacak kadar gerçek. Üsteğmen Erdem Sancer. Ben yol ortasında donup kaldım. Zaman da dondu. Hatta az önce beni "top oynuyor bu kız, koca kız olmuş ayol" diye eleştiren Fadime Teyze bile sustu. Bu bir mucizeydi. Yürümeye devam etti. Tüm yakışıklılığı, tüm “ben askerim, omzumda yük değil devlet taşırım” havasıyla. Üsteğmen Erdem Sancer. Yani olmuş ya da olacakmış. Bana gelinceye kadar dedikodu biraz hasar görmüş oluyor. O yüzden net bilmiyorum. Ve ben? Donup kaldım. Yolun tam ortasında. Sanki bedenim elektrikle çalışıyor da prizden çekilmişim. Ayaklarım çakılmış, gözlerim kitlenmiş, dilim yutulmuş. İçimdeki bütün cümleler "sadece bak!" emrini almış, isyan edemiyorlar. O bana doğru geliyor. Dünyam yavaşlıyor. Etrafın sesi kısılıyor. Beynimde yalnızca kalbimin sesi: "Bakıyor mu acaba? Gülümsüyor mu? Duracak mı? Bir şey diyecek mi? Beni... tanıyor mu?" Ve... Yanımdan geçiyor. Durmuyor. Göz ucuyla bile bakmıyor. Ama tam önümden geçerken başını hafif çevirip… Sakin, düz bir sesle, ne tatlı ne sert, tam “askeri emirle baba uyarısı” arası bir tonda şöyle diyor: “Bu boyla seni görmezler. Yolun ortasında durma, araba çarpar.” Ve... Yürüyüp gidiyor. Sanki içimden biri kalkıp bana şöyle diyor: "Az önce kalbinin üstüne tır geçti farkında mısın Gizem?" Ben hala yolun ortasında. Donmuş halde. Nefesim boğazımda bir top gibi, içim zangır zangır. Duygularım kazara yanlışlıkla mikrodalgaya girmiş plastik tabak gibi eriyor. Oysa tek istediğim... belki “N ’aber?” demesiydi. Ama bana kısaca trafik uyarısı yaptı. Kalbime değil, can güvenliğime hitap etti. Ne romantik! Ve işte o anda düşündüm: "Demek bu da aşkın bir türü. İnsan seni sevmez ama sana çarpmasınlar diye uyarır." Bu da bir şey mi? Bu da bir şey. Bence bu uyarıda bir aşk var. Evet evet, dalga geçmek yok. Sakın kısa boyunla alay etti falan demeyin. Duymuyorum sizi. Alay etseydi "Yere daha yakınsın, belki toprağa gömülmeden önce son bir kez havayı kokla" falan derdi. Ama demedi. Ne yaptı? Uyardı. Tüm yumuşaklığıyla, o sert suratın içinden süzülen bir cümleyle… “Bu boyla seni görmezler. Yolun ortasında durma.” Bu bir aşk cümlesidir. Tabelası yok. Kırmızı gülü yok. Romantik fon müziği yok. Ama içinde sevgi var. Endişe var. Beni önemsediğinin mikroskobik ama kalpten gelen bir kanıtı var. Ne demek bu biliyor musunuz? Beni fark etmiş. Görmüş. Ve... Çarpılmamı istememiş. Yani… Belki bana çarpmasınlar diye uyardı, Ama bence… Kendisi çarpmıştı zaten. Zihin kaydı: Bundan sonra trafik ışıklarında değil, onun gözlerinde beklenir. Ben hala yolun ortasında. Ama içimde bir sokak lambası yanmış gibi. Küçük, sarı, ama geceye meydan okuyan cinsten. Ve siz? Siz hala "dalga geçti" mi diyorsunuz? Duymuyorum sizi. Çünkü şu an kalbimin içi çok gürültülü. Ve tek ses çıkarıyor. Üsteğmen Erdem Sancer.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD