Bir hafta geçti. O bir haftalık bekleyiş, hayatımda geçirdiğim en uzun zaman dilimi gibiydi. Hiçbir şeyle ölçülmüyordu. Bu bekleyiş diğerlerinden daha farklıydı. Daha zor geliyordu. Her sabah aynı sessizlikle uyanıyordum. Sanki lojmanın duvarları bile Erdem ’in yokluğunu hissediyor, bana daha soğuk bakıyordu. Kahvaltı saatinde kapı çalıyor, bir asker tepsiyi bırakıp gidiyordu. “Afiyet olsun” deyip, çekip gitmeleri bile asker disiplinindeydi; ne fazla kelime, ne gereksiz bakış. Ama ben, o yemekleri yerken hep aynı şeyi düşünüyordum: Acaba Erdem şu an ne yiyor? Aç mı kaldı? Üşüyor mu? İlk günler Erdem ’in bana bıraktığı ödevleri yapmaya çalıştım. Not defterini açıp konuları tekrar ettim, soruları çözmeye başladım ama sayfalar önümde bulanıklaşıyordu. Kafamda tek bir şey vardı: Ya dönmezse

