YAPRAK SARMASI

1650 Words
Sabah kahvaltıdan sonra yanıma geldi, elinde cüzdanıyla. “Pazara gidiyorum, gelmek ister misin?” dedi. Sanki “birlikte uzaya çıkalım mı” diye sordu. O derece alakasız. Ben de döndüm ve gayet medeni bir ifadeyle, burnumun üstünden baktım: “Ben pazarı… eve getiriyorum.” Yani uygulamayla. Bildiğin market ayağımıza geliyor artık, ne gerek var kalabalığa, ter kokusuna? Ama o inatla gülümsedi. “Marketler hem pahalı hem de insan kendi seçmeli. Domatese falan bakmadan koyuyorlar. Diğer sebzelerde öyle. Ziyan oluyor bir kısmı. Olmaz öyle.” Yani tamam, haklı gibi. Ama o gülümseme yok mu... Bir “beni reddedersen vicdan azabından bir hafta mide asidiyle yaşarsın” havası vardı. Başka bahanem yoktu. Ve o çok klasik “ayıp olmasın ya” durumu, beni pazara sürükledi. Giderken içimden konuşuyordum tabii: “Paragöz desen değil. Ev ekonomisi seviyesi yüksek. Kötülük de yapmıyor. Bu kadını neden sevemiyorum ben? Ha evet. Çünkü ben onun gelini olacaktım, o benim üvey annem oldu. Yani duaya dikkat etmek gerekiyormuş.” Pazarda yürürken, yan tezgahta bir bağ soğanla kavga eden bir teyze vardı. Ben kendimle kavga ediyordum. Ama dıştan gülümsüyordum. Aman kimse içimi görmesin. Bir domates tezgahına geldik. Sanki büyük bir anlaşmaya imza atılacak. Bana döndü, “Sen domatesi sert mi seversin, yumuşak mı? Ben biraz yeşile kalmış hafif ekşi severim mesela. ” diye sordu. Bir an dondum. Sanki kalbimi ölçtü. Domatesin kıvamını değil, psikolojimi tarttı. Sanki “Ben senin annen değilim ama olurum istersen” demek istiyor ama öyle demiyor da… domatesle ima ediyor. Ben tabii klasik Gizem savunma mekanizmasını devreye soktum: “Yani, tadı yerindeyse her türlü severim.” İç sesim bağırıyor: “NE DİYORSUN KIZIM! DUYGUSAL AÇILMA YAŞANIYOR BURADA!” Sonra başka tezgaha geçtik. Pazı aldı. Döndü, “Sen pazıyı sever misin?” dedi. Ya hayatımda pazıyı sorgulayan ilk kişi. Şu an bana karşı özel ilgi kurduğuna o kadar eminim ki... Ama ben hala buz gibi mesafeliyim. “Ben pazıdan çok, pazartesiye karşıyım. Okul var okul ” Kıvırtarak geçiştirdim. Ama içimde hala şu soru dönüyor: “Ben bu kadar yumuşak davranan birine neden bu kadar sert davranmak zorunda hissediyorum kendimi?” Çünkü... Ben onun gelini olacaktım. O benim kaynanam. Bana sarı lira takacak, düğünde altın kemer taktıracak kadındı. Şimdi bana pazardan pazı alıyor. Ve ben... Pazının tazeliğinden çok, bu işin nereye gideceğini düşünüyorum. ... Bir süre daha pazarda dolaştık. Aylin, öyle bir alışveriş yapıyor ki sanki üç kişiyiz değil, yirmi kişilik aileye akşam ziyafeti verecek. Çok almaktan değil. Özenden. Ama en garibi, her şeyde bana da soruyor. “Sen kereviz sever misin? Kokusunu seven az olur ama belki seversin.” “Pazıdan börek yapacağım, yersin değil mi?” “Senin hiç bir şeye alerjin var mı Gizem?” “Bak şunu sen seviyorsan alalım, ben çok anlamam ama tatlı patates çok moda şimdi.” Bir durdum. Elimde limon torbası, gözümde “bir dakika ya?” ifadesi. “Alerjim var mı?” Yani bu kadın benim geçmişimi bilmiyor ama geleceğimi düşünüyor. Öyle böyle değil, bildiğin “bakım yapıyor.” Benim öz annem bile hiç alerjim var mı diye sormamış olabilir. Gerçi niye sorsun? Biliyordur. Herhalde yani. “Yok…” dedim kısa keserek. Ama içimden geçeni o duysa var ya... “Yok ama kalbimde sana karşı direnç var Aylin Hanım, çünkü sen bana ‘gelini olacağın kadın’ gibi geliyorsun, ‘kendi annemmiş gibi seveyim’ gibi değil.” Devam etti. “Ne yemeği seversin en çok, akşam belki onu yaparım. Babana sordum ama o her şeyi yer dedi.” Of… babam… Tabii o yer der, çünkü seninle evlenmiş kadın! Ama sesli şöyle dedim: “Menemen. Yumurtası bol, soğanı az.” Menemen severim. Ama en sevdiğim değil. Aylin gülümsedi. “Tamam o zaman, soğanları iyi seçelim. Akşam menemen var.” Ve o an... Ben sustum. Çünkü içimde her şeyi bilmeyen, ama her şeyi sezmiş gibi davranan bu kadına karşı hala duvar örmek çok saçma gelmeye başladı. Ama yine de... “Sen çok iyi olabilirsin Aylin Hanım. Ama ben sana anne demeyecek kadar karışığım. Bunu da bil.” Dedim içimden. Ama dışımdan: “Fesleğen de koyar mıyız biraz?” diye mırıldandım. İlk defa, aynı tarife aynı anda gülümsedik. .... Pazar bitmişti. Poşetler az değildi. Ama bana az düştü. Çoğu onda. Hamallık kısmı da iptal. Yani “O taşısın, genç ya, kol kuvveti vardır” kafası da yok. Sadece yürüyorduk yan yana. Mahallenin en dar sokaklarına girerken bile yanyana yürümeye devam ettik. Sustum. Ama içim konuşuyor. “Yaprak sarma deseydim kesin yapardı. O kadar zeytinyağlıyı sırf benim için sarardı. Ama yok, ben menemen dedim. Çünkü kendimi duygusal açmama kararı aldım. Strateji bu. Soğukkanlı olan kazanır.” Bir an yürürken döndü bana. Yumuşak, o sabırlı öğretmen tonuyla. “Bana nasıl hitap etmek istersen, öyle edebilirsin Gizem. Zorunda değilsin hiçbir şey demeye... sen nasıl istersen. Sanki bu konuda biraz geriliyorsun gibi hissettim. ” Bir an durdum. Ne diyeyim? Kadın. Bayan. Sayın üvey kişi? Hayır yani “anne” diyemem. “Ablacım” desem içim daralır. “Aylin Hanım” soğuk. “Canımın içi” o cümle başka birine aitti. Başka bir ihtimale. Bir de dönüp demesin mi: “Dilersen sadece Aylin de diyebilirsin.” Yok artık, düz isimle hitap etmek mi? Ortaokul matematik hocama bile ki hayrandım kendisine ‘hocam’ dedim ben. Yürürken yan gözle baktım. Duru bir yüz, kibar bir tebessüm. İçimden, “Bu kadın bana hiç kötü olmadı, hatta fazla iyi. Ama ben ona hala trip atıyorum.” dedim. Sonunda başımı hafifçe çevirdim. Omzumu silkeleyip sanki çok önemli değilmiş gibi söyledim: “Ben sana Aylin abla diyeyim. Uygun yani.” O durdu, bakışları yumuşadı. Gülümsedi ama bir şey söylemedi. Yani o “teşekkür ederim” demeyişi bile bana daha çok şey anlattı. Sokağın köşesine geldiğimizde elimdeki poşeti hafifçe savurdum. “Ben buradan arkadaşlara geçiyorum, dondurma planı vardı. Evde görüşürüz.” “Tamam canım. Poşetleri ben hallederim, merak etme.” İşte o an... “E be kadın... Hem alışverişin yükünü almadım hem duygusal yükümü sen taşıyorsun. Bir de teşekkür mü edeceğim şimdi?” Geri dönüp bir şey söylemek istedim. Ama inadım boğazıma takıldı. “Bir gün söylerim. Belki çok geç olmadan. Yani teşekkür. O bile zor geliyor. ” Arkamı döndüm, yürüdüm. Mahalle köşesinden Aras ’ların çatısına doğru göz kırptım. Bu mahallede başka roller dağıtılmış olabilir ama ben hala Gizem ’im. Ve hikayem daha yeni başlıyor. Ya da başlayacak. ... Akşama kadar mahalledeydim. Üçlü çeteyle klasik “dünyayı kurtaralım ama önce çiğdem yiyelim” planımızı uyguladık. Sokağın köşesinde oturduk, Aras bir ara evden vantilatör getirip çöp kutusuna dayadı, "burası artık VIP loca" dedi. Ben de üstüme alınmadım. Çünkü ben zaten VIP bir travmaydım. Eve dönerken neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Kapıdan girdim. Sessizlik. Yalancı bir huzur. Bir şeylerin ters gittiğini anladım. Sessizlik, hiç hayra alamet değildir. Babam neredesin sen demedi. Ayakkabımı çıkarırken bile tedirgindim. Sanki biri mutfağa not bırakmış: “Dikkat, burada duygularınız karışabilir.” Sofraya doğru bir göz attım. Menemen. Bak o tamam. Onu ben söyledim. Menemen demokrasi gibidir. Herkes farklı sever ama sonuçta sofrada olunca mutlu eder. Ama sonra... O tabak. O narin, muntazam, sabırla dizilmiş tabak. O tabakta... yaprak sarma vardı. Lanetli gururumun asla dile getirmediği, Ama kalbimin “bi’ yapsa da yesek” diye iç geçirdiği o zeytinyağlı şaheser. Ve ben: Düştüm. İçimden değil, kalbimden mesaj yollamak istedim. Ama teknoloji gelişti, ben doğrudan üçlü çeteye yazdım. Telefonu çıkardım, parmaklarım jet hızında uçuştu: “Gelin beni kurtarın. İşgal edildim. Kuşatıldım. Ve evet, şu an gönlüm üzerinden diplomatik barış görüşmeleri yapılıyor. Karşı taraf güçlü. Zeytinyağlı kullanıyorlar. Fethedilmeye çalışılıyorum. Durum ciddi.” Mesajı yolladım. Sofraya oturdum. O sırada geldi, gülümsedi. “Yetiştin tam zamanında, menemen soğumadan.” Ben gülümsedim. Ama içimden sadece şu geçti: “Beni, zeytinyağlı yaprak sarmayla bağlamak istiyor. Ve işe yarıyor lanet olsun.” Çatala uzandım. Sarmadan bir tane aldım. Isırdım. Bir damla limon... Ve o an anladım: Bu, silahsız teslim oluşun tadıydı. Ama tabii çeteye “sarma yedim, duygusal olarak düşmanla işbirliği yaptım” demeyecek kadar da gururluyum. .... Gece olmuş. Ev sessiz. Babam çoktan uyumuş. Aylin abla da mutfakta bir şeyleri düzenliyor. Bense odada… pişman değilim. Sadece biraz… kararsızım. Çünkü hala midemde birkaç yaprak sarma dönüyor. Ama kalbimde vicdan azabı sarıyor beni. Telefon titredi. Aras: “Bizim köşeye gel. Acil.” Ferhat: “Durum ciddi.” Günay: “İtiraz edersen kırılırız.” Bir an düşündüm. Acaba bu gece sarma sorgusu mu yapılacak? Ama ne yapayım… suçüstü yakalanmaya hazırdım. Montumu aldım. Yalancı masumiyetimi giydim. Sokağın köşesine yürüdüm. Onlar oradaydı. Üç adam, üç bakış… Aras, doğrudan konuya girdi: “Yedin mi?” Ne olduğunu sormadı bile. Çünkü biliyorlardı. İçimdeki suçun hangi çeşitte piştiğini biliyorlardı. Ben de bozuntuya vermedim. Omuz silktim. “Ee yani evde menemen vardı… onu da söyledim zaten. Yani kendi ağzımla.” Ferhat söz aldı. “Kardeşim, menemene lafımız yok. Ama biz... o zeytinyağlı tabaktan bahsediyoruz.” Günay dramatik yaptı. “Biz senin sarmayı kendi elinle saracağın günleri hayal etmiştik Gizem... Ama sen... ama sen...” Elini alnına koydu. Sokağın ortasında Orhan Gencebay melodisi çaldı resmen. “Ya tamam be!” dedim. “Yedim. Yedim, tamam mı! Bi tane! Belki beş. Belki biraz limon da vardı. Ama ben... duygusal olarak yememiş sayıldım çünkü... Çünkü ben o sarmaları sırf inatla sevmedim saydım. Sevmeyerek yedim. ” Aras ellerini beline koydu. “Biz seninle ‘asla yumuşamam’ manifestosu imzalamadık mı? ‘Üvey anneye kalpten mesafe’ yeminini sen okumadın mı? Bizden sen destek istemedin mi?” Ben sustum. Bir an içimden “hainim galiba” dedim ama hemen savuşturdum. “Ya çocuklar... Sarma yapmış kadın. Soğutmadan önüme koymuş. Yani bu... bu bir duygusal mayın. Ben sadece... patladım.” Günay hafifçe başını salladı. “Patladın ha? Demek ki içindeki Gizem artık... Gizem değil.” Sonra bana çaktırmadan bir dondurma uzattı. Bu, çetenin affetme ritüelidir. Dondurma verildiyse... olay kapanır. Ve hep birlikte sustuk. Sonra gülümsedik. Çete, bir kez daha beni affetti. Onları beni tutun engelleyin diye darlayan bendim. İnsanın yaptığı mantıklı mantıksız her şeyde yanında olan arkadaşlarının olması harika bir histi. Ama içimden hala geçiyordu: “Ben o sarma tabağını kalbimin ortasına koydum. İçine biraz barış, biraz inat, biraz da Aylin abla koydum. Yani... işte böyle.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD