Efe gözlerini ağır ağır açtı. Görüntüler önce bulanıktı ama sonra netleşmeye başladı. İlk seçebildiği şey, başucunda diz çökmüş halde ona bakan Umay’dı. Yüzünde bastırmaya çalıştığı bir endişe vardı. Dudaklarını ısırıyordu. Elleri titrekti. Ama yine de güçlü görünmeye çalışıyordu.
“Adımı biliyorsun! Nerden biliyorsun adımı?” diye sordu Umay, sesi biraz titrek, biraz da kekeleyerek.
Sonra Efe'nin bitkin haline odaklandı. ''Şey, sen yaralı mısın?... kanaman falan varmı? Göremiyorum ama... İyi misin? Emin misin? Ne yapacağız biz şimdi? Seni de mi yakaladılar? Uçakta mıydın sen de?” diye mırıldanıyordu. Panikten ağzına gelen herşeyi sıralamaya başlamıştı.
Konuşurken aralıklı nefes alıyordu. Panik sarmıştı her yanını. Ve Efe... onu öyle izliyordu ki, gözlerinin içine uzanan derin bir bakışla, Umay’ın tedirginliğinden deli bir haz alıyordu. İlk kez onun için endişelenen birini görmüştü. Umay'ın bu karmaşanın ortasında bile onu düşünmesi, içindeki şımarık çocuğu beslemişti. Sinsice gülümsedi ama belli etmedi..
Sonra sanki hiçbirşey olmamış gibi yavaşça doğruldu. Sessizce, umursamaz bir edayla oturdu. Gözlerini çevirip, Umay’a baktı. Bakışı, hem sert hem de küçümseyen bir ifadeye bürünmüştü. Alaycı bir tebessümle başını hafif yana eğdi.
“Sen… Aptal mısın?” dedi, gayet üstten, küçümseyici bir tonla.
Umay, duyduğu cümleyi tam idrak edememişti. Şaşkınca gözlerini kırpıştırdı. “Efendim?”
“Diyorum ki,” diye devam etti Efe, “var mı kafanda eksik tahtalar falan? Yani ya deli yada Aptal gibi bir halin var çünkü.” dedi.
Umay’ın yüz ifadesi değişti. Şaşkındı ama öfkesi de hızla yükseliyordu.
“Bir dakika… Ben anlamıyorum. Hayatını kurtarmaya çalıştım. Yani tamam, öyle büyük bir kahramanlık yapmadım belki ama yanındaydım! Teşekkür edeceğine, Ne demeye çalışıyorsun sen bana?”
Efe, dişlerinin arasından öfkeyle sızan sesiyle yanıtladı: “Hangi gerizekâlı, sırf babası bir savaşın ortasında diye pılını pırtısını toplayıp cephenin tam göbeğine uçakla iner, ha? Nasıl bir stratejik dehâsın sen? Babandan haber beklemek, mesela... çok zor bir opsiyon muydu?”
Umay’ın yüzü bir anda aydınlandı. Gözleri büyüdü, dudakları aralandı.
“Bir saniye… bir saniye ya. Sen o telefondaki Kaba Herifsin!” Sonra hemen toparladı. “Yok, Kaba demeyelim de… egoist herif diyelim! Sen o telefonu yüzüme kapatan Pisliksin!” diyerek bağırdı.
Burnunu buruşturdu. O kadar sinirlenmişti ki artık burnundan soluyordu Umay..
“Şu anda bu mu senin derdin?” diye homurdandı Efe.
Umay ellerini iki yana açtı, sesi iyice yükseldi. “Senin derdin benim buraya inmiş olmamsa, benim derdim de evet bu! Sen nasıl bir insansın ki benim yüzüme telefonu kapatabiliyorsun? Eğer o telefonu kapatmasaydın, belki de ben burada olmayacaktım!”
Efe’nin kaşları çatıldı. Gözleri karardı bir an. Umay’ın üzerine doğru hafifçe eğildi.
“Sende öyle bir delilik var ki... sen o telefonu kapatmasam da uçağa atlar, jetle inersin. Işınlanmak mümkün olsa, onu da denerdin. Hiç merak etme, buraya bir şekilde gelecektin zaten.”
Sonra bir anda üstünü silkeledi, ayağa kalkmaya yeltendi. Ama uzun boyuna rağmen sinirle boynunu bükmeyi unutup kontrolsüzce kalktığı için, panelvan aracın alçak tavan demirine çarptı. Metalin çıkardığı tok ses içeride yankılandı.
“Ah be!” diye söylenip tekrar yere oturdu.
Umay önce gözlerini büyüttü, sonra kendini tutamayıp bir kahkaha koyuverdi. Hemen ardından elini ağzına götürdü ama o minik kıkırtı ağzından taşıp odanın havasına karıştı.
Umay hâlâ kendini zor tutuyordu. “Çok pardon, gülmemeliyim,” dedi, sesi titreyerek, “ama dev bir adamı kümese kapatmışlar gibi duruyorsun... çok sinir bozucu ama çok komik.”
Efe başını geriye yaslayıp derin bir nefes aldı. “ Seni güldürebilmem ne büyük başarı,” diye mırıldandı. “Ama sen bu burnunun dikliğiyle hareket etmeye devam edersen, Sonunda bende çok güleceğim sana.” dedi.
Efe başını çevirdi ve hızla etrafı kolaçan etti. Aracın ne camı vardı ne de dışarıyı görebilecekleri bir açıklığı. Dört yanları karanlık metal duvarlarla çevriliydi. Kaçış, en azından ilk bakışta, imkânsızdı.
Ama sonra gözlerini yere çevirdi. Ahşap kaplamalara dikkatle baktı. Parmaklarıyla yere tıklatmaya başladı. Boşluk sesi arıyordu içeride bir hava boşluğu, belki gizli bir panel. Köşe taraflara yöneldi. Derken bir yerde, hafifçe esen bir hava hissetti. Parmak uçları o noktada durdu. Gözleri oraya sabitlendi.
Umay, tam anlamıyla bir ördek yavrusu gibiydi. Bir sağında, bir solunda dolaşıyor, Efe'nin ellerine, yüz ifadesine, hatta nefes alışverişine bile dikkat kesilmişti. Anlamaya çalışıyordu.
“Ne yapıyorsun ki şu an?” diye sordu merakla.
Efe cevap vermedi. Gözleri hâlâ zemindeki noktadaydı, parmaklarını hafifçe bastırarak çevresini yokluyordu.
“Yani… bunları kaldırmanın bize ne yararı olacak? Ne planlıyorsun tam olarak?”
Efe bir anda sinirle başını çevirip arkasına döndü. Gözleri buz gibiydi.
“Sen… susmayı hiç düşünüyor musun?” dedi gırtlağından gelen bastırılmış bir öfkeyle. “Yoksa böyle sonsuza kadar gevezelik mi edeceksin?”
Umay’ın sabrı da taşmıştı artık. Kollarını göğsünde kavuşturdu. Sarı saçlarını savurdu geriye, başını hafifçe yana yatırıp dik dik baktı Efe’ye.
“Konuşmasam ne olacak?” dedi çok bilmiş bir edayla. “İntihar eden sensin. Burası bir ölüm tuzağı ve sen… tek başına buraya gelmişsin. Gerçekten beni kurtarmak için mi geldin? Yalnız başına? Kapıda seni öldürmemeleri mucizeydi, hâlâ nefes alıyor olmana dua etsen iyi edersin. Bir de bana Aptal diyorsun.”
Bu sözler Efe’nin sabrının sonunu getirdi. Gözleri aniden karardı. Ayağa fırladı, bir hamlede Umay’ın kolunu kavradı ve kendine doğru çekti. Aralarındaki mesafe yok olmuştu. Burnu burnuna gelmişlerdi. Gözlerinde fırtına vardı.
“Bana bak Barbie bebek,” dedi, sesi neredeyse tıslıyordu. “Ben bir istihbarat askeriyim. Ve istihbarat askerleri… öyle kolayca kafasına sıkılan tiplerden değildir. Bu, yapamadıkları için değil. Yapmadıkları içindir.”
Nefesi Umay’ın yüzüne çarpıyordu şimdi. Tüm vücudu kasılmıştı. Sözleri, iliklere işliyordu.
“Tek bir tırnağım kalmayana kadar, tek bir saç telim bile derimde kalmayıncaya kadar… derimi yüzene kadar uğraşırlar, bendeki her bilgiyi alana kadar durmazlar. Yani beni oracıkta öldüremeyeceklerini biliyordum. Bu adamlar terörist.!” diye mırıldandı.
Bir adım geri çekildi, nefesini düzeltti ama sesi hâlâ keskin ve sertti.
“Şimdi tüm bunlar başımıza gelmeden önce buradan çıkmamız gerek. Ve en önemlisi… babana karşı bir sözüm var. Seni sağ salim teslim edeceğim. O yüzden sorun çıkarmayı kes. Ve… otur. Dedim.”
Umay, boğazında bir yumru hissetti. Gözlerinde anlık bir korku ve kırılganlık belirdi. Sertliğinin altında, karşısındaki adamın ne yaşadığını ilk kez anlamaya çalışıyordu. Başını hafifçe eğdi, sesi bu kez daha alçak ve temkinliydi.
“Tamam… öyle olsun,” dedi.
Usulca ilerleyip köşedeki su kolisinin üzerine oturdu. Kollarını bacaklarına doladı, gözlerini kaçırdı. O an, onun da içindeki çöküş sessizce başlamıştı. Hiç tanımasada Efe'nin neler yaşadığını düşünmek içini sızlatıyordu.
Efe sonunda parkeyi yerinden söktü. Panelvanın tabanındaki ahşap kaplama, çat diye yerinden ayrıldığında kısa bir süre durup etrafı dinledi. Sonra sessizce eğildi, alttaki demirlere uzandı. Birkaç noktayı elleriyle esnetti, bazılarını ise sessizce yamultmaya başladı. Gürültü çıkarmamaya özen gösteriyordu; her hareketi planlıydı, sanki bir bomba eğitiminden geçer gibi...
Umay artık merakına yenik düşmüştü. Sırtını duvara yaslamış, kaşları çatık, gözleri Efe’yi didik didik ediyordu. O esnada Efe'nin koluna ilişti bakışları. Oradaki dövme dikkatini çekmişti. Biraz yukarıda, omuz hizasında ise tanıdık bir arma vardı.
Kaşlarını kaldırdı.
“Sen... özel asker falan mısın?” diye sordu şüpheyle.
Efe başını bile kaldırmadan homurdandı. “Nereden çıkardın? Çok bilgilisin, bakıyorum da,” dedi ve Bakışlarını çevirdi, gözlerini kısmıştı.
Sonra daha iğneleyici bir ses tonuyla devam etti, “Kaç askere komuta ettin bakalım bu zamana kadar, büyük komutan?” dedi.
Umay hiçbir şey söylemedi ama dudak kenarları hafifçe kıvrıldı. Komik gelmişti. Sonra, küçümseyen bir tavırla başını çevirdi, gözlerini devirdi. Ardından mırıldandı, sesi dalga geçer gibiydi:
“Babam asker ya, geri zekalı... Küçükken onun armalarıyla oynardım. Oradan hatırlıyorum. Standart bir arma değil o. Bir timin arması değil mi?.”
Efe bir an durdu. Başını kaldırdı ve Umay’a baktı. Gözlerinin içine gülümseyerek fısıldadı:
“Evet, Babanın timi.” dedi.
Umay bir anlığına dondu. Sonra hızla ayağa kalktı, bakışlarında hem heyecan hem tereddüt vardı. Adımlarını yavaşça atarak Efe’ye yaklaştı.
“Nasıl yani? Babamla mı… bir timdeydiniz?” diye sordu, gözlerinde bir çocuğun kayıp yılları arayan masumiyetiyle.
Efe onun yüzüne baktı. Umay’ın o anki hali, Efe’nin alışkın olduğu hiçbir yüze benzemiyordu. Saf, duru, yumuşak…
“Evet. Hayalet Birliği, Baban Komutanımız” dedi Efe. “Ünlü bir istihbarat timidir. Hayalet Birliği olarak geçer. Görevimiz, ülkemizin çıkarına olacak her türlü istihbaratı özümsemek, analiz etmek ve gerekiyorsa harekete geçmektir.”
Umay’ın içi titriyordu. Birkaç saniye durduktan sonra sesi yumuşadı.
“Şey… babam şu an nasıl gözüküyor?” diye sordu. Dudakları titremeye başlamıştı.
Onun bu halini gören, Efe bakışlarını kaçırdı.
“Ben onu sadece çocukken gördüm,” dedi Umay, sesi artık kırılgandı. “O halini hatırlıyorum sadece. Şimdi nasıl? Çok yaşlandı mı? Mesela… saçları beyazladı mı? Tombul mu oldu, yoksa… kelleşti mi? Yani… merak ediyorum.”
Efe içini çekti, bu sesi tanıyordu. Savaşın ortasında duyduğu, en çok acıtan sestendi bu. Kayıp çocukların, geri dönmemiş babaların, anlatılamamış anıların sesi…
Umay yutkundu. “Yani… ben burada ölürsem… onu hiç görmemiş olacağım.” dedi.
Bu söz, Efe’nin içinde bir şeyleri parçaladı. Gözlerini hızla kaçırdı, yüzünü başka yöne çevirdi.
“Öyle bir şey olmayacak,” dedi, sesi biraz daha sertti ama duygusunu saklanamıyordu. “Git şimdi... yerine otur. Lütfen.”
Umay sessizce başını salladı. Gözleri dolmuştu ama ağlamamaya direniyordu. Boğazındaki yumruyu bastırmak için genzini temizledi. Ağlamamak için dudaklarını ısırdı ve köşedeki su kolisinin üzerine oturdu. Bu kez sessizdi. Bekliyordu.
Efe ise, parkenin altını biraz daha açtı. Gözleri sonunda bir noktada takılı kaldı. Zemine sonradan kaynaklanmış bir panel vardı. Aşağıya açılan bir kapağa bağlıydı.
İşte oradaydı. Kaçış yolunu bulmuştu!