Umay’ın bakışları, arka tarafta duran zırhlı araçtan ağır adımlarla yaklaşan siluete takıldı. Yürüyüşü tanıdı; o dik duruş, kararlı adımlar… Yıllardır görmediği babasıydı.
Eskiden uzun boylu, güçlü, kaslı; siyah saçlarının sert çizgileriyle tam bir askerdi. Şimdi ise saçlarının yer yer kırlaştığını, yüzüne yılların açtığı ince çizgilerin yerleştiğini gördü. Vücudu hâlâ diri, hâlâ disiplinli… ama yüzündeki yorgunluk ve sertlik, geçen yılların izlerini taşıyordu.
Umay, aceleyle gözyaşlarını sildi. Omuzlarını dikleştirdi ve bir adım öne çıktı. Babasının yaklaşıp sarılmasını bekledi… ama olmadı. Sadece bir adım ötesinde durdu, gözlerini onun yüzüne dikti.
O bakışta tarifi zor bir yoğunluk vardı; ama sesi… sesi buz gibiydi.
“Buraya bu şekilde gelişiniz, hem askerlerimiz hem de ülkemizin politik durumu açısından bir rehine olayına dönüşebilirdi. Attığınız adım, tüm orduyu riske soktu. Keşke önceden haber vermek nezaketinde bulunsaydınız, Umay Hanım.” dedi.
“Umay Hanım” kelimesi, Umay’ın göğsüne saplanan bir bıçak gibi oldu. Ellerinin titrediğini hissetti. Boğazındaki kelimeler düğümlendi. Onca yıl sonra duyduğu ilk sözler… ne bir “Hoş geldin”, ne de bir sarılmaydı...
Derin bir nefes aldı, sesini titrememesi için zorladı.
“Özür dilerim… böyle bir kaosa neden olacağımı bilmiyordum. Sadece bana ulaşamıyorsunuz sandım. Oysa siz ulaşmamayı seçmişsiniz. Özür dilerim.” diyerek yutkundu.
Söylediklerinin havada asılı kalmasına izin vermeden Efe’ye döndü.
“Bizi hangi araçla bırakacaksanız, ben oraya geçebilir miyim? Ayağım kötü…” dedi.
Efe, önce Albay’a baktı, sonra Umay’a. Albay’ın yüzünde en ufak bir mimik yoktu; bakışları sert, kararlıydı. Sessizce başını salladı. Bu, izin anlamına geliyordu.
Efe, arkasındaki zırhlı aracı işaret etti.
“Geçin lütfen, arkada ki araç..” dedi.
Yanlarına bir asker yönlendirildi. Simge, Theo ve Umay zırhlı araca geçerken Efe, arkasında kalan Albay’a kısa bir bakış attı. Onun neden böyle davrandığını biliyordu.
Ve tam o anda fark etti. Albay’ın, Umay’ın arkasından bakarken gözlerinde bir anlığına beliren ifadeyi.
Özlem. Korku. Ve bir babanın, dile getiremediği derin acısı...
Umay, zırhlı aracın içine adımını atar atmaz, bütün direncinin kırıldığını hissetti. Kendini tutamadı; hıçkırıklar boğazına düğümlendi, gözyaşları hızla yanaklarından süzüldü.
Simge, hiç tereddüt etmeden kollarını ona sardı.
“Geçecek arkadaşım… sadece birazcık sabret. Her şeyi halledeceğiz. Birlikteyiz.”
Theo, karşı koltukta sessizce oturuyordu. Yüzündeki düşüklük, onun da yaşananlardan etkilendiğini ele veriyordu. Babasının bu kadar sert olacağını hiç beklememişti. Konuşmak yerine, sessizce izlemeyi seçti.
Kısa süre sonra araç hafifçe sallandı ve kapı açıldı. Atmaca içeri girdi. Onların yanında yerini aldı. Görevi açıktı: Olası bir saldırı durumunda, onları korumak.
Bakışlarını Umay’a çevirdi. Gözleri ciddi ama içinde belli belirsiz bir yumuşaklık vardı. Yutkundu, sonra konuştu.
“Haddim olmadığını biliyorum… ama belki Efe size bahsetmiştir. Biz, kardeş gibi birlikte büyüdük. Baba diyebileceğimiz tek kişi Albay’dı. Onun yıllardır ne acılar çektiğini biliyoruz… ve sizi ne kadar özlediğini de.
Ama bugün buraya gelerek çok büyük bir hata yaptınız. Eğer Efe durumu erken fark etmeseydi, inisiyatif alıp tek başına hayatını riske atarak peşinizden gelmeseydi… inanın size ulaşmamız çok geç olacaktı.
Ve bu iş… sandığınızdan çok daha büyük. Arkasında ciddi olaylar var. Şu an Albay, çok zor bir durumda. Hatta görevden alınması bile söz konusu olabilir.”
Umay, başını eğdi. Gözleri yeniden doldu ama bu kez ağlayamadı. Boğazında bir ağırlık, göğsünde taş gibi bir pişmanlık vardı. Onun tek istediği, bencilce, çocukça bir şekilde babasının sevgisini hissetmekti.
Başını kaldırdı, Atmaca’ya baktı.
“Özür dilerim… Hatamı telafi edebileceğim bir şey var mı?”
Atmaca, hafifçe başını salladı.
“Bence… biraz zamana bırakmalısınız. Zaman, bazı yaraları kapatır. Ben… inanıyorum ki her şey yoluna girecek.”
Sözlerindeki ton, bir görev arkadaşının ötesindeydi; sanki Umay’a gerçekten kardeşçe bir sevgi besliyordu.
Ama Umay, babasının sert sözleri ve Atmaca’nın “görevden alınabilir” cümlesinden sonra kararını vermişti.
“Teşekkür ederim… Ben geri dönmeye karar verdim.”
Simge, şaşkınlıkla ona baktı, sonra elini tuttu; destek olduğunu belli etmek ister gibiydi.
Theo ise sessizce başını salladı. Çünkü… hayal ettiği hiçbir şey gerçekleşmemişti.
Kısa süre sonra ana karargâha dönmüşlerdi. Umay, araçtan iner inmez doğrudan revire götürüldü. Ayağında küçük bir burkulma vardı, fakat kaslarda da zedelenme tespit edilmişti. Doktor, bileğini sararak ilaçlarını yazdı ve birkaç gün ayağının üzerine kesinlikle basmaması gerektiğini özellikle vurguladı.
Umay, ilgilenen personele teşekkür edip yatağa oturdu. Tam o sırada kapı açıldı. Efe içeri girdi, sessizce kapıyı kapattı. Sırtını duvara yasladı, kollarını göğsünde kavuşturdu. Yüzündeki ifade, sessizlikten daha çok şey söylüyordu.
Umay, onun bu soğuk ve alaycı halini görünce gerildi.
“Ne oldu? Yine sıralamaya mı geldin? Aptalsın, delisin, salaksın… ya da klasik olarak ‘Baban seni hiç sevmiyor’ mu diyeceksin? Hadi söyle, ne diyeceksin?” diye bağırdı.
Efe, tek kelime etmedi.
Umay, ağlamak istemiyordu artık. Güçlü kalmaya çalışıyordu. Onun bu sessiz bakışlarına maruz kalmamak için bir güç gösterisi yapmaya kalkıştı. Kullanamadığı ayağına rağmen yerinden kalktı. Bir adım atar atmaz bileğine saplanan acı yüzünden dengesini kaybetti.
Efe, ani bir refleksle belinden kavrayıp havada yakaladı onu. Ardından koltuk altlarından tutarak adeta kolayca havaya kaldırdı.
“Bıraksana beni! Ne yapıyorsun? Oyuncak bebek miyim ben, böyle kucaklayıp bir yerlere koyuyorsun?!”
Efe, tek kelime etmeden onu gerçekten de bir oyuncak bebek gibi sedyeye bıraktı. Ardından kollarını sedyenin iki yanına dayadı, başını öne eğip göz hizasına indi.
“Bana bak, Barbie…” dedi, sesi alçak ama tok bir şekilde. “Şu an sana bu hayatta kimsenin yapmadığı bir iyilik yapacağım: Gerçekçi olacağım.
Eğer bugün buradan gidersen… baban bir daha sana asla ulaşmayabilir.
Ama eğer kalırsan… belki korkularını yenip seninle bağ kurabilir.”
Umay, şaşkınlıkla gözlerini açtı. Bu adam neden ona yardım ediyordu ki?
Yutkundu.
“Babamın… ne korkusu var ki? Ne saçmalıyorsun sen?”
Efe’nin yüzünde yine o umursamaz, hafif alaycı ifade belirdi.
“Senin gibi işsiz biri mi duruyorum ben?” diye sordu, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılarak.
Umay kaşlarını çattı.
“Ne alaka? Şimdi niye beni azarlamaya çalışıyorsun? Hani yardım edecektin?” dedi.
Efe omuz silkti, sesi alçak ama umursamaz bir tonda, “Evet… yardım edeceğim. Ama şu an edeceğimi söylemedim. İki toplantıya katılmam gerekiyor. Akşam buluşuruz. Revirdeki odana gelirim.”
Umay mırıldandı, gözlerini kaçırarak:
“Kalacağımı nereden biliyorsun ki?”
Efe bir adım geri çekildi, kapıya yöneldi. Elini kapı koluna attığında durdu, başını çevirip ona son bir kez baktı.
“Babanı tanıyorum. Ona biraz bile benzediysen… kalırsın.”
Ve odadan çıktı.
Umay, Efe'nin arkasından yumruklarını havaya savurarak ''Ukala herif ne olacak!'' diye mırıldandı. Bu adamın sanki ona karşı ayrı bir kini vardı, her laf sokuşunda her azarlayışında mutlu oluyor gibiydi pislik herif! Ama söylediği bir şey de haklıydı, Ne istiyordu Umay? Savaşmayı mı yoksa, kolayca kaçmayı mı?
Umay’ın zihni karmakarışıktı. Düşünceler birbirine giriyor, nefesi hızlanıyordu. Bir yanıyla babasına zarar vermekten korkuyordu.
Ama diğer yanı… yıllardır beklediği o kavuşma anını istiyordu. Hem de her şeyden çok.