24.10.2013 Perşembe
Hayat tesadüflerle doluydu. Daha önce de yaşandığı gibi. Bazen insanı mutlu eden bu tesadüfler bazense olmadık yanlışlara iterdi. Doğru zamanlarda olan, doğru işlere vesile olan tesadüfler vardı. Bir de yanlış zamanlarda olan ve yanlışlara, hüzünlere ya da ayrılıklara sebep olan, aslında insanın canını yakan tesadüfler vardı. Aslında kader ağlarını ince ince örmüştü ama işte biz ona tesadüf diyorduk.
Nefes yine yanlış bir tesadüfe denk gelmiş, hiç beklemediği bir anda Doruk ile karşılaşmıştı. Yanlış bir karşılaşma olmuş, ikisinin de normal zamanda yapmak istemeyeceği şeyler yapmasına sebep olmuştu. Belki de kaderin haklı gerekçeleri vardı. Şimdi bize şer olarak görünen şey, aslında hayra vesileydi. Bilemezdik değil mi? Bu hayır ne zaman gerçekleşir işte o da kaderin cilvesiydi...
Nefes, kafasında kendisi ile çelişen düşüncelerle kafeden çıkmıştı. Nereye gittiğini bilmeden bir kaç adım yürümüş ve yolun kenarındaki bir banka oturmuştu. Hiç beklemediği anda bir kavganın ortasında kalmış ve Doruk'u terslemişti. Onu neden bu kadar önemsediğini de bilmiyordu. Sonuçta bir daha karşılaşmayacaktı değil mi? Ama sonuçta hiç kimseyle kötü ayrılmak istemez, kimsede hakkı kalsız istemezdi. Uzun uzun ağlamıştı. Burnu soğuktan kızarmış, ağlamaktan gözleri şişmişti. Neden ağladığını da bilmiyordu ama ağlıyordu işte. Bazen insanlar sadece ağlamak isterdi. Bir sürü çarpma üst üste gelir ve en ufak bir dokunuşla dağılırdı.
Sonrasında onu Zeynep bulmuş ve eve getirmişti. Kimseye görünmeden odasına çıkartmıştı. Zeynep ne oldu, diye sormamamıştı. Bilirdi ki Nefes'in böyle zamanlarda sorulara değil desteğe ihtiyacı vardı. Zaten o anlatmak istediğinde anlatırdı. Nefes'in bir duş almasını sağlayan kadın, mutfaktan getirdiklerini zorla yedirmiş ve uyumasını sağlamıştı. Nefes uyurken gelen Hayat'a bildiği kadarını anlatmıştı.
"Deme ya. Çok korkmuş olmalı canım ablam. İki zibidi yüzünden ne hale gelmiş."
"Öyle valla. Biri yakışıklıydı Allah var da, diğeri tipsizin önde gideniydi." deyip yüzünü buruşturmuştu Zeynep. Arkadaşı yeterince acı çekmişti ve hala çekiryordu. Bir de bunları yaşaması canını sıkıyordu. Mutlu olmayı, gülmeyi, gülerken gözlerinin içinin gülmesini hak ediyordu. En başta çok güzel bir kalbi vardı. Mesela kötülük nedir bilmezdi. Zeynep senelerden beri tanırdı. En iyi o bilirdi arkadaşını. Hiç bir fitneliğine rastlamamıştı. Tabiri caizse karıncayı incitmekten korkardı. İyi insanlara karşı böyleydi. Kendisine kötülük yapan, canını yakan insanlara karşı en ufak bir acıma duymaz, onların canını yakmaktan çekinmezdi.
Bir ay geçmişti o malum günün üzerinden. Kasım ayı son bahar yağmurlarının yerini kış soğukları almıştı. Soğuk soğuk esen sert ayaz insanın yüzüne vuruyor, etini yarıp içine girmek istiyordu. Çoğu zaman da başarıyor, iliklerine kadar işliyordu..
Nefes ile Hayat da okuldan çıkmışlardı o gün yine ve o soğukta ince birer hırka ile eve gelmişlerdi. İliklerine kadar üşümüş olan iki kızı sıcacık kaloriferli evde akşama kadar keyif çatan ve o saatlerde kapıya açılan salonda oturan Gülseren karşılamıştı. Karşılamıştı dediysem yani karşılaşmışlardı. Yüzüne alaycı bir gülüş peydah olan yengenin içi kan ağlıyordu. Nefes yakında on sekiz yaşına girecekti ve her şeyi öğrenecekti. Belki de o zaman bütün bu refahlarını mumla arayacaklardı. Sonuçta kendileri zengin değillerdi. Mehmet ve karısı Nermin bu mal varlığını kendileri çalışarak yapmışlardı. Sonunda acı(!) bir şekilde ölmüşlerdi ama geriye o mala konacak iki velet bırakmışlardı.
"Ooo evimizin hanımları gelmiş." dedi yine alay yüklü bir sesle.
Her zamanki gibi elinde kahvesi ve tatlısıyla oturmuş evdeki görevli iki kadına emirler yağdırıyordu.
Hayat yine kaale almadı. Ama Nefes için bu kadının adını duymak bir kabir azabı gibiydi.
"Bizim bu evin hanımı olduğumuzu idrak ettin demek sonunda."
Sonuçta babasının parasıyla böyle keyif çatıyorlardı değil mi? O da bunu her türlü başa kakabilirdi.
"Bana bak orospu, sen kendi kendine hayaller kurma! Asla izin vermem senin bu evin hanımı olmana."
Oğlunun Nefes'e olan ilgisini biliyordu. Bu durumda Berat'ı değil, Nefes'i suçluyordu. O ayartıyordu, küçük bir şeytandı ve tek evladı ile evlenip bütün bu mal varlığına konacak, hanım olacaktı. Öksüz, yetim ,ona göre kendi merhametiyle, bu evde duran iki küçük besleme bu eve hanım olamazdı. Daha iyi ailelerin, daha güzel ve babası daha zengin kızları vardı. Onlar varken Nefes de kimdi ki? Asla olmazdı.
Nefes yine aynı şeyle suçlanması üzerine göz devirdi. Kendi kendine kurup kendi kendine konuşmaktan başka yaptığı bir şey yoktu. Cevap vermek boşa olacaktı, biliyordu ama susmak ona göre değildi. Hiç susmamıştı ki. Şimdi neden susup da kabullensindi?
"Yanılıyorsun! Senin aksine, benim bu eve hanım olmak gibi hiçbir niyetim yok. Tek gayem biran önce bu evden kurtulmak."
Daha fazla saçmalıklarını dinlemediler. Birlikte kaldıkları odaya doğru iletlemeye başladılar. Tabi yine yolları Berat tarafından kesilene kadar.
Elinde tespih ve üzerinde iğrenç, hiç yakışmamış bir takımla; pis pis sırıtarak, Nefes'i yiyecek gibi, edepsizce bakıyordu.
Yüzünü buruşturdu ,Nefes, istemsizce. Bir insan daha çirkin olamazdı. Zirve Berat'ındı. Bu iğrenç mahlukat ile aynı soydan mı, geliyorum yani ben(!) diye düşündü bir anlık gafletle. Sonra içi kalkmaya başlayınca düşünmeyi bıraktı. Şuan adamdan kurtulmalıydı. Bu daha önemliydi.
"Berat abi çekilir misin?"
Yüzünü değişik bir şekle soktu Berat ve Nefes'in, 'bir insan daha çirkin olamaz,' tezini çürüttü.
"Abi ne gülüm? Aşk olsun meşk olsun, darılırım."
"Allah korusun." dedi Nefes yüzünü buruşturarak. "Çekilsen de diyorum abi, hani geçsek biz." Daha bir ay önce yaptığı edepsizliği unutmamıştı. Bu yüzden ne olursa olsun artık ona abi diyordu.
"Bana neden abi diyorsun gülüm?"
"Benden 10 yaş büyüksün."
"Olsun yine de abi deme gülüm."
"Ne deyim? Abla mı, deyim?"
Adam yüzünü buruşturdu. Yenilgiyle geri çekildi ve yol verdi kızlara. Kadın yine yüz vermemişti ve bu durum canını sıkmaya başlamıştı. Mavi gözleri, dolgun dudakları, simsiyah kaşları, upuzun beline kadar siyah saçları, beyaz teni, uzun boyu ve dolgun bir hayli sexi hatlarıyla; Urfa'daki en güzel kızdı Nefes. Ve tabi ki başkalarına gitmemeliydi bu veli nimet, Berat'ın olmalıydı.
?
Barlas cephesi ise bir ayda yoğun geçmişti. Esat kaçtıktan sonra Korkmaz komutanın yanına gitmişlerdi ve adam bir güzel azar yemişti. Hak da etmişti. İkinci kez görevini başaramamıştı ve bu durum onun da çok canını sıkıyordu. Ama ne yapsındı, her şey o kızın suçuydu. Sonuçta sürekli o adamları kaçırmasına sebep oluyordu. Hatta belki de oda adamların yandaşıydı. Buna hiç inanmasada içindeki şeytan sürekli onu dürtüyordu. Şüphe çiçeğinin tohumları düşmüş fidan vermişti. Bir kere düştü mü, beyin toprağına kolay kolay solmazdı o meret.
Sonrasındaki bir ayda ise Esat'ı araştırmışlardı. Adam gizli bir mücevher kutusu gibiydi. Sönük sıradan bir insanmış gibi görünen, ama aslında örgütün önemli parçalarından biriydi. Her geçen gün bir bağlantı daha yakalamış ve sonunda ellerinde kocaman bir pislik ağacı olmuştu.
Bu bir ay içinde aynı zamanda Esat'ın evini de basmışlardı. Doruk ile Memati karışamamışlardı. Esat onları görmüştü ve araştırmaya başlamıştı. Bulamayacaktı tabi ki ama robot resim felan çizme ihtimaline karşı bir süre uzak duracaklardı. Görev sonunda Esat'ın evinden getirilen alet edevatları görünce hepsi şok olmuştu. Çünkü sıradan görünen evin içinde gizli bir oda bulunmuştu ve odada da örgüte ait bir sürü bilgi vardı. Tabi bunu yakalayan TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ üst üste baskınlarla örgüte büyük darbeler indirmişti. Yani kısaca Barlas şuan örgütün baş düşmanıydı.
Esat baskınına gidemeyen iki asker çok sıkkındı. Böyle büyük bir görevde bulunanamak, o evi gözleriyle görememek canlarını çok sıkmıştı. Çok yalvarmışlardı Korkmaz komutana ama adam Nuh demiş Peygamber dememişti. Ancak yine bir gün onları üzgün ve kendisine tavır yapar halde görünce dayanamamış ve yanına çağırmıştı.
"Ne bu haliniz?" diye sormuştu ciddi çıkartmaya çalıştığı sesiyle fakat alenen eğlenen bir ifade vardı çehresinde.
"Yok bir şey komutanım." diye cevap vermişti ona tavırlı ve soğuk bir sesle. Babası gibi görürdü korkmaz komutanı. Sever ve sayardı, asla saygı sınırlarını aşmaz, onun canını yakacak ya da kendi vicdanını sızlatacak bir şeyler yapmazdı.
"Hiç mi, bir şey yok asker?"
"Aslında var komutanım." demişti Memati hemen lafa atlayıp. Bir çocuk gibi bakıyordu. O da aynı Barlas gibiydi.
"Ne var asker?"
"Komutanım biz size kırgınız. Çok yalvardık size biz de gidelim diye, ama siz izin vermediniz."
Korkmaz komutan bu defa şefkat bürülü ama azarlayıcı bir sesle konuştu. "Evet izin vermedim asker. Çünkü sizin canınız söz konusuydu. İyi ki de göndermemişim. Evde bir sürü kamera vardı kayıt yapan ve görevli askerler hala araştırıyorlar nereye kaydettiğini. Resimlerinizin örgütün eline geçme ihtimali bile sizin canınızın yanmasına sebep demektir. Hakkınızda hiçbir şey bulamazlar belki ama sizi her gördüklerinde tanırlar. Bu yüzden hala kararımın arkasındayım. Ben sizin komutanınızım. Görevim sadece size emirler yağdırmak değil. Aynı zaman siz bana emanetsiniz. Sizi korumak zorundayım." duraksadı biraz Korkmaz komutan. Sert ve keskin bir sesle devam etti "Size rağmen."
Barlas da Memati de mahçup olmuşlardı. Komutanlarının onları korumaya çalıştığını biliyorlardı ama onlar onu sadece komutanı olarak görmüyordu ki. Aynı zamanda bir de baba olarak görüyorlardı. Çocukluklarında yaşayamadıkları baba-oğul anıları yüzünden, yüreklerindeki eksiklikler yüzünden bazen çocukluklarına dönüp beş yaşındaki bir çocuk gibi davranıyorlardı. Çocuk gibi küsüp sevgi dileniyorlardı.
Korkmaz komutan ise evlatsızlığını onlarla gideriyordu. Bağrına basıyor, bu hallerini sevgiyle kucaklıyordu. Bir baba olamamıştı belki ama onlarca asker evladı vardı.
"Gelin bakayım." dedi Korkmaz komutan ve şefkat ve sevgi yüklü bir kucak açtı. Bu halleri onun da canını sıkmıştı. Moralleri iyi olmalıydı. Allah'tan arayan iki genç kocaman beyaz dişlerini ortaya seren sırıtmalarla gidip sarılmışlardı. Çocuk gibi mutlu olmuşlardı bu küçücük sarılmaya ve aynı şekilde sevgi ile karşılık vermişlerdi.
Sonrasında sarılan bu üç adam ayrılmıştı. Korkmaz komutan onlar görmeden göz yaşlarını silmişti. Evlat hasreti depreşmişti. İnsan hiç sahip olmadığı birine nasıl hasret duyardı? Onun bu halini görmesinler diye hızlı hızlı konuşmuş, adeta sepetlemişti.
"Hadi gidin de Memati'nin yakaladığı adamın sorgusuna girin. 10 gündür konuşturamadı öbür aslanlar."
Sorguya sevine sevine gitmişlerdi. Zira göreve gitmek kadar eğlenceli bir diğer şeyse sorguydu. Onlar özel hatekattı ve sorguya girerken diğer askerler üç maymunu oynardı. Böylelikle içerdeki adam ölmediği sürece istedikleri işgenceyi yaparlardı.
İçeri girdiklerinde elleri masaya kelepçeli bir adam ve odanın köşesinde dikilen bir de asker vardı. Memati adama döndü ve "Koçum biz buradayız sen git de dinlen biraz." demişti. Asker ise az önce sert ve dik tavrını hemen silerek yumuşak bir yüzle konuşmuştu.
"Sağolun komutanım. Görev başındaki asker yorulmaz," demişti. İzlemek istiyordu. Zira onlar orduda iki kahramandı. Yüzleri bilinmese de adları çok iyi bilinirdi. Geçmişte onlarca yiğitlikleri olmuştu. Genç yaşlarına rağmen bir sürü başarıları vardı ve hayranlık uyandıracak derece kahramanlık hikayeleriydi dilden dile dolaşıyordu.
Memati gülümsedi ve bir baş selamı verdı. Sonra odadaki şerefsize döndü. Barlas çoktan adamın yanına gitmişti. O da arkadaşını takip etti ve masanın diğer ucuna geçti. Şimdi Barlas adamın karşısında, Memati ise onun solundaydı. Odadaki diğer asker her şeyi net bir şekilde büyük bir heyecanla izliyordu.
"Ben bunu iki saatir konuşturamamıştım. Bir ara gerçekten heykel sandıydım ya la. Size nasıl konuştu?" dedi sırıtarak adam, bir yandanda kelepçeli ellerini yapabildiği kadar kaldırıp diğer askeri işaret etmişti. Tam piç bir suratı vardı ve o surat insanda, dağıtma isteği uyandırıyordu. İsteğine hakim olmak istemedi Barlas ve koca yumruğunu burnuna indirdi. Adamın(!) burnu kırılmıştı. O yumrukla adam öldürmüşlüğü vardı. Bir yumrukla kurtulduğuna dua etsindi.
"O adamlarla konuşur. Senin gibi şerefsizleri duymaz."
"Sakin ol abi ya. Ben diyorum ki çay içelim." Sonra kenarda bekleyen adama döndü. "Söyleyiverde bize çay getirsinler koçum. Mümkünse demlikle 100 derece kaynamış olsun. Ben çok kaynar seviyorum."
"Su 90 derecede kaynamıyor muydu?" diye sordu Barlas arkadaşına. Anlşılan çaydanlık gelene kadar teröristi yok sayacaklardı.
"Yok lan 100 derecedir o. Düz ayak." diye büyük bir ciddiyetle cevap verdi Memati. O kadar emindi ki verdiği bilginin doğruluğundan, bir yandan da karde daha çok şey biliyor olmanın gururu ile kasılıyordu.
Barlas ciddi yüz ifadesi ile adama döndü. Kaşları çatılmış, siyahlarında öfke parıltıları dolanmaya başlamıştı. Bir vatan hainin karşısında nasıl sakin kalabilirdi? Yaklaştı. Arka cebinden kılıflı bir kasatura çıkarttı ve kılıfı yavaşça teröristin gözlerinin içine bakarak sıyırmaya başladı. Göz bebeklerinde vahşet yaşanıyordu. Bütün teröristleri vahşice öldürüyordu. Bir annenin şehit düşmüş evladı için döklen, bir genç kadının yetim kalan çocukları için dökülen, küçük bir kız ya da oğlan çocuğunun babasızlığı için dökülen göz yaşlarının hesabını soruyordu. Bir asker annesi, babası, eşi, çocuğu giden şehit için ağlamazdı. Zira o en şerefli şekilde vatanını korumuş olarak cennete, herkesin hayalini kurduğu yere giderdi. İşi bitince adamın bileğini kavradı. Masaya kelepçelenmiş bileği sıkıca tuttu ve el ayası masaya dönük, beş parmağı açık olacak şekilde yatırdı. Eli de var gücüyle sıkıyordu.
"Şimdiii." dedi sonunu uzatarak ve elindeki bıçağı hızlı hızlı parmak aralarında dolaştırmaya başladı. "Anlat bakalım bildiklerini."
Adam alaylıca gülümsedi. Kendisine bir şey yapamayacaklarından fazlasıyla emindi. Şuan Türk Devletine emanetti ve onu kimse öldüremezdi. İdam yoktu Türkiye de ve onu öldürmeleri suçtu.
"Bana zarar veremezsiniz. Bir suçum yok be-AAAAAAA" dedi kendisinden emin ama Doruk'un sol işaret parmağına hızla elindeki bıcağı indirmesi üzerine feryatları yakılanmıştı.
"Sana öyle zararlar veririz ki, emin ol kimse de karşımıza geçip neden yaptın, nasıl yaptın, diye sormaz." diye cevapladı onu Barlas. Sonra aynı oyununa kalan parmak araları ile devam etti. Teröristin kesilen parmağı masada küçük bir kan gölü olurşturmuştu, kopan parmağı ise yere düşmüştü. "Şimdii." dedi yine aynı. "Yine tekrarlıyorum." ve duraksadı. Genç adamın yüzüne çarpık bir gülüş yayıldı. "Anlat" diye emretti tok sesi. Dev gibi haliyle adamın başına dikilmiş adeta bir ölüm meleğini andırıyordu.
"Beni bunlarla mı korkutacaksınız? Hem bilmediğim şeyi nasıl anlatayım?" diye sordu terörist acı içinde kıvranırken ama canının yandığını fazla belli etmemeye çalışıyordu. Bu defa sağ baş parmağına indi keskin kasatura. Adamın ağzından daha güçlü ve keskin bir ses çıkmıştı. Tabi ki izelasyonu tam yapılmış sorgu odasından dışarı çıkmıyordu.
Doruk yüksek ve keskin bir sesle konuşmaya başladı. "Bana bak şerefsizin evladı, ben sıkılmam. Sen konuşana kadar bütün parmaklarını keserim ama sıkılmam. Parmakların bitince ne yaparım biliyor musun? O çükünü keser sana yediririm! Sonra kulaklarını keserim. Gözlerini oyarım." Ellerinin baş parmaklarını gösterdi o sırada. "Bu baş parmaklarım var ya sokarım göz pınarlarına, çıkarırım gözlerini yerinden." durdu sonra ve burnundan sert bir nefes verdi. "Sen bağırmaktan nefessiz kalırsın, ama ben sıkılmam. Hatta zevkle yaparım orospu. Şimdi anlat!"
Bir süre daha devam etmişti eziyetleri. Doruk parmaklarının hepsini geçekten kopartmıştı ve sonra cinsel organını da yedirmişti. Hatta arada Memati getirilen 100 derece kaynatılmış su dolu çayı ama içirmişti. Yanlarında dikilen askerse hayranlık ve sevgi fışkıran gözlerle onları izlemişti. Adam konuşmasına rağmen işgence devam etmişti. Memati ve Doruk, Esat baskınına gidememenin hıncını bu adamdan çıkartmışlardı. Sonuçta adam yakalandığında bu haldeydi değil mi?
Sonrasında Esat ile uğraşmaya devam edilmiş ve baya istihbarata ulaşılmıştı.
***
28.11.2013 Perşembe
Nefes o gün yine okuldan çıkmıştı ve eve doğru gidiyordu. Yoğun bir gün geçirmişti. Bu yıl üniversite sınavı olması sebebiyle daha bir çok çalışması gerekiyordu. Çalışkan bir öğrenciydi. Okul birincisiydi dört yıldır ve hiçbir şekilde kaptımıyordu elinden. İkinci de Zeynep'ti ama aralarında epey bir puan farkı vardı. Nefes doğuştan keskin zekalı, her şeyi bir defada anlayan ve kayıt cihazı gibi zihnine kazıyan biriydi. Zeynep'in ise başarılı olabilmek için çalışması gerekiyordu. Boşladığı ilk anda çuvallıyordu ve bu onun canını çok sıkıyordu. Nefes'i kıskandığı tek konu buydu. Zira Nefes'in zekası onunkinin kat be kat üstündeydi.
Yine okuldan çıkmış ve Zeynep ile birlikte yürüyorlardı. Nefes Hayat'ı okuldan alacak, Zeynep de evleri okul yolu üzerinde olduğu için evine gideceki. Bir yandan da laflıyorlardı.
"Kızım bıktım şu hocalardan yaa. Vallaha zengin bir koca bulsam hemen bırakacağım okulu. Ama nerede bende öyle bir şans." Yolun ortasında durup yüzünü arkadaşına çevirdi ve ters ters bakmaya başladı, Nefes. Yüzünü buruşturdu.
"Zeynep delirtme beni." diye şarladı hemen arkadaşına. "Okulu bırakacakmış. Koca parası yiyecek kadar sığ mısın, kızım sen? Okulu niye okuyoruz biz? Kendi ayaklarımızın üzerinde duralım diye." Arkadaşını azarladıktan sonra önüne dönmüştü. Kendi kendine konuşur gibi devam etti. "Peh! Okulu bırakacakmış. Bok bırakırsın okulu."
"Tamam kızım yaa. Okulu bırakmam ama zengin bir koca bulsam fena olmaz mı? Çalışmayı ihtiyaçtan değil de isteğimle yapsam. Çalıştığım para cebime kalsa da şimdi yapamadıklarımın acısını çıkartsam. Valla bence güzel olur."
"Ben senin gibi düşünmüyorum Zeynep. Kocam zengin bile olsa ben çalışır eve katkı sağlarım. Kimsede hakkım kalmasın."
Eli ekmek tuttuğu sürece çalışıp kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan yanaydı. Şimdi amcası yüzünden çalışamıyordu belki ama üniversiteye başladığı ilk gün çalışmaya başlayacak ve amcasından artık tek kuruş almayacaktı. Amcasına muhtaç olmak canını yakıyordu. Ondan para almak, ondan para istemek hayatta en istmeyeceği şeydi ama mecburdu. İhtiyaçları vardı ve karşılanmak zorundaydı.
Bir süre sonra Zeynep evine girmişti ve Nefes'te Hayat'ın okuluna doğru ilerliyordu. Eve çok uzak değildi Hayat'ın okulu. On beş dakika da ulaşıyorlardı. Nefes'inki uzaktı ve en az 45 dakika yürüyordu. Neden sonra arkasından gelen adım sesleri dikkatini çekmeye başladı. Biraz daha yüzüdü ve adım sesleri kesilmeyince arkasını dönüp baktı. Kimse yoktu. "Allah Allah!" dedi ve başını iki yana sallayıp devam etti. Adım sesleri tekrar duyuluyordu ve bu durum Nefes'in canını sıkmaya başlamıştı. Belki aynı yola gittiğimiz biridir diye düşünmek istedi. Emin olmalıydı. Hemen bir plan kurdu kafasında ve uygulamaya geçti. Beş adımda iki üç saniye durarak yürümeye başladı. Arkasındaki ayak sesleri de kendisi gibi yürüyünce üçüncü adımda aniden durarak arkasını döndü. Berat'la çarpıştı. Geri gitti hemen iki üç adım ve öfke saçan bakışlarını da çevirmeyi ihmal etmedi.
"Ne yapıyorsun sen ya?!" diye çemkirdi hemen. Sağ eli, el ayası göğe bakar şekilde kalkmıştı. Öfkeli nefesler alıp veriyordu ve gözlerinden fırlayan uçları yakılmış öfke okları BErat'ın gözlerini oyuyordu.
"Seni kolluyorum." dedi Berat sanki gayet sıradan bir şey yaparmış gibi tek düze bir sesle.
"Sebep?" diye sordu hemen Nefes. Bu durum canını sıkmıştı. O kimdi ki böyle bir hakkı kendisinde buluyordu. Nefes pek tabi kendisini koruyabilirdi. Üstelik o kendisini koruması gerektiği ilk kişiydi.
"Okulda sarkıntılık eden neyin olur. Giyinmişsin açık saçık. Erkek milleti kızım. Göz koyar möz koyar mazallah. Kıstırır kıyıda köşede. Sahipsiz sanmasınlar. Dağ gibi ben varım arkanda."
Kaşları şaşkınlıkla havalandı. Eğilip kıyafetlerine bakmadı. Açık bir yeri yoktu. Ne saçmalıyordu? Siyah bir keten pantolon, kolları bilekte boğumlu bir örgü kazak ve bir deri mont giymişti. Saçları arkasında balık sırtı örülüydü. Gür ve uzun saçları kuyruk sokumuna kadar uzanıyordu. Bir de ayağında askeri botları vardı. Havadaki eli çoktan inmiş ve deri ceketinin ceplerine girmişti. Bir ayak ucu da yere ritim tutturmuş, vuruyordu.
"Sana bu hakkı kim verdi." dedi sakin bir sesle ama uyarıcı bir sesle tıslayarak devam etti. "Herkesi kendin gibi sanma. Bazı erkekler senin aksine kadınların haklarına saygı duyuyor ve önündeki aletin varlığını, her şeyi hak görmeye bahane etmiyorlar." Sağ eli çıktı cebinden ve işaret parmağı Berat'a yöneldi. Sonra tane tane konuştu. "Bana bak. bir daha. sakın. etrafımda dolanma. Yemin ederim seni polise şikayet ederim!"
Son sözleriyle Berat'ın kaşları çatıldı. Kendisini koruyup kolladığına teşekkür etmek bir yana aksine azarlıyordu. Nankördü. Arkasında kendisi gibi güçlü bir adamın varlığı onu gururlandırmalıydı. Berat'a minnet duymalıydı. Ama o ne yapıyordu? Kendisini polise şikayet etmekle tehtid ediyordu.
"Bana bak kızım!" dedi öfkeli bir sesle. "Çarparım suratına asabımı bozma benim."
Nefes'in dudağının kenarı alayla kıvrıldı. Ne yani bu adam korkacağını mı sanıyordu? Bir zahmet hayal kursundu. Çünkü Nefes o tokadın asla altında kalmazdı.
"Yapsana." Sesi alay yüklüydü. Belki farkında değildi ama çok sexsiydi. "Yapmadığın bir o kaldı. Onu day yap da emin olayım adam olmadığına."
Berat'ın eli duyduklarının ardına hızla havalandı. Bu kız böylesi cesareti nereden buluyordu? Hiç mi, korkmuyordu? Bir de hala dik dik gözlerine bakıyordu. Eline olabildiğince yüklendi. Canını çok fazla yaklamalı ve bu sexi şeytana bir ders vermeliydi. Kesinlikle kendisini kışkırtmak için yapıyordu. Belki de bir an önce harekete geçmesini istiyordu. Anlaşılan en kısa zamanda işe koyulmalıydı. Sonra hareketlendi eli ama vuramadı.
Nefes de aynı şekilde gelecek tokadı bekliyordu. Gözünü Berat'ın gözlerinden ayırmadan korkusuzca bakıyordu. Onun gözünü dövmekle korkutamazdı. Bedensel acılar geçerdi. O suçsuzdu ve başı her daim dik olurdu. Bekledi kocaman elin suratında patlamasını ama inmedi. Berat bakışlarını hırsla eline taraf döndürdü. Ardından Nefes de o tarafa çevirdi. Hiç beklemediği, belki de artık hiç karşılaşmam dediği adam karşısında duruyordu. Yüzüne inecek elin bileğini tutmuş ve öldürücü bakışlarını adam sıfatındakine çevirmişti. Nefes'in yüzünde keyifli bir gülümseme belirdi. Adamın kendisini korması hoşuna gitmişti. Belki de özlemişti ve onu görmek mutlu etmişti...