İnanılmayan gerçek

1756 Words
Ne kadar yürüdüm bilmiyorum, kolumdan tutulup çekilmemle, geriye döndürüldüm. Kolumu tutan elin sahibine baktığımda, Hülagü’ydü. Oldukça sinirli görünüyordu ama gözlerime baktığında, yüzündeki sinirin yerini şaşkınlık aldı. Ağladığım için şaşkındı. Başımı yere eğerken, kolumu da elinden kurtardım. Şaşkın olduğu için sanırım, hemen çekebilmiştim, kolumu. Ellerimle hızlıca yanaklarımı silip, yeniden yürümeye başladım. Ama fazla ilerleyemeden yine kolumdan tutuldum. Artık bende sinirleniyordum. Gözlerimi gökyüzüne doğru bakarak kapatıp açtım. Başımı eski siniri yerine gelmiş adama çevirdim. “Tutup durma kolumu. Gideceğim bırak!” Biraz daha sıktı, bırakmak yerine ve üzerime doğru bir adım attı. “Ne oldu, neden ağlıyorsun? Yoksa oyuncağının elinden alınacak olmasına mı üzüldün?” O kadar iğrenç bir şeyle ima ediyordu ki beni, içimden bir kırgınlık geçti. “Seni hiç bir zaman öyle biri görmedim.” Etrafına baktı. Siniri de giderek büyüyordu. “Neden beni bıraktın o zaman? Saçma sapan bir bahaneyle.” Kolumdaki elinin üzerine elimi koydum ve elini çekmesini belirten bir hareket yaptım. Çekmedi. Öylece gözlerime bakmaya devam ediyordu. Nefes alıp verdim. “Bak Hülagü, ben senden ayrıldığım zaman, yirmi yaşındaydım. Toydum ve manipüle edilmeye çok da müsaittim. Sana aşık değildim, aşık olduğumu söyleyemem ama sevmiyorda değildim. Birinin gelip, tek yapması gereken şey, beni birazcık manipüle etmesiydi ve etti de.” Kaşlarını çattı söylediklerime. “Kim manipüle etti seni? Ayrıca bu da senin hatan değil mi, bir yerde?” Doğruydu, tam da bu konudan bahsettiğim zaman, duyacağımı tahmin ettiğim soruları soruyordu. “Bende manipüle edilmeye müsaittim. Çabuk inandım söylenenlere ve işte sonumuz bu.” “Kimin olduğunu söylemedin!” “Önemli mi? Herhangi bir işte.” “Önemli tabi. Ya benim, ya senin peşindeymiş her kimse. Evlendiğin herif miydi?” Bunu ben salak gibi dört yıl sonra değilde, anında anlamasını tebrik ettim içimden, gerçekten. Sadece hayır anlamında başımı sallayıp, kolumu kurtarmaya çalıştım ama halen sıkıca tutuyordu. Cevabını almadan bırakmayacak gibiydi. Yine şansımı denedim. “Bırak be adam kolumu. Hayatından çıkıp gitmeye çalışıyorum işte.” Kaldırımın ortasında durduğumuzu hatırlayıp beni kendiyle beraber bir binanın yan tarafına doğru sürükledi. Bırakmayacaktı. Kuytu bir yere gelince bıraktı kolumu. Cevap bekleyen bir ifadeyle, bakmaya başladı. Yutkundum ve gözlerinin içine baktım. “Canan’dı. Üniversite için geçici bir süreliğine bizde kaldığı zamanlar neredeyse her gün bu konulardan bahsederdi. Seninle yapamayacağımı, mesleğinin zor olduğunu, her an ölüm haberin gelecekmiş gibi yaşamamın zor olacağını, belli bir yerimizin olmayacağını, sürekli oradan odaya savrulacağımızı söyledi. Beni değil sadece mesleğini seveceğini, evlenmiş olmak için benimle evleneceğini de söyledi. Sırf bekar kalmamak için. Başta pek dikkate almadım ama düşünmeye başladıkça yavaş yavaş haklı olduğu noktalar gözüme batmaya başladı. Bende o zamanlar doğru yaptığımı düşünerek senden ayrıldım.” Gözlerini kısarak bakındı bir süre gözlerime. Sonra da sanki komik bir şey söylemişim gibi güldü. “Buna inanmamı bekleme. Daha inandırıcı birini bulamadın mı, seni manipüle ettiğini söyleyecek? Canan bana ve mesleğime çok saygılı biri. Her gördüğüm yerde ‘en iyi asker gelmiş’ diyor. Böyle biri o dediklerini sana söylemez!” İnanmayacağını tahmin etmiştim. O yüzden herhangi bir hayal kırıklığı yaşamadım. “Neye inanmak istersen ona inan, Hülagü. Doğruları söyledim ben.” Burada daha fazla durmanın bir anlamı yoktu. Yola doğru yürümeye başladım. “Nereye gidiyorsun?” Başımı yan tarafa çevirdim ama ona bakmadım. “Hayatından çıkıyorum. Canan ile sana mutluluklar.” Yürüyeceğim sırada yeniden tutuldu kolum. Ehh yeter ama ne böyle durmadan tutuluyorum. Elimi sertçe çektim bu sefer bıraktı. “Bilmiyorsun buraları, karargaha dönelim önce. Sonra ne yaparsan yaparsın!” Yavaştan yürümeye başlarken, konuştum. “Öğrenirim bende. Sen git başımın çaresine bakarım.” Yürümeye devam ettim, arkamdan sadece ‘ne yaparsan yap’ dediğini duydum. Nereye gittiğimi bilmeden gidiyordum. Canan beni manipüle ettiği gibi onu da etmişti anlaşılan. Vazgeçmiştim artık. Umrumda bile değillerdi. Biraz kafamı dinleyip İstanbul’a dönecektim. Planladığım gibi. Derin bir nefes alıp, durdum. Etrafıma şöyle bir bakındım. Çarşıdan epey bir uzaklaşmış olmalıydım çünkü tek tük evler vardı etrafımda. Kafama elimin tersiyle bir tane geçirip, geri döndüm. Salak salak iş yapmakta da üstüme yoktu. Bilmediğim etmediğim bir yerde, yine bilmediğim etmediğim bir yere gelmiştim. Geldiğim yerden geriye doğru yürürken şanssız günümde olduğumu belli edecek bir şey oldu. Sandaletimin ipi koptu. Ayağımdan çıkarıp elime aldım ama öyle ipi olmadan giyilebilecek bir şey değildi. Az ilerideki çöp konteynırının yanına gidip çöpe attım. Bir ayağım ayakkabılı bir ayağım çıplak öylece yürümeye başladım. En kısa sürede çarşıya gidip ayakkabı almalıydım. Yürüdüm yürüdüm ama bir türlü çarşıya varamadım. Ben bu kadar uzaklaşmış mıydım ya? Ayağımın altı da acımaya başlamıştı. Bir ara sokağa girdim. Kan ter içinde de kalmıştım. Yürümeye devam ederken arkamdan bana seslenildiğini duydum. Başımı çevirip baktığımda çapkın üsteğmendi. Koşarak yanıma geldi. “Melisa, ne işin var senin bu taraflarda? Çarşıya gitmeyecek miydin sen?” Elimden geldiği kadarıyla gülümsemeye çalıştım. “Kayboldum.” Verdiğim cevaba gülerken, başını eğdi. “Ayakkabına ne oldu?” Omzumu silktim. “Koptu, bende çöpe attım.” Yere eğilip ayağımı kaldırmamı sağladı. Birden öyle yapınca tutunacak bir yer arayıp bulamayınca ona tutundum. Böyle de çok farklı bir görüntü oluyordu. Etrafa bakındım kimse yoktu. “Ayakların berelenmiş hep. Araba az ileride oraya kadar yürüyebilir misin?” Yerde diz çökmüş bir haldeyken, başını kaldırıp sormuştu. Başımı sallamakla yetindim. “Ayakların acıyorsa söyle, kucağıma alayım seni.” Yerden kalkarken samimi bir ifadeyle söylemişti. “Yok teşekkür ederim. En iyisi yürümek.” Anlayışla başını salladı. Onun yönlendirmesiyle, ilerlemeye başladık. Az ilerideki, askeri arabayı görünce derin bir nefes aldım. Biraz da hızlandım. “Ayyy, Allah kahretsin.” Aniden söylenerek durmak zorunda kaldım. Ayağıma bir şey batmıştı. Yani o kadar yol yürüdüm tam rahatlığa kavuşacağım, ayağımı sakatladım. Ayağımı kaldırıp baktım. Neyse ki çok büyük olmayan bir cam parçasıydı. Üsteğmen de hemen eğildi ayağıma doğru. “Neyse ki büyük değil o kadar. Arabada pansuman eşyaları var, yaparız.” Başımı salladım. Ayağımı bırakıp, parmak ucunda yürüdüm. Arabanın yanına geldiğimiz zaman ön kapıyı açtı. Geçip oturdum yavaşça. Arabanın arkasına geçip, bir şeyler karıştırdı. Sonra da bagajı kapatıp, bir kutuyla yanıma geldi. Yere diz çökerken, elleriyle de ayak bileklerimden tutup, kendine doğru çevirdi beni. Kutuyu açıp içinden pamuk sargı bezi bandaj ve ne olduğunu göremediğim iki şişe çıkardı. Ayağımı yavaşça kaldırıp, baktı. Şişelerden birini açıp, üzerine doğru getirdi. “Bu biraz canını yakabilir ama camı çıkarmamız için gerekli.” Başımı salladım. Aslında ne gerek vardı yani, tut çek ne olacak? Ani gelen yanma hissiyle küçük bir çığlık attım. “Ay bu ne be?” Tepkimle ayağıma üflemeye başladı. Biraz olsun iyi gelmişti. Küçük bir cımbızla çıkardı, camı. Diğer şişeden de biraz döktü, yaranın üzerine. Bu da yakmıştı ama ilki kadar değildi. Yaranın üzerini hafifçe kurulayıp, küçük bir krem aldı ve nazikçe sürdü. Dikkatle izliyordum bende. Ne zaman lazım olacağı belli olmazdı. Eline aldığı sargı bezini üç kere dolandırdı ve bantla yapıştırdı. “Bitti. Yeni gibi oldu.” Dediğini algılamam biraz geç olsa da, algıladığım an gülmeye başladım. O da benimle güldü. Malzemeleri toparlayıp, yola çıktığımız zaman, saat öğleden sonra dört civarıydı. Yani ben bir saat falan yürümüştüm Hülagü’den ayrılınca. Hemen hemen bir saat te yalın ayak geri yürümüştüm. Zaman su gibiydi valla çabucak geçiyordu. Neyse ki bu sefer arabada olduğum için, hızlıca vardık çarşıya. Ben demeden bir ayakkabı dükkanının önünde durdu. O arabadan inerken bende kapımı açıp indim. Dükkanın içine beraber girdik. Ayakkabılara bakınmaya başlarken, elinde güzel bir babet ayakkabıyla geldi. Yeşil renkli, üzerinde renkli taşlar olan güze bir babetti. “Bu bence sana çok yakışır.” Yere diz çöküp, sargılı ayağımı eline aldı ve ayakkabıyı giydirdi. Bu adam da ne çok diz çökmüştü bugün benim için. Ayağıma baktığımda yakışmıştı gerçekten. Başımı salladım. “Güzel oldu. Alayım ben bunu.” Yüzüne bir sevinç yerleşirken, diğer ayağıma yönelip, sandaleti çıkardı. Ayakkabının diğer tekini de giydirdi. “Teşekkür ederim.” Yerden doğrulurken gülümsüyordu. “Hiç önemli değil.” Başımı olumsuz anlamda salladım. “Bana pansuman yaptın, buraya kadar getirdin ve dahası benim için çok güzel bir ayakkabı seçtin. Yaptıklarının karşılığını vermem gerek.” Dediklerimden sonra biraz düşündü. “O zaman bana bir akşam yemeği sözü ver. Seni yemeğe çıkarmak istiyorum.” Masumane bir istekti. “Tamam olur. İstersen birazdan yiyelim.” Olumsuzca başını salladı. “Daha sağlam olduğun bir gün olmasını isterim.” Kaşıyla ayağımı gösterince gülmeye başladık. “Tamam nasıl istersen öyle olsun ama ben çok acıktım bu arada.” Kasaya doğru ilerlerken peşimden geliyordu. “Buradan çıkınca, her zaman gittiğim çok güzel bir lokanta var, oraya gidelim. Yemekleri çok güzeldir gerçekten.” Kasaya parayı verip, ödeme işlemini hallettim. “O zaman gidelim üsteğmenim. Valla kurt gibi açım, şimdi ayakkabıları kemirmeye başlayacağım.” Gülüşerek, çıkıp yeniden arabaya bindik. Fazla değil, beş dakika sonra, arabanın içindeyken bile burnuma nefis kokuların dolduğu bir lokantanın önüne geldik. Aldığım bu güzel kokuyla karnım guruldadı. Utangaçça bakındım. “Çok acıktığımı söylemiştim.” Gülerek arabadan indi, bende indim. “Hemen doyuralım o zaman karnını yoksa içindeki kurt dışarı çıkarsa, her şeyi yer bitirir.” Kahkaha attım dediklerine. Gerçekten eğlenceli bir adamdı. Lokantanın içine girdiğimizde kasada duran adam hemen baş selamı verdi. Üsteğmende selamı alırken beni lokantanın orta kısımlarına ilerletip bir masaya oturttu. Kendisi de karşıma geçip oturdu. “İstersen ben seçeyim yemekleri. Her zaman geldiğim için en güzellerini biliyorum.” Başımı salladım. “Size bırakıyorum üsteğmenim.” Gelen garsona iki yemek söyledi; param kebabı ve doleme diye bir şey. Anlamadım pek. “Adımı hatırlamadığın için sürekli üsteğmen diyorsun, değil mi?” Aniden dediklerine karşılık başımı eğdim. “İsim hafızam pek yok. Kusura bakma lütfen.” Masadaki sürahiden bir bardak su doldurup önüme doğru ittirdi. “Önemli değil. Murat adım.” Su bardağını elime alıp, bir yudum içtim. Kendisine de bir bardak su doldurup, sürahiyi bıraktı. “Unutmam artık merak etme.” Başını salladı ve bardağındaki suyu içti. “Senin bir derdin var gibi sanki.” Yıkılmışlığım o kadar belli mi oluyordu ya? Lokantanın içini taradım gözlerimle. “Aslında yok da var gibi, bende bilmiyorum ki.” Beni izlemeye başladı. “Anlatmak istersen eğer dinlerim. Sır çıkmaz benden.” Yani anlatmak istedim o an. Başka biriyle dertleşmek iyi gelirdi belki. “Biz Hülagü ile eski nişanlıyız.” Bana bakmaya devam etti. Sonra gözleri büyüdü. Şaşkınlıkla. “Sen ciddi misin?” Başımı sallayıp, yemekler gelene kadar olanı biteni üstün körü anlattım. Garson yemekleri bırakıp, giderken bana bakıyordu. “Vay be, Karabayır’ın böyle bir hikayesi olduğunu bilmiyordum.” “Hep soyadıyla mı sesleniyorsunuz ona? İlk geldiğim zamanda duymuştum sanki başka askerlerden.” “İsmini söylemesi biraz zor. Biz de soyadını söylüyoruz. Genelde soyadı ile hitap edilir askeriyede zaten.” Başımı salladım. Bunu da yeni öğrenmiştim. Evet değişik bir ismi vardı ama ona yakışıyordu. Sonrasında sessizce yemeğimiz yemeye başladık. Yemeğimizi bitirip, ikram edilen çayımızı içerken dışarı baktım. Hava karamıştı. Hülagü ile başladığım yolculuğa, Murat ile devam etmiştim. Hayat gerçekten çok garipti. Kasaya ödemeyi yapıp, lokantadan karargaha gitmek için ayrıldık. Bizi neyin beklediğini bilmeden. Ya da nasıl bir olayın içine düşeceğimizi bilemeden.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD