Meryem gittikten sonra konakta bir süre sessizlik hâkim oldu. Sanki o kıza hiç sahip olmamış gibi davranan bu insanlar, şimdi ne yapacaklarını bilemeden birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Avlunun taşlarına sinmiş bir utanç vardı ama kimsenin dili, bu utancı dile dökecek kadar cesur değildi. Herkes susuyor, ama o suskunluğun içinden yakan bir şey geçiyordu.
Rojda hanım içeri girmiş, bir köşeye çökmüş, gözlerini yere dikmişti. Az önce elini tuttuğu Yasmin’in yerine şimdi kendi kızının yokluğu ağır geliyordu ama gururuyla susuyordu. Kendi kızını korumak yerine gelinini korumayı seçmişti çünkü ona göre başka seçenek yoktu
Hamza ağa avlunun ortasında ayakta duruyor, sanki hâlâ Meryem’in gözlerinin içine bakıyormuş gibi başını öne eğmişti. Mehmet Ağa ise sedirine oturmuş, bastonunu dizine vuruyor, yüzünde ne öfke ne üzüntü okunuyordu—yalnızca yorgunluk, yaşın verdiği küskün bir bıkkınlık.
Azad, dedesinin karşısında dikildi. İlk kez bir şeyler söylemek ister gibiydi ama yutkundu.
“Dede,” dedi kısık sesle, “belki de yanlış yaptık.”
Mehmet Ağa başını çevirmedi bile. “Senin yüzünden oldu bütün bunlar. Bacını feda ettik, hâlâ konuşuyorsun.”
Azad yumruklarını sıktı. “Ben kaçırdım evet. Ama o benim bacımdı ben istermiydum böyle olsun"
Rojda hanım başını kaldırdı. Gözlerinde kızgınlık yoktu, sadece bir yorgunluk, bir de yenilgi.
“Söyle Azad,” dedi. “Ben onu sevdim mi sanıyorsun? Elbette sevdim. Ama kimi zaman insan sevgisini gösteremeden geçer bu hayattan. Kızımı elimle verdim... Yasmin ağlıyordu, susturamıyordum… Ama Meryem... Meryem sessizdi.”
Hamza ağa nihayet ağzını açtı.
“Sessizdi, evet. Hep sessizdi. Çünkü biz onun sesini hiç duymadık. Hep oğlumuzu koruduk. Onu gölgenin arkasında bıraktık. Belki de hiç anlamadık. Bugün o konuştu, öyle bir konuştu ki içimden bir şey koptu. O benim kızım olduğunu söyledi ama artık olmadığını da.”
Mehmet Ağa öfkeyle bastonunu yere vurdu. “Töre dediğimizi yaptık! Ne istiyorsunuz daha! O kız da, Yasmin de aynı kefeye konulacaktı. Ama Sarvan bizden kan istedi. Berdel istemedi ama ancak kabul ettirdik bacısı için yaptı.En az zararla bu iş çözüldü.”
Rojda hanım hafifçe hıçkırdı. “Zararsız mı? Bir anneyim ben. Canımın yarısı gitti. Gözümün önünden elleri titreyerek gidişi gitmiyor. Bana bir kere bile sarılmadı. Çünkü benden bir merhamet görmedi.” pişmandı Rojda hanım kızına zamanında sevgisini göstermemişti şimdi ise pişmanlık ateşinde yanıp kavruluyordu.
Azad geri çekildi, duvarın kenarına yaslandı. Gözleri doluydu.
“Bana söylediği sözler aklımdan çıkmıyor haklıydı mutlu olmayacağım ömür billah pişmanlıktan yanıp kavrulacagim"
Konak sessizliğe yeniden gömüldü.
Dışarıda rüzgâr hafifçe eserken, avlunun taşlarına Meryem’in sözleri sinmişti.
“Sizin için artık yokum,” demişti.
Ve gerçekten de artık yoktu.
Onların sessizliğinde sadece bir kızın kaybı değil, bir ailenin vicdanı yankılanıyordu.
O sessizlik, hiçbir zaman tamamen dağılmayacaktı.
Çünkü o evde artık eksik olan sadece bir kız değil, insanlık denen bir şeydi.
Yasmin bir köşede durmuş, gözleri donuk, nefesi düzensiz şekilde olanları izliyordu. İçinde çığlık çığlığa bir pişmanlık vardı ama artık geri dönüşü yoktu. Sarvan’ın az önce “Benim artık bir kız kardeşim yok” derkenki sesi kulaklarında çınlıyordu. Abisi onu affetmeyecekti, bunu biliyordu. O bakışta sadece öfke değil, hayal kırıklığı da vardı. Sarvan için Yasmin artık yalnızca bir utançtı. Bir leke. Ve o, kardeşinin gözünde ölmüştü.
Yasmin başını yere eğdi. Elleri titriyordu. Karnına istemsizce dokundu. Henüz belli olmuyordu ama içinde bir can vardı. O yüzden kaçmıştı. O yüzden mecbur kalmıştı. Eğer konakta kalsaydı… Bu sır saklanamayacaktı. Sarvan öğrenecekti. Sonra dedesi… sonra herkes. Aile onuru, töre, soy şerefi… Tüm o büyük sözler, onun karnındaki küçücük sırla yerle bir olacaktı.
Gözünden bir damla yaş süzüldü. “Ben de sevdim,” dedi içinden, “ama benim sevgim suç sayıldı bu topraklarda.” Sevdiği adam, ailesinden olmayan, adı töreye karışmamış bir yabancıydı. Kalbi ona ait olmuştu ama bedeni bu toprakların kanununa bağlıydı. Kaçmasaydı, ya öldürülürdü… ya da çocuk doğmadan canından olurdu.
Yasmin başını kaldırdı, avlunun taşlarına baktı. Meryem’in gittiği yöne çevirdi gözlerini. İçinde karmaşık bir duygu vardı: suçluluk, utanç, ama bir yandan da minnet.
Meryem onun yerine gitmişti.
Onun günahının bedelini başkası ödemişti.
Yasmin o an ne kadar çaresiz olduğunu hissetti. Ne kadar küçük, ne kadar yalnız…
Meryem’in ayakta durup “Ben artık sizin kızınız değilim” deyişini hatırladı. Güçlüydü Meryem. Gözleri doldu.
“Ben olsaydım söyleyemezdim,” diye düşündü.
Çünkü Yasmin sustuğu için kurtulmuştu.
Meryem ise susturulamadığı için kurban edilmişti.
Azadın Dedesi sandalyesinde sessizce oturuyordu, annesi hâlâ göz temasından kaçıyor, Hamza ağa başını önüne eğmişti. Herkes susuyordu.
Azadın ailesi bilmiyordu henüz Yasminin durumunu saklıyorlardı. en azından nikahları kıyılana kadar söylemeyeceklerdi.Azad avlunun ortasında ayakta duruyordu. Gözleri dedesine, babasına, annesine tek tek kaydı ama hiçbirinde bir huzur emaresi yoktu. Herkes susuyordu, çünkü herkesin omuzlarına çöken o büyük kararın ağırlığıyla konuşacak hâli kalmamıştı. Meryem gitmişti. Evden değil, kalpten silinmişti sanki. Ama Azad, kendi içinde asla silemeyecekti onu. Bacısıydı… Kendi canından bir parçaydı. Ve şimdi, onu kendi hatası uğruna verdikleri adam, Sarvan, daha nikah bile olmadan “geri dönüp bakmam” demişti.
Azad içini çekti, göz ucuyla Yasmin’i süzdü. Hâlâ bir köşede, taşlara kapanmış haldeydi ama ağlamıyordu artık. Gözlerinde derin bir suskunluk, yüzünde ise anlaşılmaz bir korku vardı. Azad onun bu haline anlam veremese de üstüne gitmedi. Zaten evde herkes birbirinden bir şey saklıyor gibiydi.
Mehmet Ağa sandalyesinde sabit oturuyordu. Bastonunu yere hafifçe vurdu, sonra başını kaldırmadan konuştu.
“Yarın sabah nikah için hazırlık yapılacak. Gidip imamı çağırın. O iş bir an önce bitsin de defter kapansın.”
Hepsi kabul etti bu durumu. Susarak, baş eğerek, bir şey demeyerek. Zaten Meryem onlar için en başından beri bir yüktü. Sessizdi, uyum sağlamazdı, sorgulardı… Gözüne baktığında içinde biriken fırtınaları görürdün ama kimse o fırtınayı durdurmaya çalışmazdı. Şimdi gitmişti işte. Ve herkes derin bir nefes almış gibiydi, ama o nefes vicdanın susturulmuş yankısıydı yalnızca.
Pişman gibi duruyorlardı, ama hepsi yalnızca kendi içini rahatlatmak istiyordu.
“Zaten Sarvan kötü biri değil,” dedi Rojda, sanki kendini ikna ediyormuş gibi.
“Belki iyi bakar kıza…”
Oysa daha dün “onu alır, töresine göre yaşatırım” diyen adamın gözlerinde merhametin zerresi yoktu.
Ama Rojda kendi yalanına tutunuyordu. Çünkü başka bir açıklama, kendini bir anne olarak inkâr etmek olurdu.
Hamza Ağa derin bir iç çekti.
“Elimizden gelen buydu. Başka ne yapabilirdik ki?”
Bu cümleyi kaç defa kendi kendine mırıldandığı artık bilinmezdi.
Oysa ne yapılabileceğini çok iyi biliyordu: Bir kez olsun “Benim kızım” deyip arkasında dursaydı her şey değişirdi.
Ama yapmadı.
Şimdi ise yaptığı sadece kendi korkaklığını "zorunluluk" diye yutturmak oldu.
Azad hâlâ sessizdi. Duvarın kenarına yaslanmış, elleri cebinde, başı eğikti.
Bacısı gitmişti.
Suçunu başkası taşıyordu.
Ve o bunu kabullenmişti.
Yasmin hâlâ bir köşede sessizdi. Karnındaki sırla beraber sustu.
O da kabullendi.
Zaten bu evde en çok öğretilen şey buydu:
Kadınlar kabullenirdi.
Dedesi Mehmet Ağa gözlerini kapattı. Bastonunu yavaşça yere bıraktı.
“Sessizlik huzurdur,” dedi kendi kendine.
Oysa bu sessizlik bir huzur değil, bastırılmış bir haykırıştı.
Her köşesinde ezilmiş bir kadının izi olan bir konağın çürümüş sessizliğiydi bu.
Meryem gitmişti.
Ve onlar, onu hiç uğurlamamışlardı bile.
Çünkü onun gitmesiyle rahatladıklarını kabul etseler de dilleriyle söyleyememişlerdi.
Vicdanlarını susturmak için “mecburduk” deyip durmuşlardı.
Ama hiçbir mecburiyet, bir kadının hayallerini, yaşama hakkını, ruhunu çiğnemeye yetmezdi.
Bunu bilseler bile, yüzleşemediler.
Konağın taş avlusu sessizdi yine.
Ama bu sessizlik, artık yalnızca bir kaybın değil,
bütün bir ailenin insanlığını yitirişinin yankısıydı.