FESATLIK

2320 Words
İki gün geçmişti. Meryem, konağın sessiz ve güneşli odasında dinleniyor, Sarvan sabah-akşam baş ucunda nöbet tutuyordu. Süreyya Hanım, bir an bile kızını yalnız bırakmıyor, yavaş yavaş her şey eski düzenine dönmeye başlıyordu. Ama bu defa başka bir şey vardı; o düzenin ortasında filizlenen yepyeni bir umut… minicik bir kalp. Konağın avlusuna o sabah, erkenden telaşlı adımlar karışmıştı. Mutfakta tencereler fokur fokur kaynıyor, köyden gelen adamlar birer birer girip çıkıyor, kapının önünde birkaç kurbanlık inek bağlanmış bekliyordu. Bahçede taze nane kokusu yükseliyor, Süreyya Hanım’ın sesi mutfağın içinden duyuluyordu: “İç pilavlar hazır olsun, paça çorbasını Sarvan getirmeden çıkarın. Herkes oturunca servis başlayacak!” Sofra konağın büyük salonuna kurulmuştu. Uzun ceviz ağacından yapılma masa, taze kesilmiş çiçeklerle süslenmiş, masa örtüsü bile ilk kez sandıktan çıkarılıp serilmişti. Herkes oradaydı. Gökhan, Şeyda, Süreyya Hanım, Sarvan’ın babası Kemal Ağa, hatta köyün ileri gelenlerinden birkaç kişi… Tabii ki Yezda Hanım ve Yasmin de köşedeki iskemlelere kurulmuş, biraz sitemli, biraz meraklı bakışlarla olan biteni anlamaya çalışıyorlardı. Onlar hâlâ habersizdi… ya da belki en son öğrenmeleri özellikle istenmişti. Meryem, salona Sarvan’ın kolunda girdiğinde herkes ayağa kalktı. Sarvan, onun yürürken fazla zorlanmaması için temkinliydi. Bakışlar onlara çevrilmişti. Meryem biraz çekingen, ama gururlu bir başla sofraya oturdu. Sarvan hemen yanına geçti. Süreyya Hanım, sessizce onun sandalyesini düzeltip sırtına küçük bir yastık koydu. Sonra, herkes oturduğunda Kemal Ağa tok sesiyle ortaya konuştu: “Bugün bu sofra öylesine kurulmadı. Şükür günüdür. Allah bize büyük bir lütuf verdi. Evin ocağına can kattı. Torun veriyor Rabbim. Hem de Sarvan’ın ve Meryem’in evladını…” Salonda hafif bir uğultu oldu. Bazı kadınlar ‘maşallah’ çekti, bazı adamlar başlarını öne eğip dua mırıldandı. Gökhan yanındakine dirsek attı, gururla gülümsedi. Şeyda ise Meryem’e doğru eğilip elini tuttu; gözlerinde yaş vardı. Sarvan’ın bakışları tek bir kişideydi: Meryem. Gözleriyle ona “biz artık gerçekten aileyiz” der gibiydi. Ama masa başında bu haberden rahatsız olan iki kişi vardı. Yezda Hanım’ın yüzü kasılmış, kaşlarının arasındaki çizgi derinleşmişti. Yasmin ise dudaklarını birbirine bastırmış, çatalını sessizce tabakta gezdiriyordu. “Hamileymiş… valla şaşırdım,” dedi Yezda, neredeyse duyulmayacak bir tonda ama Süreyya Hanımın kulağı boş değildi. “Daha kendine zor bakıyor, bir de çocuk mu büyütecekmiş?” Süreyya Hanım, yan masadan duyar duymaz başını çevirip gözlerini Yezda’ya dikti. Gülümsüyordu ama gözleri çelik gibiydi. “Ona sen değil, Allah yardım eder Yezda. Hem sen de torun seversin diye düşünmüştük. Şimdiden inek kestiriyoruz, zekatlar dağıtıyoruz. Sen de bir dua et istersen.” Yezda’nın çatalı elinden düştü. Yasmin dudak büktü. “Zekat falan yetmez buna. Bu evlat işine fazla bel bağladılar,” diye fısıldadı annesine. Sarvan’ın kulağı her fısıltıyı ayırt ediyordu. Başını çevirmeden konuştu: “Bazı dualar sessiz edilir. Bazı kıskançlıklar da sessiz kalır. Ama biz neyin ne olduğunu biliriz. Bugün sofrada sevgi var, kin değil. Hazmedemeyen çıkabilir.” Kemal Ağa kahkaha attı, sert ve samimi. “Helal olsun oğlum! İnekleri kestik, zekatları dağıttık. Yetmedi, köydeki çocuklara da erzak yolladım. Torunumuz şimdiden hayırla anılıyor. Ben de yaşadım ya bunu… başka ne isterim!” Gözleri yaşlıydı. Kalktı yerinden, gidip Meryem’in alnına bir öpücük kondurdu. “Hoş geldin kızım. Gerçekten… bu ocağa hoş geldin.” Meryem gözlerini kaçırdı ama yüreği sanki geniş bir ovaya dönüşmüştü. İlk defa bu sofrada bir yerlere ait olduğunu hissetti. Ve o aitlik hissiyle, elini karnına götürdü. Minicik bir tebessümle oradakilere değil, içindekine fısıldadı: “Seni bekliyoruz… hem sevgiyle, hem umutla.” Ve o gün, konakta sadece bir bebek değil… bir aile doğuyordu. Dilsiz dualarla, pişman olmuş kalplerle, hala fesatlık içinde yüzen birkaç gölgeyle bile… artık her şey yeni bir başlangıcın eşiğindeydi. ***** Konağın arka tarafında, yıllardır kimsenin pek uğramadığı eski oturma odalarından birinde, Yezda Hanım pencereden dışarıya bakıyordu. Elindeki tespihi sinirle çekiyor, her boncukta dişlerini sıkıyordu. Gözlerinde kin, dudaklarında ise sinsi bir gülümseme vardı. Yasmin tam karşısında oturmuş, yere kadar inen dantel örtülü sehpanın kenarını sinirle tırmalıyordu. Masadaki çay çoktan soğumuş, konuşulmamış cümleler odada ağır bir gerilim gibi asılı kalmıştı. “Hamileymiş…” dedi Yezda, dişlerinin arasından tıslayarak. “Daha yeni evin kadını olamadan, ana olmuş paçamızdan asılıyor. Ne çabuk yerleşti içine! Bunu da bir zafer gibi sundular bize. Sanki Sarvan’ı kazandı da ödülünü aldı.” Yasmin, annesinin söylediklerine tepki vermedi önce. Sadece gözleri büyümüş, dudakları kıvrılmıştı. Sonra aniden patladı: “O çocuk doğarsa ben bir daha asla Sarvan’ın yüzüne bakamam! Herkes onu kabullenecek, o çocuğu büyütecek, Meryem de bu konağın kraliçesi olacak! Buna asla izin veremem anne! Asla!” Yezda başını çevirip kızına baktı. “İzin vermeyeceğiz zaten. Sen bu evin asıl gelini olmalıydın. Ben yıllarımı verdim bu konağa, babasının gözüne girdim, annesinin dostu oldum. Her taşını bilirim bu evin. Şimdi kalkmış, dışarıdan gelen bir avuç gözyaşıyla her şeyi alıyor elimizden.” “Ne yapacağız?” dedi Yasmin. “O bebek düşmeden hiçbir şey değişmeyecek. Sarvan ona bağlandı. Artık yalnızca Meryem’i değil, karnındaki çocuğu da koruyor. Onu kaybetme korkusu, gözünden okunuyor.” Yezda ağır ağır başını salladı. “O korkuya oynayacağız. Bebeği kaybetmekten korkuyorsa, korkusunu gerçeğe çevireceğiz. Ama dikkatli olmalıyız. Adımımız görünmeyecek. Bir ilaçla… bir korkuyla… bir düşmeyle… nasıl olursa olsun ama kimse bizim yaptığımızı anlamayacak.” Yasmin’in gözleri parladı. “Gerekirse hizmetçilere para veririm. Mutfakta bir şeyine karıştırırız. Ya da bahçede yürürken bir çukur kazılır… ayağı kayar. Bu işin bir yolu vardır. Ben Sarvan’ı kaybedemem! Onu seviyorum anne! Ve onunla evleneceğim. O çocuk doğmadan önce… her şey bitmiş olacak.” Yezda, kızının kararlılığına baktı. Sanki yıllar önceki gençliğini görmüş gibi başını onaylayarak salladı. Tespihini masaya bıraktı, ellerini birbirine kenetledi. “Tamam kızım. O zaman oyun başlasın.” dedi fısıltıyla. “Ama dikkatli, sessiz, derin bir oyun olacak bu. Kimse şüphelenmeyecek. Ve sonunda… bu konağın hanımı sensin diyeceğiz herkese.” Yasmin gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra açtığında bakışları sertti. “Ben Sarvan’ı alacağım anne. Ne Meryem, ne de karnındaki bebek beni durduramaz.” Ve o odada, görünmeyen bir karanlık büyümeye başladı. İçine kin, kıskançlık ve gözyaşı karışmış bir karanlık… Sarvan ve Meryem huzurun tadını yeni yeni hissederken, arkalarındaki gölgeler sinsice yaklaşmaya başlamıştı. Gökhan o akşam, konakta erkenden uyanan bir şüpheyle dolaşıyordu. Herkes sofradan kalkmış, kendi odasına çekilmişti ama içeride bir huzursuzluk vardı sanki. Adımları onu konağın arka tarafındaki kullanılmayan küçük odaya götürdü. Kapı aralıktı. İçeriden gelen fısıltılar dikkatini çekti. Bir an tereddüt etti ama sonra içgüdüleri ağır bastı. Sessizce yaklaştı, kapının hemen dışında kaldı. Ve o an… her şeyi duydu. Yezda Hanım’ın o zehirli sesi, Yasmin’in saplantılı öfkesi… “Bebeği düşürmenin” planları… “Hizmetçileri satın alırız… ayağı kayar, kimse anlamaz…” diyen sözler birer kurşun gibi Gökhan’ın bilincine çarptı. Yumruklarını sıktı. İçinden fırtınalar koptu ama kendini tuttu. Şimdi ortalığı ayağa kaldırmanın zamanı değildi. Zaman, doğru adımı atma zamanıydı. Hızlı adımlarla geri döndü. Konağın ön tarafındaki bahçeye açılan yan koridorda Şeyda’yı gördü. Bankta oturuyordu. Yanına gitti, sesi düşüktü ama keskin. “Şeyda, bir şey anlatacağım ama önce söz ver. Kimseye söylemeyeceksin. Meryem’e bile değil… şu an için.” Şeyda bakışlarını ona çevirdi. Gökhan’ın yüzündeki ciddiyet onu ürkütmüştü. Başını yavaşça salladı. “Tamam… söz.” Gökhan etrafa göz gezdirdi, sonra yanına oturup fısıldayarak konuşmaya başladı. “Az önce arka odada Yezda’yla Yasmin’i duydum. Bebek konusunda… kötü şeyler düşünüyorlar Şeyda. Çok kötü şeyler. Bebeği düşürmek istiyorlar. Plan yapıyorlar. Hizmetçilere para vermek, ayağını kaydırmak… bir şekilde zarar vermek.” Şeyda’nın yüzü bembeyaz kesildi. “Ne diyorsun Gökhan? Bu… bu resmen cinayet.” “Evet,” dedi Gökhan dişlerini sıkarak. “Ve bu işin ucunu bırakırsak, Meryem’i de, bebeği de tehlikeye atarız. O yüzden dikkatli olacağız. Her an gözümüz üstlerinde olacak. Ama hiçbir şey belli etmeyeceğiz.” “Peki ne yapacağız?” diye sordu Şeyda endişeyle. “Meryem’in yediği, içtiği her şey kontrol altında olacak. Özellikle mutfaktan gelen hiçbir şeye dokunmamalı. Yasmin ya da annesi bir şey getirdiğinde, anında engelle. Bahçede yalnız kalmasın, yürüyüşe bile tek çıkmasın. Yanında sen ol, ya da ben olurum. Ama bir an bile boşluk bırakmayacağız.” Şeyda başını kararlı şekilde salladı. “Tamam. Söz veriyorum. Gölgesi gibi olacağım.” Gökhan derin bir nefes aldı. “Sarvan’a şimdilik bir şey söylemeyeceğim. Onun aklı zaten Meryem’de. Sinirlenip bir hata yapmasını istemem. Ama zamanı geldiğinde, her şeyi öğrenecek.” Şeyda gözlerini yere indirdi. “Meryem çok şey yaşadı. Şimdi hayatında ilk kez mutlu olmaya başlamışken… böyle bir şeyin ona zarar vermesine izin veremeyiz.” Gökhan ayağa kalktı. “İzin vermeyeceğiz. Meryem’in artık ailesi var. Biz varız. Ve ben… onun abisi gibiyim. Bu evde kimse onun canını yakamayacak.” O gece, konağın sessiz koridorlarında, görünmeyen bir savaş başlamıştı. Sarvan ve Meryem sevdanın ışığında yürürken, Gökhan ve Şeyda o ışığı karanlıktan koruyacak bekçiler olmuştu. Ve ne olursa olsun, Meryem artık asla yalnız değildi. ***** Avlunun taş döşemeleri günün sıcaklığını hâlâ saklıyordu. Akşamüstü güneşi, konağın ahşap sütunlarından süzülerek Meryem’in yüzüne vuruyordu. Meryem, küçük bir sedire oturmuştu; sırtı yastıkla desteklenmiş, önünde alçak bir sehpa vardı. Yanında Şeyda oturuyordu, Gökhan da tam karşılarında, çayını karıştırıyordu. Hafif bir esinti avlunun portakal çiçeği kokusunu getiriyordu onlara. Şeyda bir şeyler anlatıyor, Meryem de zaman zaman gülümsüyordu ama Gökhan'ın bakışları ara sıra çevreyi kolaçan ediyordu. O, birkaç gündür içini kemiren o kötü ihtimali aklından çıkaramıyordu. Yezda ve Yasmin’in sessizliğini hayra yormuyordu, her an bir şey olabilir diye içi içini yiyordu. Tam o sırada, avlunun kapısı hafifçe aralandı. Yasmin, yüzünde yapmacık bir tebessümle içeri girdi. Elinde ince, zarif cam bir bardakta nar suyu vardı. Üstü minik bir nane yaprağıyla süslenmişti. Adımları usul, ama gözleri temkinliydi. Doğrudan Meryem’e yürüdü. “Merhaba,” dedi yapay bir sevecenlikle. “Sana nar suyu getirdim. Ferahlatır diye düşündüm. İçin serinler.” Meryem şaşırdı, başını hafif yana eğdi. “Teşekkür ederim…” demek üzereydi ki Gökhan aniden ayağa kalktı. “Dur!” dedi biraz sertçe, sonra toparladı. “Yani… önce ben bir tadına bakayım. Malum, Yasmin’in elinden nar suyu içmeyeli uzun zaman oldu, unutmuşum tadını.” Gözlerini kısmış, Yasmin’in elindeki bardağa dikkat kesilmişti. Yasmin bir an dondu, ama hemen toparlandı. “Tabii… ama Meryem için hazırlamıştım. O içsin…” Gökhan bardağı elinden aldı. Gözünü hiç ayırmadan Yasmin’e bakarak hepsini içti “Gayet... nar gibi,” dedi alayla, sonra bardağı sehpanın kenarına bıraktı. Yasmin’in yüzü solmuştu. Şeyda'nın gözleri kocaman açılmıştı ama hiçbir şey demedi. Yasmin, geriye doğru birkaç adım attı, “Afiyet olsun,” deyip hızla uzaklaştı. Meryem, Gökhan’a döndü. “Biraz tuhafsın… bu neydi şimdi?” Gökhan, Meryem’e bakıp hafif gülümsedi. Daha sonra her şeyi Meryeme anlattı. Meryem içgüdüsel olarak elini karnına doğru götürdü. "Bir şey olmaz değil mi?" diye sordu Meryem endişeli bir sesle. "Merak etme Meryem biz buradayız bir şey olmasına izin vermeyiz" dedi Şeyda Meryem'in elini sıkarak. On beş dakika sonra… “Hmm…” dedi Gökhan, gözlerini kırpıştırarak. “Bu nar suyu… şey... biraz fazla mı nar olmuş?” Şeyda başını çevirdi. “Ne demek o?” Gökhan alnını ovalamaya başladı. “Başım dönüyor biraz. Sanki yer oynuyor… yoksa ben mi kayıyorum?” Bir anda gözlerini kıstı. “Şeyda… sen de az önce üç kopya mısın yoksa? Kaç tanesiniz siz orada?” Şeyda ayağa fırladı. “Gökhan ne diyorsun, iyi misin?” Gökhan elini mideye götürdü. “Galiba içimde bir orkestra başladı. Vurmalı çalgılar… bak şimdi yaylılar da girdi. Çok profesyonel…” Meryem ayağa kalktı. “Gökhan?! Rengin bembeyaz oldu!” Gökhan sendeleyerek kalktı. “Ben… azcık şey… uzansam mı… ya da… bir doktora uzansam mı?” Tam o sırada gözleri hafif karardı, tökezledi. Şeyda koluna girdi, Meryem arkasından destek verdi. Hep birlikte hızla kapıya yöneldiler. “Ambulans mı çağırsak?” dedi Şeyda panikle. Gökhan zoraki bir gülümsemeyle, “Hastaneye gidelim. Orada daha çok hemşire var... Belki biri... bana serenat yapar.” “Kes şunu!” diye çıkıştı Şeyda. Meryem’in elleri titriyordu ama bir yandan da anlıyordu. O içecekte bir şey vardı. Ve Gökhan, bunu anlamıştı. Onu korumak için… Arabaya bindiklerinde Gökhan hâlâ kendiyle dalga geçiyordu: “İçime nar değil... sanki dinamitle dolu bir meyve sıkılmış!” Ama her gülüşün ardında, göz göze geldiklerinde, Meryem’in gözlerinde minnet; Gökhan’ın gözlerinde ise her şeyi anlatan bir kararlılık vardı: “Senin canına kıymaya çalışırlarsa, önce benimle uğraşacaklar Meryem.” Dedi Gökhan. sonra yine bağırmaya başladı "Doğruyorum anam bu nasıl acı" Hastane acil girişine hızla yanaşan arabadan ilk inen Meryem oldu. Arka kapıyı açtı, Gökhan hâlâ kıvranıyordu. “Anam anam! İçime nar değil, lav püskürttünüz resmen! Şeyda beni tut! Yoksa sedyeyi ben taşıyacağım kendime!” Şeyda zar zor gülümseyerek yardım etti, bir yandan da hemşireye sesleniyordu: “Lütfen, biri yardım etsin! Zehirlenme olabilir!” Gökhan tekerlekli sandalyeye oturtulduğunda hâlâ söyleniyordu: “Ben sadece bir nar suyu içtim... Çocukken yediğim zehirli elma masalları aklıma geldi ama hiç bu kadar gerçekçi olmamıştı!” Meryem’in elleri titriyordu ama gözleri kararlıydı. Hemşirelere olan biteni anlattı, Gökhan gözden kaybolduğunda derin bir nefes aldı. Tam o sırada acil kapısından içeri uzun adımlarla Sarvan girdi. Gözleri önce Meryem’i buldu, sonra etrafı taradı. “Meryem! Ne oldu? Gökhan nerede?” Meryem göz göze geldiği anda, her şeyi anlatma kararlılığıyla Sarvan’ın karşısına geçti. Şeyda da yanlarına gelmişti. “Sarvan... Gökhan, benim içeceğimi içti. Yasmin getirmişti... ama Gökhan şüphelendi, elinden aldı. İçtikten yarım saat sonra fenalaştı. Şimdi içeri aldılar.” Sarvan’ın yüzü bir anda karardı. “Ne demek Yasmin içecek getirdi? İçine bir şey mi koymuş?” “Evet,” dedi Şeyda. “Muhtemelen düşük yaptırmaya yönelik bir şeydi. Gökhan zaten günlerdir onları izliyordu, şüpheleniyordu. Bugün de anladı. Beni korumak için...” Meryem’in sesi çatallandı. “...kendini tehlikeye attı.” Sarvan bir an donakaldı. Yumruklarını sıktı. Gözlerinde öfke, yüzünde buz gibi bir kararlılık vardı. “Bunu yapanın bu evde bir daha nefes almasına izin vermem. O çocuğu taşıyan kadına kıyan, benim nefesime kıyar artık.” O an doktor kapıdan çıktı. “Gökhan Beyin durumu kontrol altında. Midesini temizliyoruz, ciddi bir zarar görünmüyor ama birkaç gün müşahede altında kalması gerek. Ne içtiğini kesin olarak anlamamız için sıvıdan örnek alacağız.” Sarvan derin bir nefes aldı. “Ben o örneği değil, yapanı istiyorum. Gerekiyorsa kendim çıkarırım içinden.” Doktor şaşkın ama profesyonel bir şekilde başını sallayıp uzaklaştı. Sarvan Meryem’in yanına döndü, onun ellerini tuttu. “Bir şey olsaydı... sana... ya da bebeğimize...” “Olmadı,” dedi Meryem fısıltıyla. “Çünkü Gökhan vardı.” Sarvan Meryem'i kendine çekip alnına öpücük kondurdu. "Hadi otur biraz ayakta durman tehlikeli" Meryem başını tamam anlamında salladı. Geçip bir köşeye oturdular. Sarvan ise bunu yapanlara yapacağını düşünüyordu
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD