Ayakta durmak zordu belki ama artık kararımı vermiştim. Bir adım attım, sonra bir adım daha. Her adımda içimdeki korku biraz daha geride kalıyordu. Çünkü artık korkmuyordum. Beni buraya bir bedel olarak getirmiş olabilirlerdi ama ben bu hikâyenin sonunu yazacaktım. Ve o son, hiçbir zaman onların düşündüğü gibi olmayacaktı.
O gece uyuyamadım. Odanın içinde bir sağa bir sola yürüdüm. Her köşe, her duvar bana yabancıydı ama her adım, beni biraz daha kendime yakınlaştırdı. Sabah ezanına yakın, yorgun düşüp yatağa kıvrıldım. Uyuyabildim mi bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda güneş pencere camından içeri sızıyordu. Yeni bir gündü. Ve ben bu günü, yeni hayatımın ilk sayfası olarak yazacaktım.
Giyindim. Saçımı yine ördüm ama bu sefer biraz daha sıkı. Aynaya baktım, gözlerimin altındaki morluklar hâlâ oradaydı ama bakışlarımda bir kararlılık vardı. Öyle bir kararlılık ki, Sarvan Asil Korkmaz görse, bir adım geri atardı. Ama göremezdi. Çünkü o hâlâ beni küçük bir bedel sanıyordu.
bahçeye çıktım. Ayakkabılarımı çamura batırmadan yürümeye çalıştım. Çiftlikte herkes işindeydi. Hayvanların sesleri, insanların ayak seslerine karışıyordu. Bense bu yabancı dünyada kendi adımlarımı arıyordum.
Gözüm uzak köşedeki at ahırına takıldı. Kapısı yarı aralıktı. İçeriden biri çıkmadı ama atların nefes sesi geliyordu. Sessizce oraya yöneldim. Sarvan’ı görmeyi bekliyordum ama o yoktu. Sadece sessizlik. Ama o bile bana iyi gelmişti. Kapının kenarına yaslandım, derin bir nefes aldım. İçimde biriken öfkeyi değil, gücümü dışarı verdim.
İşte o an, ayak sesleri duydum. Sert, kararlı ve alışık olduğum adımlar. Sarvan geliyordu.
Kendimi topladım. Arkamı dönmedim. Sadece bekledim. Yanımdan geçip gidebilirdi ama durdu. Aramızda bir karış bile mesafe yoktu. Omuz omuza durduk belki de. Ama yüreğimiz hâlâ birbirine sırtını dönüyordu.
“Buraya ne diye geldin?” dedi.
Sesi sertti ama içinde tedirgin bir merak vardı. Onunla ilk kez bu kadar yakın duruyordum. Bir anlık sessizlikte gözlerini bana çevirdi. “Sana burada yer yok,” diye ekledi.
Kendimi ona döndürdüm. Gözlerinin içine baktım. “O zaman yerimi kendim yaratırım,” dedim. “Ben buraya ait değilim belki ama kendime ait bir yer bulacağım.”
Sarvan, birkaç saniye sustu. Sonra başını çevirdi. Belki sözlerim ona değmişti, belki de hala duvarlarının ardındaydı. Ama ben ilk çatlağı açtığıma emindim.
O an anladım ki bu adam, sadece bana değil, kendi yüreğine de yabancıydı. Ona gerçekleri göstermek zaman alacaktı. Ama ben sabırlıydım. Çünkü zafer aceleye gelmezdi. Ve aşk, bazen en sert taşın bile içini oyar da çiçek açtırırdı.
Geri döndüm. Bahçeye adım attım. Ve her adımda içimde bir cümle yankılanıyordu:
"Sen bana sırtını döndün, Sarvan Asil Korkmaz. Ama bir gün, o sırtı bana dönmek için eğeceksin. Ve ben o gün seni affetmeyeceğim belki. Ama seni seveceğim. Hem de senin kendini sevdiğinden bile fazla."
Çünkü benim savaşım, onunla değil; onun bana biçtiği değeri aşmaklaydı.
Ve o değeri, kendi ellerimle yeniden yazacaktım.
Bahçeden içeri döndüğümde ev sessizdi. hizmetliler kendi işlerine gömülmüş, yüzüme bakmamaya çalışıyorlardı. Bu eve ait olmadığımı ben de biliyordum ama ait olmamak, buraya kök salmayacağım anlamına gelmiyordu.
Mutfağa uğradım. Bir sürahi su alıp odama çıktım. Kapıyı kapattığımda derin bir nefes aldım. Bugün ilk adımı atmıştım. Sarvan’ın gözlerinin içine bakmış, kendimce bir sınırı geçmiş, onun duvarına bir çatlak atmıştım. Küçük ama önemli bir çatlak.
Gözüm pencerenin dışına kaydı. Bahçede genç bir kadın, elinde sepetle yürüyordu. Uzun örgülü saçları vardı, beli inceydi, yürüyüşü sakindi ama başı hep eğikti. Merak ettim. Bu evde hiç konuşmadığım biri daha vardı demek.
Ertesi sabah yine aynı saatte bahçeye indim. Güneş yeni doğuyordu, hava hâlâ serin. Yine o kızı gördüm. Bu kez beni fark etti. Göz göze geldik. Önce çekinir gibi oldu ama sonra utangaç bir tebessümle başını eğdi.
Usulca yanına yaklaştım. “Merhaba,” dedim. “Ben... yani... burada yeniyim.”
Kız başını kaldırdı. Gözleri yumuşak ama yorgundu. “Biliyorum,” dedi. “Ben de burada çalışıyorum. Adım Zeliha.”
Zeliha... ismi bile narin.
Kendimi tanıttım, ismimi söyledim. Etrafı tanımak istediğimi, bu evde birine soru sormamın yasak olduğunu ama onunla konuşmak istediğimi söyledim.
O ise gülümsedi, “Bana da konuşma demişlerdi,” dedi. “Ama insan bazen susmaktan yoruluyor.”
İşte o gün, Sarvan’ın inşa ettiği o sessiz evde, ilk kez bir ses yankılandı. Zeliha’nın sesi. Arkadaşlığa benzeyen, kadın dayanışmasına benzeyen bir şeyin ilk kıvılcımı.
Zeliha bana çiftliği gezdirmeye başladı. Arka bahçeyi, tandır taşlarını, ambarı, yaşlı incir ağacını gösterdi. Sessizce fısıldayarak, kimin neye kızacağını bile bile anlattı. Korkuyordu belki ama yanında ben vardım.
O an fark ettim. Bu sadece bir aşk hikâyesi olmayacaktı. Bu bir uyanıştı. Bir kadının, kendi ayakları üzerinde durmaya başladığında başka kadınların da içindeki sesi uyandırmasıydı.
Ve Sarvan?
O, bizi izliyordu. Her gün uzaktan. Gözlerini kaçırmadan. Belki farkında değildi ama beni izledikçe öfkesi değişiyordu. İlk günkü nefretin yerini bir rahatsızlık almıştı. Çünkü benim yıkılmamı bekliyordu. Ama ben her gün biraz daha dik duruyordum.
Bir akşam, Zeliha’yla avluda otururken, Sarvan yaklaştı. Adımlarını duydum. Kafamı kaldırmadım. Ama kalbim, sanki onun ayak seslerini ezberlemişti.
"Senin burada böyle rahat dolaşman hâlâ hoşuma gitmiyor,” dedi.
Ona baktım. Dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi.
“Senin hoşuna gitmesi için burada değilim Sarvan. Bu hayat sadece senin değil.”
Belli ki bu cümle beklemediği bir tokattı. Kaşlarını çattı ama cevap veremedi. Çünkü haklıydım. Ve onun haklılığa alışık olmadığı bir hayatı vardı.
Arkasını döndü, gitti.
Ama o andan sonra her şey değişti.
Gözlerindeki buhar dağılıyordu.
Sessizliğine bir sızı sızmıştı.
İlk defa göz göze geldiğimizde, beni görmeden geçen adam, bu defa içime bakıyordu.
Henüz adını koymuyordu belki ama içinde bir kıpırtı başlamıştı.
Zeliha’dan öğrendiklerim zihnimin kıyılarına çarpa çarpa yerleşmişti. Sarvan Asil Korkmaz’ın geçmişinde bir kadın yoktu. Ne büyük bir aşk, ne de kalbinde iz bırakan biri. Demek hiç sevmemişti. Ya da belki hiç sevmeye cesaret edememişti. Bu beni hem düşündürdü, hem cesaretlendirdi. Çünkü bir kalp kırık değilse, ona ulaşmanın ihtimali hâlâ vardı.
Ama onun mesafesi, sadece yabancılıktan değildi. Kendi duvarlarının ardına saklanmış bir adam vardı karşımda. Yaralı, öfkeli, sert… ama bir o kadar da içine kapanık.
Benimse sabrım vardı. Hem sabır, hem de inat.
O gün akşamüstü, ahırın yanında duruyordu. Elinde halat, bir atın boynunu çözüp yeniden bağlıyordu. Sessizce yanına yaklaştım. Güneş batmak üzereydi, gökyüzü kan rengi bir hırka gibi çiftliğin üstüne serilmişti.
“Sana yardım edeyim mi?” dedim.
Başını bile çevirmedi.
“Senin yardımına ihtiyacım yok.”
Gülümsedim.
“Biliyorum. Zaten senden izin de istemiyorum. Sadece konuşmaya çalışıyorum.”
O an döndü, gözleri çakmak çakmaktı.
“Benimle konuşmana gerek yok. Bu evde birbirimizi görmeden de yaşayabiliriz.”
Kollarımı göğsümde kavuşturdum.
“Ama ben öyle bir hayat istemiyorum. Sustukça yok olduğum bir hayatı reddediyorum. En azından bana bir insan gibi davran.”
Kaşlarını çattı.
“Sen bu eve nasıl geldin, çabuk unuttun galiba. Ben seni istemedim. Seni zorla bana bağladılar. Bu yüzden burada sadece susacaksın ve oturacaksın. Bu kadar.”
Kalbime saplanan bir cümleydi ama yutkundum, dimdik durdum.
“Beni istemedin. Tamam. Ama ben bu hikâyenin figüranı olmayı da kabul etmiyorum.”
Sinirle elindeki halatı yere attı.
“Ne istiyorsun? Derdin ne senin?”
“Seninle konuşmak istiyorum, Sarvan. Beni tanımanı istiyorum. Sadece bir gölge, bir bedel olmadığımı anlamanı istiyorum.”
Gözlerini kaçırdı. Sanki o an ilk kez savunmasız kaldı.
“Tanısam ne olacak? Sevsem mi? Beni olduğun gibi kabul etmeye mi çalışıyorsun yoksa kendine göre şekillendirmeye mi?”
Sesi kırılmıştı ama hâlâ sertti.
Bir adım yaklaştım, fısıltıyla konuştum:
“Ben seni değiştirmeye çalışmıyorum. Sadece seninle yan yana durabilmek istiyorum. Bir hayatı birlikte sırtlayabilmek.”
Başını çevirdi, gözleri ufka dalmıştı.
“Benim yanımda durmak kolay değil. Yakarsın kendini.”
“Yanmak mı? Belki de insanlar yanmadan öğrenemez Sarvan. Ama ben susarak tükenmeyeceğim.”
O an uzun bir sessizlik oldu. Hiçbirimiz konuşmadık. Sadece birbirimize baktık.
Sonra o, uzaklaştı. Ama ilk defa adımlarında kaçış değil, düşünce vardı.
Ben ise orada, rüzgârda savrulan bir saç telim gibi dimdik durdum. Çünkü biliyordum… Bu savaşın ilk kırılma noktası buydu. Sarvan’a dokunmuştum. Kalbinin kıyısına bir taş bırakmıştım.
Ve o taş, bir gün onun suskunluğunu yerle bir edecekti.
Umarım bölümü beğenirsiniz
Yorumlarınızı bekliyor olacağım
Yeni bölümde görüşmek üzere ❤️