Sonraki süreç aslında göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Yusuf Sinan ailemle tanıştı.
Son derece saygılı, kibar, ölçülüydü. Sanki asker üniformasını çıkarmış ama hala disiplinini üzerinde taşıyordu. Ablalarım uzun uzun süzdüler. Ses çıkarmadılar ama bakışlarından anlıyordum. Onlarca kez duymuştum kendi aralarında söylediklerini.
“Bedensel bir engel göremedim… O zaman aklının kıt olması lazım. Yoksa Elif' le niye evlenmek istesin ki?”
İşte benim ablalarım böyleydi. İçimden “Bari kendi kardeşinizsiniz, biraz gurur duysanız” demek geçse de hiç sesimi çıkarmadım. Onların gözünde ben hep en değersiz, en işe yaramaz olandım. Bu onların suçu değildi. Hayatta kimse ben niye ondan daha değerliyim diye sorgulamıyor herkes hakkettiğini düşünmeyi tercih ediyordu.
Ama asıl acıyı, Yusuf Sinan’ ın Şerife Teyze ’yle birlikte istemeye geleceği günün hemen öncesinde yaşadım.
Ben iki gün önce gitmiştim, hazırlıklara yardım etmek için. Çamaşır, temizlik, yemek evde hep iş bitmezdi zaten. O sırada mutfakta işlerimi yaparken annemle teyzemin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Belki duymamam gerekirdi, ama duydum.
“Diğer kızlarımdan biri olsaydı, asla askere vermezdim.” dedi annem.
Sanki kalbimin ortasına bıçak saplanmış gibi oldum.
Sonra teyzemle geçmişten söz etmeye başladılar. Parça parça bildiğim şeylerdi ama hiç bu kadar açık konuşmamışlardı. Babamın ailesi annemi başından beri istememiş. “Uğursuz” demişler. Çünkü annemin daha önce bir nişanı olmuş. O nişanlısı askerler tarafından öldürülmüş. Kaçakçılık yaparken vurulmuş.
Meğer annem o yüzden asker sevmezmiş.
Bazen Kürtçe şarkılar açar, uzaklara dalar giderdi. Meğer o yarım kalan nişana, gençliğine dalarmış. Kimse de annemi istememiş, “Başından nişan geçti” diye. Babam tek talip olunca, mecburen vermişler.
Teyzem biraz daha vicdanlıydı.
“Vermeseniz mi acaba?” dedi. “Kiminle konuşsam, asker sinirli olur, çok döver karısını dediler. Bir kez daha mı düşünseniz? Elif ufak tefek, adam da iri yarı.”
Ama annem, annem bana hiç acımıyordu.
“Biz az dövdük, ne oldu? Adam eder belki.”
O cümleyi asla unutamayacağım.
Çünkü az dövmemişlerdi.
Hiçbir zaman karşı gelmemiştim, hep sözlerini dinlemiştim. Mesleğimi bile onlar seçmişti, ama yine de hayırsız evlat bendim. İçimde incecik bir sızı yayıldı. Belki de ben hep fazlalıktım onların gözünde. Bir şeyi daha o gün kesin olarak anlamış oldum. Kocamdan dayak yesem ailemin kapısı bana açık olmayacaktı. Gerçi bunu tahmin ediyordum. Bizim sülalede öyle kolay kolay boşanma yoktu. Ablamlara işlemezdi bu kural ama bende geçerli olacağı belliydi baştan.
Sonunda kız isteme gerçekleşti. Babam, ağırbaşlı bir sessizlik içinde verdi. Annem ise süt parası istedi. Yusuf Sinan önce şaşırdı, yüzündeki ifadesi görmemezlikten geldim. Büyük ihtimalle ona tuhaf gelmişti, ama tek kelime etmeden kabul etti.
Nişan yapmadık.
O isteme günü zaten oldukça kalabalıktı. Yüzükler takıldı, herkes buna “nişan” dedi geçti. Bizimkilerin de işine geldi. Çünkü nişan olsa masraf çıkacaktı. Kalabalık bir sülaleydik. Annem de kimsenin arkasından laf etmesini istemezdi. Hem Yusuf Sinan ’ın işi hem benim hastanedeki görevim bahane edilerek geçiştirildi.
Böylece, farkına bile varmadan düğün hazırlıklarına başladık.
Annem ne yaparsa yapsın beni mahcup etmeyi başarırdı. Defalarca uyarmama rağmen, düğün konuşmaları yapılırken birden ortaya atıldı.
“Bizde böyle ama sizde adet nasıl?”
O an yerin dibine girdim. İçimden “Anne, sus artık, sus” diye bağırmak geldi ama dilim dönmedi. Yusuf Sinan ise hiç bozuntuya vermedi. Kendisinden beklenmeyecek kadar büyük bir olgunlukla, yumuşak sesiyle,
“Bilmiyorum. Siz nasıl uygun görürseniz öyle olsun.” dedi.
Herkesin yanında belli etmedim ama sonunda fırsat bulunca konuştum, özür diledim.
“Kusura bakmayın. Annem öyle. Düşünmüyor bazen. Beni de çok üzdü.”
O ise gülümseyerek, hiç alınmamış gibi,
“Önemli değil. Kendimi bildim bileli kimsesizim. Bu sorunun farklı türlerine alışığım.” dedi.
O an içim sızladı. Boğazımda kocaman bir düğüm oluştu. Ne kadar acı şeyler yaşamış olmalıydı kim bilir. Bizim okullarda bile, öğretmenler sıradan bir şekilde “Baban ne iş yapıyor, annen ne iş yapıyor?” diye sorardı. Çocuk aklımla bile ne kadar can yakıcı bir soru olduğunu anlamıştım. O ise her defasında tek başına cevap vermek zorunda kalmıştı. Annem sanırım kasıtlı yapıyordu ki bir kaç kez daha yapmaya devam etti.
Ablamların gözünde bu durum bambaşkaydı tabii. Onlar için Yusuf Sinan’ ın ailesizliği “Oh ne güzel, görümce yok, kaynana yok, elti yok. Şanslısın vallahi.” demekti. Yani benim avantajımdı.
Ama annem için bu, yeni bir fırsat kapısıydı. Daha ilk günden başladı.
“Bayramlardan önce gelirsin artık. Üniversitedeydi, çalışıyordun derken kaç yıldır bir hayrını görmedik. Kocanın zaten ne bayramı olur ne seyranı.”
Sanki ben bugüne kadar hiçbir işe yaramamışım gibi. Oysa ben onların hayrını çoktan görmüştüm(!) Ne zaman eve gelsem, bütün iş benim üzerime yıkılırdı. Üniversite sınavına gireceğim gün bile öyleydi. Akşam dizi keyiflerini yapıp salondan çekildiler, ben süpürgeyi alıp evi temizledim, bulaşıkları yıkadım, öyle yattım. Sabah kahvaltıyı hazırlayıp sınava öyle gittim. Tek başıma. Yer de uzak. Onlar hala uyuyordu. İki ablamın arabası vardı, bizim de vardı ama kardeşim kullanıyordu. Hiçbiri “Ben seni götüreyim” demedi.
Bazen düşünüyorum da, annem bana en başından beri eski usul davrandı. “Ez, döv ki koca evine gidince saygısız olmasın. Her şeyi bilsin.” derdi. Hep öyle yetiştirdi beni. Bazen ellerimdeki çamaşır suyunun kokusuyla ders çalışırdım. Hep hazırlıklı, hep dikkatli, hep uslu kız.
Sonra benim iyi bir evlilik yapmamdan ümidini kesti ama küçücük yaşımda beynime işlediği şeyler kalmış. Bu yüzden feminist olamadım belki de. Bir yanım hep “Eski tip kadın” gibi. Çalışmak istiyorum, mesleğimi seviyorum ama evimi de ihmal etmem. Kocama saygı gösteririm. Ama aynı zamanda görmek, değer görmek de isterim. Ama ailede göremediğimi koca evinde görecek miyim acaba?
Sanırım Yusuf Sinan’ a gözümün kapalı teslim olmamın sebeplerinden biri de buydu. Onun disiplininde, sertliğinde annemin kafama kazıdığı güçlü adam imgesi vardı. Benimse en derinimde hala küçük bir kız vardı. Biraz sevilmeye, biraz sahiplenilmeye muhtaç.
Annem, çalışmaya devam edeceğimi duyunca yüzünü buruşturdu. Oysa diğer iki kızı evli ve gayet güzel işlerine devam ediyorlardı. Ama söz konusu ben olunca başka bir ölçü vardı.
“İyi.” dedi. “Ama paranı kocana verme. Alışmasın karı parasına. Erkek adam karı parası yemez. Bak ablaların, kendi evlerini aldılar, arabalarını aldılar. Sen bize gönder. Biz biriktirir, sana bir ev alırız. Kocana güvenme. Evde tutma paranı. Karı parası erkeği arsız eder. Hem senin kocanın güvencesi de yok. Ölür gider, kalırsın ayazda.”
Biliyordum. Onlara verdiğim her kuruş kardeşime gidecekti. Ablalarımın evlerini, arabalarını alırken de zaten evdeki bütün altınları toplayıp vermişlerdi. Bana sıra gelene kadar evde altın kalmamıştı. Şimdi annem, düğünde takılacak altın için benden para istiyordu. Evlenebileceğim hesapta yoktu yani.
“Benim evime eşya almam lazım.” dedim usulca.
“Biz altın alalım.” dedi. “Zaten sende kalacak. Bozdurup ne eksik varsa alırsın. Hem kocan ne güne duruyor?”
“Her şeyi ona aldıramam.” diye karşı çıktım.
“Yatak odasını aldık ya biz. Çeyizin de tam. Millet dedikodu etsin mi istiyorsun sen?”
Annemin gözünde mesele çok basitti. Altın çok olacak ki millet övgüyle bahsedecek. Kimse kızının nasıl yaşadığını, mutlu mu mutsuz mu olduğunu önemsemezdi. Önemli olan düğünde gösteriş yapmak, komşulara hava atmaktı.
“Anne, kimin ne dediği umurumda değil. Neden millet laf edecek diye altın alıp üç güne bozdurup zarar edeyim ki?”
Ama annem durmadı. Söylene söylene gitti. Onu susturmanın imkanı yoktu.
Yusuf Sinan’ ın Ankara’da kendi evi vardı. Büyük, ferah bir ev. Annemler yatak odası takımını aldı, ben küçük eşyaları toparladım, geri kalan her şeyi o aldı. Evin her köşesi yenilendi. Büyük olduğu için bazı odalar kapatıldı. Ama ben sadece bir kez görebildim. Onda da Şerife Teyze yanımdaydı, çünkü Yusuf Sinan görevdeydi. Evlenince Ankara’ ya taşınacaktık. Ama ben Şırnak- Hakkari arasında oradan oraya koşturup duruyordum. Kendi evim olacak yeri yerleştirecek, bir köşesine dokunup “işte burası benim” diyebilecek vaktim bile olmadı.
Aslında Yusuf Sinan’ la ne kadar farklı olduğumuzu görmem gereken zamana çoktan gelmiştim. Ama heyecandan, gururdan, aileme kendimi ispat çabasından aklım durmuştu. Bir şeyleri görmezden geliyordum.
Ben kına geceme hazırlanırken Yusuf Sinan Ankara’ da bekarlığa veda partisi yaptı. Haberini aldığımda içime ince bir sızı düştü. Benim için en özel, en duygusal, gözyaşlarıyla süslü bir gece olacaktı ama bir gece öncesi bunlar olıyordu. Kadınların el ele verip türküler söylediği, “ağla kızım, ağla” diye teşvik ettiği, bir yanımın ailemde kalıp diğer yanımın yeni bir hayata adım attığı o gece… Onunsa eğlenceyle, kahkahalarla, gürültüyle geçirdiği bir geceydi. Tamam ailemle aram iyi değil ama yine de sanki insan çocukluğunu da arkada bırakıyor.
Belki de kader o an bana ilk kez fısıldıyordu.
“Elif, bu adamla aranızda bir uçurum var.” Ama ben duymadım. Görmedim. Belki de görmek istemedim.
Ben “Yüksek yüksek tepelere” ağlama hazırlığı yaparken, o muhtemelen göbek atan dansözlere para sıkıştırıyordu. Ben ellerimde kınayla gözyaşı dökecektim, oysa onun elleri başka birinin tenine değmiş olacaktı bir kaç saat önce. Bugün düşündüğümde çok açık. Biz farklı dünyaların insanlarıydık. Ama o gün düşünemedim. O gün tek yaptığım, son ana kadar koşturmak oldu.
Evlendikten sonra eş durumundan Ankara ’da görev alacaktım, ama evraklar kolay ilerlemiyordu. Yusuf Sinan da onlarla ilgilenmek için gitmişti. Öyle dedi. Sırf bekarlığa veda için gidecek olsa engel olmaya çalışırdım ama işlemler için gitmişti ve arkadaşlar hazırlamış dedi. Son dakika haberim oldu yani. Söyleyecek bir söz kalmadı. İçimde küçücük bir kırık kaldı sadece.
Oysa başından beri söylemişti bana.
“Benim için sadakat önemlidir.” Sadakat. Ama şimdi düşünmeden edemiyordum. Onun sadakat sınırı nerede başlıyordu? Dansözün göğsüne para sıkıştırmak onun gözünde ihanete giriyor muydu? Benim gözümde giriyordu. Belki küçük bir şeydi onun için, ama benim için derindi. Çünkü ben sadakati sadece bedenle değil, gözle, niyetle, kalple ölçüyordum.
İçimden, “Benimle evlenecek adamın elleri, bakışları, sözleri bana ait olmalı.” diye geçirdim. Ama o gece sustum. Yüzümde gülümseme, içimde telaş, yüreğimde buruklukla sustum.