1

2599 Words
Bir ortama girip de hiç kimseyi tanımamaktan nefret ettiğim kadar hiç bir şeyden nefret etmem ben. Herkes birbirini tanıyorsa bir de. Herkes konuşur eder, birbirinin adını söyler, gülüşür falan, sen süt dökmüş kedi gibi kalırsın öyle ortada. Böyle konuşmak istersiniz ama konuşmaktan çekinirsiniz, terslenebilirsiniz korkusuyla konuşamazsınız falan. Berbat bir durumdur cidden. Okuldaki ilk zil çalınca da böyle oldu işte. Cam kenarında oturan çocuğa sessizce geçmesi için yer verip geri oturdum. Şu an kurbanlık koyun gibi göründüğüme emindim. Neden cana yakın ya da cool olamıyordum ki? Neden yani? Olsam ne olurdu? Bir işim de rast gitse kıyamet mi kopardı? "Kantinden bir şey ister misin?" Ha? Bana mı dedi o? "Şey... Hayır teşekkür ederim." diye mırıldanarak çocuğa baktım. Hâlâ adını bilmediğim çocuk kafasını ‘Tamam’ anlamında sallayıp sınıftan çıkarken, öndeki kız ağzı bir karış açık bana bakmaya başladı. "Semih az önce seninle konuştu mu yoksa ben ayaküstü rüya görmeye falan mı başladım?" "Semih?" diyerek kaşlarımı çattım. Semih kimdi ki? A, evet, şey. Az önceki. Yani, başka kim olacaktı? "Az önceki yakışıklı. Hani şu sıra arkadaşın olan." "Konuştu da neden bu kadar şaşırdın ki?" Ne vardı ki bunda bu kadar şaşılacak? Ağzı olan her insan evladı konuşabilirdi yani. Ağzı da vardı gördüğüm kadarıyla arkadaşın. "Kendi grubu hariç kimseyle konuşmaz o. Önce yanına oturttu seni şimdi de konuştu. Gerçi yanına oturtması iyi oldu, Ozan da benim yanıma geçti de. Garip işte... Bu arada Tuğçe ben." dedi, nefes dahi almadan ettiği cümlelerden sonra elini uzatan kıza elimi uzattım ben de. Maşallah ne çenesi düşük bir şeydi öyle. On yıl uğraşsam o kadar uzun cümle kuramazdım sanırım. "Kübra." "Bu teneffüs on beş dakika Kübra, aşağı inmek ister misin?" "Olur." deyip bir rekor kırarak ilk dakikadan edindiğim arkadaşımla sınıftan çıktım. Normalde biri benimle konuşmadan o kişiyle asla iletişime geçmezdim ama Tuğçe’nin sıcakkanlı tavrına karşı koymak neredeyse imkânsız gibiydi. Sevecen kızları severdim. Benim tam aksim olduğu için genelde çok iyi anlaşırdım. E iki tane ben çekilmezdi sonuçta. Kantin sırasına girmek istemediğimize karar verdiğimiz için direkt bahçeye çıkıp banklardan birine otururken, Tuğçe'den adının Ozan olduğunu öğrendiğim çocuk Tuğçe'ye seslenince eli ayağına dolaştı heyecandan. Hava da aşk kokusu mu vardı yoksa bana mı öyle geliyordu acaba? Tuğçe onların yanına gidip bir şeyler konuştuktan sonra geri gelip beni de çekiştirerek grubun yanına döndü. Diğer iki çocuğun adının da Fuat ve Can olduğunu öğrendikten sonra sohbet etmeye başladık. Zil çalıp da sınıfa çıkarken Tuğçe "Hâlâ inanmıyorum ya bizimle muhabbet ettiler." deyip kolumu dürtmekle meşguldü. "Kolum çürüdü Tuğçe ya." diyerek kurtardım kolumu. Arada lazım oluyordu o bana, resmen kopartacaktı kız. "Kızım, bunlar bırak okuldan biriyle konuşmayı dönüp bakmazlar bile." "Demek ki bakıyorlarmış, abartmasak." diyerek gözlerimi devirdim. Ne abartmıştı şu grubu... "Ay hâlâ abartmasak diyor ya." deyip başımın etini yemeye devam eden Tuğçe'ye aldırmadan sırama geçtim. Ders başlayınca Tuğçe de nihayet başımın etini yemeyi bırakmış ve derse odaklanmıştı. Bu da bir şeydi, en azından derste konuşmuyordu. Dersin ortasında sınıfa giren çocuk "Hocam grubun çalışması varmış." deyince Ozan'la Semih dersten yırtmışlardı. Diğer ikisi başka şubedeydi sanırım. Bende mi şu gruba girseydim ya, lükse bak... Teneffüs zili çalınca bir öğrenci biz daha sınıftan çıkmadan sınıfa dalıp "Kübra burada mı?" diye sordu. "Evet, ne oldu?" diyerek çocuğa baktım. "Semih abi seni müzik odasına çağırdı. Prova yapıyorlar ya dinlemek istersen diye." Sınıfta ‘Semih’ ismini duymalarıyla bana dönen gözler, ‘Seni çağırdı.’ deyince yerinden fırlayacak sandım. "Gidelim bakalım. Nerde bu müzik sınıfı?" diye sorunca, Tuğçe "Dert ettiğin şeye bak, ben seni götürürüm." diyerek koluma girdi. Pis fırsatçı. "Tuğçe." "Efendim canım." dedi, birazdan soracağım sorudan bi haber olarak. "Sen şu gruptakilerden birine yanık olabilir misin? Hani ismi lazım değil, baş harfi Ozan." diyerek güldüm. Ozan yakışıklı çocuktu, e Tuğçe de güzel kızdı hani, hele kocaman zeytin gözleri... "Dalga geçme ya. Kim yanık değil ki onlara? Asıl şu Semih sana ilk görüşte aşık olmasın sakın. Baksana her dakika yanında istiyor." diyen Tuğçe'ye bakıp savunmaya geçtim. "Yok be ne alâkası var. Bence yeni geldim kimseyi tanımıyorum diye ilgileniyor. Belki onun da başına gelmiştir, biliyordur yeni ortama alışmanın zorluklarını." "Aslında o da onuncu sınıfın ortalarında gelmişti okula." "Ya. Ondandır işte." Ondandır tabi. Taş gibi çocuk tüm okuldaki güzel kızları bir kenara bırakıp da bana mı bakacaktı Allah aşkına? Tamam ben de çirkin bir kız değildim, hatta mavi gözlerim, sarı saçlarım ve fiziğimle dikkat çeken bir kızdım ama okulda Tuğçe gibi onlara hayran olan bir çok kız olduğundan emindim. E ona hayran o kadar kız varken bana bakacak değildi ya. Ben olsam bana bakmazdım şahsen. "Hı, evet." diye mırıltılar çıkartıp benimle dalga geçtiğini açıkça belli eden çok sevgili arkadaşımla birlikte müzik odasına girdik. Az önce buraya müzik odası deyip hakaret ettiğim için özür dileyesim, ayaklarına kapanasım geldi. Resmen konser salonuydu burası. Biz içeri girdiğimizde gruptakiler sahneye çıkmış şarkı söylüyorlardı. Semih'in bana gülümsediğini gören Tuğçe, koluma işkence etmeye başlamıştı yine. "Tuğçe koptu, vallahi koptu bak. Yeter artık." diyerek kolumu geri çektim. "Güldü lan. Ne güzel gülüyor değil mi?" "Evet dersem kolumu rahat bırakacak mısın? " "Hayır dersen saç baş dalmayı düşünüyorum zaten. Şu gülüşe çirkin denir mi?" Dağınık kahverengi saçları, gülünce kısılan yeşil gözleri, yanağında beliren minicik çukur. Şöyle bir baktım da... Denmezdi... *** Eve gidince direkt olarak odama geçip, yemek saati gelince istemeden de olsa sofraya oturdum. Babam yine beş karış suratla oturuyordu baş köşede. "Bir işe yaradığın yok. Hiç değilse sofraya yardım etseydin." Annemin "Mehmet!" diye uyarısına aldırmadan bana dik dik bakmaya devam etti çok sevgili babam Sesimi çıkartmadım. En son cevap verdiğim zamanki izler duruyordu hâlâ vücudumda. Bir insan kendi çocuğundan neden bu kadar nefret ederdi ki? Çocuklara yapılan ‘Seni çöpten bulduk.’ esprisine inanmaya başlayacaktım artık. Bizim evde filmlerde gördüğüm o neşeli sofralar olmamıştı hiç, hatırlamıyordum. Ah! Zaten ben neyi adam gibi hatırlıyordum ki? Sessiz sedasız yemek yedikten sonra odama geçmek için ayaklanmıştım ki babamın sesiyle olduğum yerde kaldım. "Sofrayı topla." Kızıyla konuşan bir baba gibi değil de düşmanına nefretini kusan biri gibiydi ses tonu. Bir insan neden kendi canından olan birinden nefret ederdi ki sebepsizce? Ne yapmıştım ben ona? Neydi ki suçum? Hep ona layık bir çocuk olmaya çalışmıştım ben, ‘Belki beni daha çok sever.’ diye eve getirdiğim belgelerin haddi hesabı yoktu ama sevmiyordu işte. Gurur duymaya bırak, yüzüme bile bakmıyordu. "Mehmet rahat bırak kızı." "Bu kadar şımartma şunu. Sanki..." derken "Mehmet!" diye bağıran annemin sesiyle susan babama gözlerimi diktim. 'Şu' dedi bana. Sanki kızından değil de değersiz bir eşyadan bahseder gibi. Tamam değersizdim onun için ama her seferinde yüzüme vurması daha da çok yakıyordu canımı. "Ne bakıyorsun öyle dik dik?" diyen babamın sesiyle kendime geldiğimde artık çok geçti, üzerime doğru yürümeye başlamıştı bile. Tam da o sırada çalan telefonu kulağına götürüp hiçbir şey demeden kapatırken yüzünün rengi attı sanki. "Odana git Kübra!" Telefondaki her kimse babam benden daha önemli olduğunu düşünmüş olacak ki beni dövmeyi sonraya bıraktı. Hah! Onun kesip attığı kirli tırnakları bile benden daha önemliydi onun gözünde ya, neyse... Yatağa yatınca “Bu kez ağlamayacağım.” desem de olmadı işte. Hadi ama, kendi vücudum bile bana ihanet ederken başkalarından nasıl medet umabilirdim ki? Benim kahramanım hiçbir zaman babam olmadı, olmayacaktı da. Akranlarım okulda pazar günü aileleriyle neler yaptıklarını anlatırken benim susmama sebep olduğu için, sırf minibüste içime düşecek gibi bakan adamlar var diye eve gitmek için kilometrelerce yol yürümeme rağmen eve geç geldim diye beni sopayla dövdüğü için, bir kez bile ‘Kızım’ demediği için ondan nefret ediyordum. *** Sabah kalkıp hazırlandıktan sonra servise binmek için evden çıktım. Babacığım bana servis bile tutmuştu, hani alkış? Servise bindikten birkaç dakika sonra yanıma gelen çocuk "N'olur dokuzuncu sınıfım de." deyince bana söylediğinden emin olmak için ona doğru döndüm. "Sana söylüyorum sarışın. Senelerdir aynı okuldayız dersen vallahi intihar ederim." deyip yanıma oturduktan sonra servis şoförüne seslendi. "Hasan amca yakınlarda bir gökdelen falan var mı intihar etmelik?" "Son sınıfım ben." deyip gülümsedim. "Hasan amca bırak gökdeleni, en yakın uçurum kenarına çek sen." Artık sadece ben değil, tüm servis onun bu hallerine gülerken kahkahalarımı dindirip cevap verdim. "Son sınıfım ama intihar etmene gerek yok. Bugün okuldaki ikinci günüm." Hâlâ adını bilmediğim çocuk tüm şirinliğiyle servis şoförüne dönüp, elini kaldırarak "Hasan amca uçurum iptal." dedikten sonra tekrar bana döndü. Sabah sabah biraz tatlı mıydı ne? "Hm. İyi olmuş. Yani geldiğin okulda arkadaşların falan kalmıştır büyük bir ihtimalle ama sonuçta senin gibi bir güzelliği görmeden ölmek istemezdim." Ya, ne arkadaş ne arkadaş! Ne diyeceğimi bilememenin verdiği şaşkınlıkla "Teşekkür ederim." derken okula geldiğimizi fark ettim. Servisten inerken "Dün senin gibi bir güzelliği fark etmeyecek kadar kör olmadığıma göre farklı şubelerdeyiz sanırım." deyip tokalaşmak için elini uzatınca ben de elimi uzattım. "Fatih ben. 12/A’dan.” "12/B'deyim ben de. Kübra." "Son senede sosyalden TM'ye direk geçiş yapılıyor mu ki acaba?" diyen Fatih'le gülme krizine girerken bana sinirle bakan bir çift göz fark ettim. Semih! Hayır yani sanki on yıllık sevgiliyiz de beni başkasıyla yatakta basmış gibi bakıyordu. ‘Siniri bana değildir, gözü dalmıştır herhalde.’ diyerekten Fatih'le birlikte okula girdim. Sonuçta bana sinirlenmesi için tek bir neden bile yoktu ortada. Semih de az önceki sinirinden eser kalmamış bir şekilde yanıma oturup “Günaydın.” deyince aynı şekilde “Günaydın.” dedim ben de. "Yeni arkadaşlar edinmişsin." diyerek bana dönen Semih’e baktım. Okula daha yeni gelmiştim zaten, arkadaş edinmemden daha doğal ne olabilirdi ki? "Evet." "Biraz yılışık bir şeye benziyordu sanki. Kolunu omzuna atmalar falan." "Biraz...Yani galiba.” diyerek duraksadım. “Ama iyi birine benziyor." "İnsanlara ilk görüşte güvenir misin böyle?" dedikten sonra bir şeyler mırıldandı Semih, ama duyamadım. "Evet. Güvenmek bir şey kaybettirmez bana, ama güvenmemek edineceğim iyi arkadaşları kaybettirebilir." "Bana da güveniyor musun peki?" "Fatih'le kendini neden kıyaslama gereği duydun bilmiyorum ama güveniyorum." diyerek ona baktım. İnsanlara önyargıyla yaklaşmaktansa güvenmek çok daha mantıklı değil miydi? Tamam, hemen dostum olsun, her şeyimi paylaşayım havasına girmezdim ama bana arkadaşça yaklaşan birini de tersleyemezdim. Etrafımdakiler beni yeterince üzerken, bunun nasıl bir duygu olduğunu bile bile başkasını nasıl üzerdim ki? Semih "Kıyaslama değil, merak." deyip telefonuna gömülünce bir şey demedim ben de. Çok geçmeden hoca da gelip derse başladı zaten. Zil çalınca defterleri sıranın altına koyarken gelen sesle başımı sıranın altına eğdim. "Bonibon mu, cidden mi?" diye mırıldanıp kaşlarımı çattım. "Bir şey mi dedin?" diyen Semih'e döndüm. "Yok Semih ya, geç sen." Semih geçtikten sonra bonibonu elime aldım. Tamam, bonibonlara sebepsizce bayılırdım ama bunu bu okulda hiç kimse bilmiyordu. Zaten okulda ikinci günümdü ve ben daha hiç kimseyi doğru düzgün tanımıyordum ki. Dünden, öğrencilerden kalmış olmalıydı büyük bir ihtimalle. "Elindekiyle daha ne kadar bakışmayı düşünüyorsun?" diyerek başımda dikilip bana bakan Tuğçe’ye döndüm. "Dalmışım Tuğçe ya. Bahçeye çıkalım mı?" Tuğçe'nin de onaylamasıyla bahçeye çıkınca, Fatih'in yanımıza doğru gelmesiyle birlikte Tuğçe "Hadi onunla da konuşuyorum de de kalp krizi geçireyim şuracıkta." deyince "Ben bir dil altı hapı alıp geleyim o zaman." cevabını verirken, Fatih çoktan yanımıza gelmişti bile. "Selam kızlar." Tuğçe şaşkınlıkla açılan gözleriyle bana bakarken ikisini tanıştırmaya yeltendim, ki "Tabi ki onun ismini biliyorum." deyince Fatih'in de okulda tanınan biri olduğunu anlamış oldum. Hadi ama... Ben sıradan, ilgi çekmeyen bir kızdım. Bence bu okulda bir gariplik vardı, bende değil... Bu arada Fatih'in ünü de basketbol takımından geliyormuş. Bence bu okuldaki herkes havalı. Sorun bu. Bir kişi bile ezik olsa ben onu çoktan aramadan bulmuştum zaten ama bu okulda öylesi yoktu işte. Ki ben o ‘Ezik’ diye adlandırdıklarını tüm havalı züppelere değişmezdim hiçbir zaman. Zil çalınca sınıfa çıkıp derse girdik. Ve Semih'le Ozan yine yok. Nasıl şaşırdım anlatamam! Hocanın son dakikalarda bizi serbest bırakmasıyla başımı sıraya koymuştum ki tanımadığım bir numaradan mesaj geldi. ‘Spor odasına. Hemen!’ Neydi şimdi bu? Gidiple gitmemek arasında kalırken kendi kendime omuz silktim. En fazla ölürdüm o kadar. Ki fena da olmazdı yani. Hocadan tuvalete gitmek için izin alıp merdivenlere yöneldim. Aşağı spor odasına inince kimseyi göremedim. Perdelerin kapalı olması etrafı görmemi engelliyordu çünkü. Telefonun ışığını yakıp içeri girerken bir yandan ışığı yakmak için düğmeyi arıyor, bir yandan da ‘Umarım biri beni öldürmez.’ diye kendimi avutuyordum. İşte tam da bu sırada arkamdan bana sarılan kollarla çığlık atmaya başlamıştım ki bir el ağzımı kapattı. Korkudan elimden düşen telefonla her yer daha da karanlığa gömüldü. "Şşş." O kadar kısık bir sesle söylemişti ki, tehdit eder gibi değil de, yalvarır gibiydi sanki. Tabi ki de bir şş sesinden insanların ne demek isteyeceğini anlayacak kadar zeki değildim ama, bunda anlamlandıramadığım bir yakarış sezmiştim nedense. Beni kendine döndürürken ellerimi sıkıca tutuyordu. Ben hâlâ ne olduğunu kavrayamamışken karşımdaki kişinin boynuma gömülmesiyle korkum arttı. Ama hiçbir şey yapmayıp sadece öylece duruyordu. Kimdi bu? Ne istiyordu ki benden? Hem numaramı nereden biliyordu? Kafamda binlerce soru dönerken "K-kimsin sen?" sorusu çıktı ağzımdan. O kadar çok korkmuştum ki kekelememe engel olamadım. Ses çıkartmadı karşımdaki kişi. Öylece duruyordu. eden sadece böyle duruyorduk ki? Bir süre sonra beni bırakınca arkama bakmadan kaçtım. "Kübra iyi misin? Yüzün kireç gibi." "Sonra anlatırım Tuğçe. Anlatacak halde değilim şu an." diye fısıldayıp kafamı sıraya gömdükten sonra az önce olanları düşünmeye başladım. Neler olmuştu az önce öyle? Kimdi o manyak? Ne diye hiçbir şey yapmadan öylece durmuştuk ki? “Kübra. Korkutuyorsun beni.” diyen Tuğçe ile kafamı sıradan kaldırırken, çalan zille birlikte sıradan kalktım. “Nereye?” diye sorduğunda dönüp ona baktım. “Telefonumu düşürdüm. Onu alacağım.” *** Tuğçe'den; Kübra telefonunu geri alamaya gittiğinde ben de sinirle Semih’i bulmak için sınıftan çıktım. Yahu bize diyordu dikkat dikkat diye elli kere, ama beyefendi kendisi yapıyordu en büyük dikkatsizliği göz göre göre. Gözlerim onunkini bulustugunda, sinirle yanına doğru yürüdüm kaşlarımı çatıp. "Ne yaptığını sanıyorsun sen Semih?" Ozan "Ne yapmış ki?" diye sorduğunda ona bakmadan Semih’e bakmaya devam ettim. "O biliyor." "Ne? Ne dememi istiyorsun ki? Özledim tamam mı? ölüyorum kızım ben. Her gün biraz daha fazla ölüyorum. O beni hiç tanımayan, benim hiç tanımadığım bakışlar var ya hani, onları gördükçe biraz daha fazla ölüyorum. Bir insan kaç kere ölür amına koyduğumun şu dünyasında ya? Kaç kere? Ben her günü de geçtim, her an ölüyorum." dedi sinirle, bir yandan da Kübra kapıdan içeriye girer de duyar diye temkinli bir sesle. "Tamam. Kız bağır çağır. Ne istersen yap hadi. Bir kaç dakika bile olsa kokusunu alayım istedim. Eskisi gibi sarılsın istedim belki bana. Belki de başla bir şey bilmiyorum. Sadece artık dayanamıyorum.' dediğinde gözlerim dolmuştu. Biliyordum. Belki de en iyi ben anlıyordum ama... İşte. Ne onun yapabileceği bir şey vardı ne de benim bu durumda. Sadece beklememiz lazımdı. Bir kere aşık olan bir daha olurdu. Olacaktı da. İnanıyordum ben. Öylesine bir aşk değildi ki onlarınki. Aynı şekilde bizimki de öylesine bir arkadaşlık değildi. Eskiye donmeyecektik belki bu saatten sonra ama, eskisi gibi olacaktık. Biliyordum ben. "Hepsi geçecek." dediğimde kafasını iki yana sallayan Semih'in aksine, umutluydum. Umut olmasa yaşayabilir miydi ki zaten insan? Ne kadar su an aksini söylüyor olsa da Semih de bir umudun peşinden koştuğu için burada değil miydi zaten? O umut yok olup gitse, buraya kadar gelmezdi ki. Hepimizin vardı umudu. Az ya da çok. Semih'in umudu azalıyor gibi dursa da, ben biliyordum. Hem çok adım kadar çok iyi biliyordum ki, biz bunu başaracağız. Ona da öğretecektim bunu. Gerekirse döve döve. Ama öğretecekti. Bu kadar çaba sarf ettikten sonra vaz geçme gibi bir şansı yoktu. Olmaması gerektiğini bilmesi gerekiyordu. Yemin ederim gerekirse kafasını taşlara vura vura ogretirdim. Bizi bu kadar organize edip kızın okuluna getirip sonra yok ha ben vazgeçtim diyemezdi. Yok öyle. Adamı doğduğuna pişman ederdim ben gerekirse. Umutsuzca "Geçmeyeceğini en iyi ikimiz biliyoruz." dediğinde karşısına oturdum sinirle. "Biliyor muyuz? Gerçekten mi? Madem biliyoruz neden burdayız Semih? Ne güzel yaşayıp gidiyordum ben kendi halimde. Neden getirdin beni buraya abi? Niye ümit verdin. Kötü olduğunu göreyim diye mi? Vazgeçtiğini bana da onaylat diye mi? İyi olacağız dedin. Hani? İki günlük müydü o bitmeyen umudun? Bu kadar mıydı?" dediğimde afalladı önce. Sonra da gözlerindeki o saçma ifadeden kurtuldu. "Tamam. Bir anlıktı. Bilmiyorum. Arada saçmalıyorum herhalde. Ama geçti." dediğinde gülümseyip "Azar yemesi lazımmış geçmesi için." diyen Ozan'dan sonra kahkaha attım. Semih de gülümsemişti. İşte bu kadardı. Gülmeye gelmiştik biz buraya. Ve gülecektik de.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD