KAÇIŞ / "Siyaz'a Değdi Mi Gözlerin?"

2312 Words
Siyaz ile tanışmak için güzel bir gün... Siyah ve Beyaz satırlarıma beklerim. Gecelerin insi karanlıkları çökerken müeebbed yalnızlıklarıma, bütün sözler sessize ayrılsa diyorum dünyamdan. Yanıma diz çöküp benimle beraber iç çeken düşlerim, yeniden geceyle yalnız bıraksa. Sonra doldursam parmaklarıma sinsi kaosu nedensizce. Ardından yeryüzünü utandıran, bir çift güzel tebessüme bıraksam ruhumu... O benden gidinceye dek sıkı sıkı sarılsam, onu bana gönderenin (cc) varlığına. Ve o gidince, nasırlı parmaklarımı uzatsam gittiği yollara... "Emanetleri en iyi koruyana emanet ettim seni." diye fısıldasam. O duymasa da... ... Bedenimi ele geçiren soğuklukla beraber titreyen bacaklarım, yürümemi zorlaştırıyordu. Şimdi girdiğim apartmanın ince uzun girişinde ilerlerken, hangi kata çıkmam gerektiğini hesaplamaya çalışıyordum. Zemin kattan ümidimi kesip, merdivenlere yönelirken arkamda bıraktığım giriş kapısına kaydı gözlerim. Az evvel orada bıraktığım adam yerinde değildi. Yüzümde ne anlama geldiğini bilmediğim gülüşüm onun ardında takılı kalırken, bedenim gittiği için yeniden feryat figandı. Ben merdivenlerin birkaç basamağını çıkmaya başladığımda, apartman içinde yankılanarak açılan bir kapının sesi duyuldu. Ardından zeminde tok sesler çıkaran ayakkabı sesleri, kulaklarımı titretmeye başladı. Birkaç adım daha tırmandıktan sonra aşinası olduğum yüz, kocaman bir gülüşle merdivenlerin başında belirdi. Samimiyeti gözlerine yansıyan Ozan Ağabey, beni baştan aşağıya süzmeye başladı. En sonunda gözleri gözlerimle buluşunca kafası sağa sola, onaylamaz bir şekilde hareketlendi. "Ekim seni de yoldan çıkardı, değil mi?" Kaşları ortaya doğru çatılmıştı. Ben hareketsiz onu izlemeye devam ederken, iki basamak inmişti bile. "Sare, soğuktan donmak istiyorsun galiba. Hasta olacaksın. Bekleme şöyle ıslak ıslak, hadi eve çıkalım." Kafamı varla yok arası sallarken yukarı çıkmaya başlamıştık. Garip bir duygu nüksediyordu ruhumda. Daha yeni sayılabilecek bir sürede bu insanlarla, bu kadar çabuk kaynaşmak korkutuyordu beni. Ve ben tanışma kısmını çabuk atlamış, üstüne birde ilk kez başka birisinin evinde kalacaktım. Ozan Ağabeyin varlığı yanımda silikleşiyordu, yorgunluktan ağırlaşan bedenimi zapt etmeye çalışıyordum. Dar koridoru arşınlarken, Ozan Ağabeyin sitemkar sesi, hiç durmadan beni azarlamaya devam ediyordu. "Şu haline bak. Ah o Ekim yok mu? Hep böyle yapıyor. Kaç kez hasta oldu yağmurda kaldığı için. Şimdi seni de mi bu işlere alet ediyor?" Bana kısa bir bakış attı. Konuşmayacağımı biliyordu. Ben sustukça o konuşmaya devam etti. "Kızım sen yakında doktor olacaksın, niye uyuyorsun ki ona? Yok yok sizi başıboş bırakmaya gelmiyor. Bence ikiniz de güzel bir sopayı hak ediyorsunuz ama neyse..." Bana kızgın gözlerle bakmaya devam ediyordu. Onun uzun konuşmasını bölen şey, koridorun sonundaki kapıdan kafasını çıkarıp, bizi tatlı bir gülüşle seyreden kadın olmuştu. Ozan Ağabey onu görünce hafif bir duraksama yaşadı. Gözleri karşımızda bizi izleyen kadınla buluşunca, bedeninde sinir namına hiçbir şey kalmamıştı. Az evvel bana kök söktürmeye niyetli gibi duran adam muma dönmüştü... Bacakları Ozan Ağabeyden bağımsız çalışıyor gibi bizi kadının olduğu yere getirmişti. Biz kapıya yaklaşınca yarım açık olan kapı ardına kadar açıldı. Girmekte tereddüt etsem de Ozan Ağabey beni eliyle yönlendirince, kararsızlık kokan ayaklarım o eve ilk adımını attı... Bazen yazarken parmaklarım yaşadıklarımı, keşke diyorum... Keşke kelimelerinde birer kokusu olsa. Keşke benim bedenimden feragat eden her bir sözcüğüm, anlatsa ruhumdan gelen yanık kokularını. Huzurun işlendiği o eve attığım ilk adımımı yazarken kağıtlara; yüreğimin çatlaklarından sızan anılar işlense satırlara... Şimdi uğruna hayatımı feda edebileceğim o eve yeniden adım atmaya hakkım olsa, ruhuma fatiha okuya okuya koşardım o anılara... O adımla beraber içgüdülerimin arasına saklanan his kafasını kaldırdı. Soluk soluk içime işleyen müstehcen bir koku burnumda keşfe çıkarken; ben gecenin ardından gelen o nazlı kokuya, gözlerimi yumarak narin bir "Merhaba." sundum. Bedenim suratıma çarpan evin aurası ile mest oluyordu adeta. Ve ben yine, yeniden "Bu hissi daha önce de yaşamıştım." diye içten içe düşünmekten kendimi alamadım. "Sare, bu Zeynep Ablan... Uzun zamandır seninle tanışmak istiyordu." Ozan Ağabeyin sözleriyle ortamdan kopan ruhum geri gelmişti. Gözlerim Zeynep Ablaya kaydı. Ve ben ömrüm boyunca görebileceğim en güzel kadınla tanışma lütfuna eriştim. Ona baktıktan bir süre sonra istemsizce birkaç defa göz kırpmıştım. Çünkü güzelliği gerçek olamayacak kadar hayaliydi... "Merhaba Sare..."Sesi bile güzeldi. "Merhaba, Zeynep Abla." Sözlerimi henüz tamamlarken kolumdan çekip, ıslak vücuduma sıkı sıkı sarıldı. Anın etkisiyle şaşırsam da karşılık vermem uzun sürmemişti. Beni sarmayı bırakınca hızlı hızlı konuşmaya başladı. "Çok ıslaksın... Üşümüyor musun böyle? Hadi gel, hemen birkaç giyecek bulalım sana. Yoksa hasta olacaksın." En az Ozan Ağabey kadar samimiydi. O gülünce yanağında çukur olan iki gamzesi resmen göz kırpıyordu. Muhtemelen otuz sekiz veya kırk yaşlarında olmalıydı. Lakin üzerine giydiği siyah uzun elbisesi ve ince sayılabilecek uzun boyuyla beraber kusursuz gibiydi. "Aslında fazla üşümüyorum. Zahmet etmeyin." Üzerimde ıslaklığın etkisiyle koyu renge bürünen elbiselerim resmen aksini iddia ediyordu. "Sare ben senin ablanım. Benimle bu kadar resmi konuşma lütfen. Ayrıca ben misafirimi bu halde bırakamam." İnce uzun parmakları ellerimi buldu. Ve seri adımlarla bir odaya yönlendirdi. Arkamızda bir adet şaşkın Ozan Ağabey bırakarak... O kadar hızlı adımlar atıyordu ki etrafımı inceleme fırsatım olmuyordu. Ahşap bir kapının önünde durdu. Eli kapı kolunu kavrayınca cırlayan bir ses ortama yayıldı. Odaya girerken aynı kokunun kaynağını bulmuştum. Bu kokuyu tarif edebilecek bir kelimem yoktu. Lakin öyle bir yaşanmışlık sinmişti ki, kelime bulamadığım bu kokuyu daha önce aldığıma eminim. Geçmişten gelen bu koku ruhumu okşuyordu. Zeynep Abla odanın ışığını açınca, onların yatak odası olduğunu anlamıştım. Ahşap tonlar ağırlıktaydı. Beyaz aydınlatmaların olduğu oda huzur kokuyordu. "Sana kendi kıyafetlerimden vereceğim ama olur mu bilmiyorum. Çok zayıfsın..." Onun sesiyle kafamı aşağı indirip bedenimi baştan aşağıya süzdüm. Aslında o, bu kadar narin bir vücuda sahipken bana zayıf demesi garipti. Bu durumu onun anaç duygularına bağlama gereği duydum. Ben cevap vermediğimde o da dolaba yöneldi. Siyah bir eşofman altı ve siyah bir kazağı bana uzatırken yüzünde ki gülüş gözümden kaçmamıştı. Elinden kıyafetleri aldım. Gözlerim istemsizce yeniden yerle buluştu. Bu kadın fazla güzeldi. "Ekim'e şaşırıyorum. Bu kadar tatlı bir kızı nasıl yağmurda bekletir? Üstelik birde yaralıyken." 'Ekim' ismini duymamla kafamı kaldırmam bir oldu. Zeynep Ablanın güzel bakışları yüzümde gezinmeye başladı. Cümlesinin içindeki Ekim'den sıyrılınca asıl anlama odaklandım. Elim hemen kaşımdaki yaraya gitti. Islak sargı bezi yapışkanlığını kaybetmiş ve düşmek üzereydi. Zeynep Abla söylemeseydi ben varlığını bile hatırlamayacaktım. "Aslında onun bir suçu yok. Ben ıslanmak istedim." Kafasıyla beni onaylarken kelimeleri odanın atmosferine karışmaya başladı. "Saat geç oldu. Sen burada rahatça giyin. Bende sana yemek hazırlayayım." Dudağım onun ilgisiyle sola kıvrılırken, "Ben aç değilim abla. Yorulma boş yere." dedim. "Neyse sen giyin salona gel. Bekliyorum." Benim vereceğim cevabı beklemeden odadan ayrıldı. Ona ısınmıştım... Ozan Ağabeyin kadın versiyonuydu resmen. Akla zarar bir güzellikteydi ve bana bu kadar sıcak davranması daha çok ısınmamı sağlıyordu. Bu düşünceler beynimi yoğururken kıyafetlerimi çıkarmaya başladım. Bedenim ıslaklıktan kurtulunca, tüylerim diken diken olmuştu. Siyah kazak vücudumda bir beden büyük durmuştu. Belimden kayan eşofmanı ise iplerinden sıkıp, vücuduma uydurmuştum. Yatağın karşısına konulan boy aynasının önüne geçtim. Islak saçlarım kurumaya başlamıştı ama yoğun bir nemlilik vardı. Gözüme çarpan ilk şey, kaşımda emanet gibi duran bez parçasıydı. Aynaya iyice yaklaşıp dikişli kaşımın üzerinde duran yapışkanlı bezi çıkarmaya başladım. Sızlamaya başlamıştı. Sargı bezi elimdeyken aynı zamanda bol yağmura maruz kalan dikişlerimi kontrol ettim. Pansumana ihtiyacı vardı... Saçlarımı sağ omzumun sağından sarkacak şekilde ördüm. Son bir defa aynaya baktıktan sonra odadan çıktım. Dış kapının bağlı olduğu hole çıkınca duvarlardaki beyaz renk göze çarpıyordu. İçeriden gelen sesleri takip edip, çift kapılı salonun önünde durdum. Utanıyordum. Evin her zerresi huzur kokarken bile içeri girmeye utanıyordum. "Ekim, yeter anladım. Bu kaçıncı söyleyişin?" Ben tam kapıdan içeri girecekken, Zeynep Ablanın konuşması üzerine olduğum yere dikildim adeta. Ekim mi demişti az önce? Burada mıydı? İçimi garip bir heyecan kapladı. Adı geçtiğinde nefesim boğazıma dizildi. Ve onun burada olma ihtimali ile bedenim ruhumu taşıyamaz oldu. Kapının pervazına biraz daha yaklaştım. Konuşmalar daha netti şimdi. "Anlıyorum telaşını ama buna da kafa derler. Ablacım beni tanımıyormuş gibi konuşuyorsun." Bir süre Zeynep Ablanın sesini duyamayınca, Ekim ile telefonda konuştuğunu anlamıştım. Derin bir iç çektim. Bu geceki konuşmasından sonra buraya gelmesini bekleyemezdim. Gözlerimi yere dikip, dinlemeye devam ettim. "Ben Sare'yi gece sık sık kontrol edeceğim. Merak etme sen..."Benimle ilgili konuşuyorlardı. Kapıya biraz daha yaklaştım. "Ekim dinle beni canım. Bunları bana neredeyse elli defa anlattın. Hem telefonda hem de yüz yüzeyken... Onu yalnız bırakmayacağım. Merak etme. " Ekim burada değildi ama aslında buradaydı. Beni merak edip Zeynep Ablaya kontrol ettiriyordu. Bir insanın vücudu yanımda değilken bile varlığını bu kadar derinden hissettirmesi... Onu anlatacak ve varlığını betimleyecek kabiliyette değilim. Şimdi keşke dilime en güzel şiirler bahşedilse ve vücudum o şiirlerle sarsılsa. Onun varlığı umuttu... Onun varlığı huzurdu... "Gözün arkada kalmasın. Sare'ye gözüm gibi bakacağım..." deyip, bir anda durdu Zeynep Abla. Sonra tereddüt eder gibi konuşmaya başladı. "Ben Sare'ye bakarım bakmasına da peki sana kim bakacak? Eve de gitmiyorsun. Sıkıştırdın iyice bedenini kitabevine. Ablacım..." Yine durdu konuşması. Bu sefer derin bir iç çekti. "Sen iyi değilsin değil mi?" Duyduğum son sözlerle olduğum yere yapışmıştım. Bu ne biçim ses tonuydu böyle? 'Sen iyi değilsin değil mi?' Ekim'in bu geceki hali karşıma geçti bir anda. Kafası hafif sola eğik ve gözleri kısık bir şekilde yere bakarken... Bana sarılması ve aynı dakikada benden uzaklaşması... Hala kötü müydü? Bana sarılması canını çok mu yakmıştı? Biliyordum. Bana sarıldığı gibi tereddüt etmiştim zaten. Çünkü o sarılmaz, o dokunmaz... O uğruna canını seve seve verebileceği Allah'a (cc) bu denli bağlıyken, görünmez setler örmüştü ruhuna ve ben dolaylı yoldan o setlere güçlü darbeler indirmiştim. Derin bir iç çektim. O iyi değildi. O Rabbine ihanet etmişti. Bunun sorumlusu ise bendim... "Seni anlıyorum. Lakin unuttuğun bir şey var. Her şeyi derinlemesine düşünüyorsun. En ince ayrıntısına kadar... Fakat gözünün önündeki şeyi bir türlü göremiyorsun Ekim..." O yeniden konuşunca, bende iki katı dikkatle dinlemeye başladım. "Yaptığın şey yanlış, evet haklısın. Peki o kitabevinde öylece durup düşünmek neyi halledecek? Ekim, Allah'tan hangi ara bu kadar ümidini kestin?" Derin bir iç daha çekti. Ve iç çekmesi onu rahatlatırken, benim göğsüme kocaman bir yük oturtmuştu. "Ekim... Allah, "Tevbeleri kabul ederim." diye buyurmadı mı? Şimdi çık o kitabevinden ve tefekkür etmeyi sevdiğin yere git. Bence konuşacaklarınız var. Seni bekleyen zatı daha fazla bekletme." Birkaç saniye karşı sesi dinleyip telefonu kapattı. Neden burada olmak bu kadar huzur verirken, ruhuma bir ağırlık çökmüştü ki? Karamsarlığın koyu tonuna bulanmaya başlıyordu parmaklarım... Onun iyi olmadığını bilmek can çekişmeme neden oluyordu. Derin bir nefes aldım. Ardından salona girdim. Ozan Ağabey beyaz koltuklardan birine oturmuş, Zeynep Abla ise salonun sonunda bulunan yemek masasının başında duruyordu. Beni görünce yüzünde yeniden güzel bir gülümseme belirdi. Yine iki gamzesi arz-ı endam ederken ben kısa bir tebessümle karşılık vermiştim. "Sen şu sandalyeye geç. Bende sana yemek getireyim." Sesindeki hoş tını bedenimi gıdıklıyordu sanki. İstemsizce gülmeme ve ona olan sempatimin artmasına neden oluyordu. "Zeynep Abla boşuna uğraşma lütfen. Gerçekten yiyebileceğimi zannetmiyorum." Ozan Ağabeyin tehditkar sesi kulaklarımı çınlatırken, kafamı masaya gömmeyi diledim. "Sare saçmalama o yemek yenecek. Baksana kuş kadar kalmışsın." "Ozan Ağabey gerçekten yiyebilecek durumda değilim. Tokum ben. Hem Zeynep Ablam da boşuna yorulmasın şimdi." Gözleri üzerimde takılı kaldı bir süre, sonra kafasını varla yok arası salladı. Onu ikna ettikten sonra Zeynep Abla imdadıma yetişti. "Yorgun gibisin. Saatte epey geç oldu. İstersen kalacağın odayı göstereyim sana..." Yerinde biraz kıpırdanınca onun da yorgun olduğunu anlamıştım. "Evet biraz yorgun hissediyorum. Sizi de bu saatte rahatsız etmek istemezdim. Lütfen kusura bakma Zeynep Abla. Yoruldun benim yüzümden." "Sare saçmalama lütfen, Ekim haber verse daha güzel karşılardım seni. Sen kusura bakma asıl. Hadi kalk sana kalacağın odayı göstereyim." 'Ekim' derken gözleri tamamen gözlerimi hedef alıyordu. Kesinlikle bende aradığı bir şey vardı. Lakin bulabildi mi bilmiyorum. Ozan Ağabeye de "İyi geceler" dedikten sonra beraber koridorun sonundaki odaya girmiştik. Gecenin zifiriliği çökmüştü odaya. Işığı açmadan önce göz gözü görmüyordu. Zeynep Ablanın ışığı açmasıyla tavandaki beyaz spotlar tek tek parlamaya başladı. Asil bir siyaha boyanan odanın karşılıklı iki duvarı boydan boya kitap rafları ile çevriliydi. Beyaz rafların üzerinde boy gösteren sayısız kitap ile nutkum tutulmuştu. "Sare, ben senin için diğer odayı ayarlayacaktım ama Ozan Ağabeyin burayı hazırlamamı istedi. Ancak rahat edemem dersen diğer odayı beş dakikaya hazırlarım." Gözlerimi zorda olsa odadan ayırdığımda, Zeynep Abla merakla bana bakıyordu. "Hayır ablacım yorulma. Hem burası gerçekten çok güzel." "Burası Ozan'ın çalışma odası. Arada bir bu oda da kalıyor. Kitapları arasında uyumayı seviyor. Bazen de uykuya kalıyor ama dalga geçeceğimi bildiği için söylemiyor." Son cümlesini biri duyacakmış gibi kulağıma eğilerek fısıldamıştı. İkimizde karşılıklı gülerken, o iki duvar arasında kalan ve pencerenin bitişiğine bırakılmış yatağa doğru ilerledi. Esnek hareketlerle çarşafları değiştirmeye başlayınca, uykulu olduğu her halinden belliydi. "Zeynep Abla..." dedim birden bire. Kafasını kaldırıp, gözlerimle buluşunca devam ettim. "...sen bırak o çarşafları, ben hallederim." O çarşafları değiştirmeye devam ederken ben hızlıca yanına yürüdüm. Beni dinlememezlikten geliyordu. "Lütfen ben yaparım abla, sen git dinlen." Bir süre bana bakmaya devam etti. Sonra çarşafları usulca yere bıraktı. "Tamam o halde. Ben çıkıyorum." Zeynep Abla tam kapıdan çıkarken aklıma gelen ile seslendim. "Evde batikon var mı?" Gözleri kaşımdaki yarada gezindi. Odadan çıkıp, birkaç dakika içinde geri geldi. "Burada gerekli her şey var." Beni yatağa oturttu. Yarayı bir güzel temizleyip kapattı. İşini hallettikten sonra yanağımı okşaması gözümden kaçmamıştı. "Ben gideyim artık. Bir isteğin olursa, karnın acıkırsa çekinme sakın. İyi geceler." "İyi geceler abla." Kapıya doğru yürürken, arkası dönük bir şekilde konuşmaya devam etti. "Sıkı örtün. Hasta olma sakın. Ekim seni bana emanet etti." Dudaklarıma tatlı bir gülüş yayılırken, Zeynep Abla odadan çıkmıştı bile. Çarşafları düzeltip, yatağa uzandım. Siyahın mest ettiği bu odaya damlayan tek ışık, camdaki ince tül perdeden içeriye sızan ay ışığıydı. Gümüş bir ton odayı kaplamışken benim aklıma takılan tek şey, onun iyi olup olmadığıydı. Yanımda ne telefonum ne de çantam vardı. Ona ulaşabileceğim herhangi bir imkana da sahip değildim. Hoş olsa bile iletişime geçer miydim bilmiyorum. Yastığa iyice yayıldım. Saçımdaki örgü rahatsız ettiği için onu da açmıştım. Aklımın dibine gömmeye çalıştığım görüntüler, tek tek su yüzüne çıkıyordu. Onun o matem yüklü suratı zihnime kazınmıştı resmen. Gözlerimi kapattığım an beliriyordu hemen. İnsanlar dışarıda, etrafında başkaları olsun veya olmasın rahatça ahlaki kuralların dibine vururken, o yalnız olduğunda bile haya sahibiydi. Sadece iki ay... İki aydır hayatımda ve ben onun dalgalarına bilinç dışı kapıldığımın farkındayım. Yanlışı doğruyu tartamıyorum ama bildiğim tek şey varsa, o da Ekim'in yanındayken hiçbir şeyin yanlış gelmediği düşüncesi. Yirmi yıllık hayatımın tek gerçeği, onun gösterdiği yolda yürümek olacak. Hissediyorum... Onun ilerlediği bu yolda, varlığından habersiz olduğum duygular var. Onu düşünmek bana iyi geliyordu. Birden bire sessiz olan oda da sessizce fısıldadım. "Bu kitaplar tek tek şahidim olsun ki; ömrümün sonuna kadar onun olduğu yolda, onun olarak yürüyeceğim... " devamı diğer bölümde...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD