KAÇIŞ/"Cehennemde Kalmaya İkna Olmak"

4441 Words
Kaçış/ 5.Bölüm * Onun sorusunu tamamladığı o yerde koyulaşan göz bebekleri gittikçe büyüyor, benim ise ona dair bütün soru işaretlerim kendini feda ederek hava da asılı kalıyorlardı. Titreyen ayaklarım gitmek için can atarken, gidecek hiçbir yerimin olmaması o koltuğa beni zamk gibi yapıştırıyordu. Cehennemine verebilecek sesli bir cevabım yoktu ama bir yanım kalmak için çoktan yerleşmeye başlamıştı bile… Bir insanı zamandan bir anda kopartan bir şey varsa, o da kesinlikle bir anda kafasına balyoz gibi inen gerçekler olmalıydı. Fark etmenin o ağır yükü, zamanı durdurabilme yeteneğine sahip olmalıydı. Çünkü etrafta hareket eden her şeyin bir anda bütün her şeyi ile donması başka şekilde açıklanamazdı… O kapıyı, Ammar gittikten sonra da açmadım. Öylece yatağımda oturmuş, onun sözlerinin haklılık payını kafamın içerisinden süzüyordum. Ve olduğum yerde, kafamın içerisinde hareket eden düşünce tilkilerinden başka bir şey yoktu. O kadar hızlı hareket ediyorlardı ki, hiçbirinin kuyrukları birbirine değmiyordu. Sırtımı iyice yatak başlığına yaslamıştım. Güneşin öğle saatlerine doğru evrildiğini anlayabiliyordum. Rüzgarın cama çarpan sert bir esişi de yoktu ve her şey benim öylece durmam ile sessizliğe bürünmüştü. Oturarak zamanın benim lehime değil aleyhime aktığını hissedebiliyordum. Çünkü durduğum o yerde bana çarpan her şey pişmanlıkla yoğrularak geliyordu. Bu dinin hassasiyetlerine karşı daha çok yeniydim ama bu yolu ben seçmiştim. Ve seçerken her şeyin nasıl ilerlemesi gerektiğini tek tek araştırmıştım. Hatta öyle ki, yeni oluşan hassasiyetlerimin tam oturabilmesi için bu dini seçtiğimden beri kalabalık aile ve arkadaş ortamlarına girmek istememiştim. Çünkü biliyordum ki seçtiğim bu yeni yer, eski yaşantımla taban tabana zıttı. Şimdi ise o seçimden sonra ilk kez ailemden olmayan bir erkekle yaşamak mecburiyetindeydim. Ve sınırlarımı ciddiyetle koruyamamak onu da, beni de zor durumda bırakmak dışında başka bir şeye yaramıyordu. Bir bakışın bile bizi davamızdan ayırabileceği çetin bir sınavdı bu. Ve nasıl korunmamız gerektiği büyük bir muammaydı benim için. O tamamen uzak durmayı seçmişken, ben hala arayıştaydım. Ama bildiğim tek bir şey var ise o da onu zor durumda bırakmamam gerektiğiydi. Bakmasına sebep olmak bile baş aşağı düşmesine neden olacaktı. Yollarımızın çok değil, en fazla birkaç zaman içinde ayrılacağını tahmin etmek zor değildi. Muhakkak ayrılmak zorunaydı. Ama o vakte kadar elimden gelenin en iyisini sergilemek benim için mühimdi. Sonrası mı? İşte orası kocaman bir muammaydı. Sonrası benim için yok denecek kadar pusluydu. Bakışlarım yapacak bir şey arar gibi banyo kapısına döndü. Bu odanın dışına yemek yemek için çıkmam gerekecekti ve çarşafım leş içindeydi. Yapacak bir şey bulmuş olmanın mutluluğu ile yavaşça yataktan aşağı kaydırdım bedenimi. Saçlarımdaki banyo havlusu kafama ağırlık yapsa bile aldırmadan, yatağın ucunda duran çarşafımı alıp banyoya doğru yürüdüm. Çamaşır makinesi var mıydı bu evde bilmiyorum ama bu halde kapıyı bile açamazdım. Bu yüzden ellerimle yıkamak zorundaydım. Armatürü açtığım zaman banyonun duvarlarından aşağı inen nem damlalarına benzer bir su yeniden küvete akmaya başladı. Siyah çarşafı akan suyun altına bıraktım. O ıslanmaya başlamış iken lavabonun hemen kenarında duran ve otel şampuanlarını andıran küçük şişeyi aldım. Neyse ki temiz su vardı ve çamaşır makinesi ihtiyacımı rahatlıkla kendim halledebilecektim. Eğilmeden şişenin kapağını açıp çarşafın üzerine yukarıdan akıtmaya başladım. Akan su ile birleşince hemen köpüklenmeye başlamıştı. Ardından karnımı çok kasmamaya dikkat ederek şişeyi küvetin kenarına koydum ve çarşafa doğru eğildim. İlk kez elimde bir elbise yıkıyordum. Ve acemiliğim dışarıdan bakan birisi tarafından rahatlıkla görülebilecek türdendi. Neyse ki yalnızdım… Su ile birleştikten sonra iyice ağırlaşan çarşafı ellerimle çitilerken karın kaslarımın isyan eder gibi çığlık attığını duyabiliyordum. Birkaç dakika çitilemenin yeterli geldiğini düşünerek su ile durulamaya başladım. İyice köpüklenen çarşafın beyaz köpükleri su ile buluştukça hızla aşağı süzülüyordu. Akan her beyaz köpüğün o hızlı sönüşü ve bir anda yok oluşu o kadar bana benziyordu ki, bu işin sonunda akıbetimin bu köpüklerle aynı olacağını tahmin edebiliyordum. Zaferin Allah tarafından gönderileceğine şüphem yoktu ama sonu göremeyecek kadar güçsüz olduğumu çok iyi biliyordum… Bu zafere tanık olmayı hak eden birisi var ise o da odanın kapısının dışında kalan adamdı. Her şeyi ile mücadelesinin bedelini ödüyordu. Sakındığı en ufak bakış bile mücadelesi içindi. Sonu görmek en çok onun hakkıydı… Çarşafı gücümün yettiğince sıktığım zaman koltuk altlarımdan başlayan ağrıların bedenimin aşağılarına doğru indiğini hissedebiliyordum. Kaburga kemiklerim iyiden iyiye üzerlerindeki morluğu haykırmaya başlamıştı. Daha fazla aynı pozisyonda duramayacağımı anladığımda elimdeki çarşaf ile doğruldum. Banyonun o zeminini kaplayan soğukluk, duvardaki sıcak su nemlerine rağmen hissedilebilirdi. Odaya geri döndüğümde dolabın pencereye doğru bakan kapaklarından birisini açtım ve güneşi alabilecek bir şekilde çarşafı dolap kapağına astım. Öğlenin o kuru güneşi yaz aylarındaki kadar sıcak olmasa bile en fazla yarım saat içerisinde kurutabileceğini düşünüyordum. İşim tamamen bittiğinde pencereye doğru yanaştım. Ammar herhangi bir uyarıda bulunmamıştı ama camları ve perdeleri ellemenin tehlikeli olabileceğini tahmin edebiliyordum. Bu nedenle belli bir mesafe bırakarak stor perdenin aralıklarından dışarıyı izlemeye başladım. Etrafı saran yeşilliklerin dışında hiçbir şey yoktu. Bir kaçış sebebi ile değil de bambaşka bir nedenle burada olmuş olsaydım şu an o yeşil ağaç ve bitkiler arasında uzanıyor olurdum. Ve muhtemelen birisi huzurumu kaçırmadığı müddetçe kalabilirdim. O kadar güzel bir birlikteliği vardı ki her dalın birbiri ile… Gözümün çarptığı yer yaprakta bir yaratıcının varlığını görememek mümkün değildi. İnsanlık buradan uzaya yol yapsalar dahi bir yaprak tanesinin verdiği huzuru vermeye kadir olamayacaktır. Geceleri ölümü dilediğim günlerden, bir yeşilliğin ahenginde huzuru bulmamı sağlayan Allah’a hamd olsun… Her şey üzerime çullanarak gelse bile beni asla bırakmadığı için sonsuz bir minnet duyuyordum. Gerçek yaratıcı ile buluştuğum o ilk günden beri imtihanlarım devam ediyordu. Ama öyle bir iç huzuru vermişti ki bana karşılığında, gözlerimin önünden kan şelaleleri süzülse de bir kez olsun onu sorgulamıyordum. Çünkü biliyordum ki beni ölüm ile burun buruna getirmesi, ölümü dileyerek yaşamaktan çok daha çekilebilirdi… İnsanın ruhunun içinde yaşadığı bedene düşman olması bütün imtihanların üzerindeydi ve ben onun yolunu kabul ettiğim günden beri ruhum bedenimle sonsuz bir dostluk anlaşması imzalamıştı. Belki de siyah bir kalkan ile sonsuza kadar korumaya almak istemem bundandı… Yeşilin her tonunun ayrı ayrı işlendiği o manzaradayken gözlerim, Ammar’ın geçmişini düşünmeye çalışıyordum. Ben Josef Levy’nin yıllarca çalışmadan harcayabileceğim sonsuz bir servetin tek varisiydim. Ve babamın kanı on tırnağımın onunda da vardı. O bahçeden ayrılırken toprağa süzülen kanı parmak uçlarımın çizgilerine bile işlenmişti. Hatırıma düşenler ile gözlerimi yummadan edemedim. Yeniden açtığımda görüntüleri zihnimin arka odasına atmaya çalışıyordum. Peki o kimdi gerçekten? Benim ilk kez Jacob hali ile dikkatimi çeken ve İsrail’in üst düzey adamlarının bile hunharca aradığı Ammar, gerçekten kimdi? Babamla ilk kez tanıştığında Türkiye’den olduğunu söylemişti. Sima ve yüz hatları olarak ne bir İsrailliye benziyordu ne de bir Filistinliye… Ama gerçekten Türkiye’den olduğuna dair hiçbir bilgim yoktu. Babamı yanıltmak için söylenmiş bir yalan da olabilirdi. Belki de Josef Levy, onunla tanıştıktan sonra hızlı bir araştırma yapmış ve Türk olmadığını anladığı için Ammar olduğuna karar vermişti. O şaşaalı evimizin bahçesinde ona ölüm tuzağı kurmasının sebebi de buydu belki de... Yanında güvende olduğumu hissettiğim adam buydu işte. Hayatını, nereli olduğunu ve hatta gerçek adını bile bilmediğim bir yabancıydı. Ama ben buna rağmen onun peşinden bilmediğim yerlere sürüklenmeyi kabul ediyordum. Hatta öyle ki durumum, sırtında bombalar patlarken yürümeye devam eden avarelerden farksızdı. Var mıydı acaba bir ailesi? Yoksa sevdiklerini benim mensubu olduğum ülke tarafından kaybettiği için mi bu kadar çetin bir mücadele veriyordu? Önünde arkasında tanıdık hiç kimsesi kalmadığı için miydi ölüme bu kadar koşa koşa atlaması? İsrail gibi bir devletin uçan kuştan bile haberi vardı ve o buna rağmen burunlarının dibinde onlara düşman yaşamayı seçmişti ve becermişti de… Çok büyük bir kayıp yaşamış olmak onu itmiş olmalıydı bu şehrin sokaklarına. Belki annesi, belki de çok sevdiği bir kadın… Bilemiyorum. Tabi bir de Aksa vardı… Benim yıllarca yerine kocaman bir Süleyman Mabedi hayal ettim o mescid vardı… Oraya duyduğu sevgi, Kudüs’e bağlılığı öyle yoğundu ki, hayatını tamamen o şehrin mücadelesine adamıştı. Gözünü kırpmadan ölüme gideceğini her halinden anlamak mümkündü. Annesi de, babası da, sevgilisi de orası gibiydi. Benim insanlar ölmesin diyerek arkamı döndüğüm hayata, o yeni bir özgür toprak bırakmak için arkasını dönmüştü. Ve sınavının ağırlığı benimkinden çok daha büyüktü. Ben o mescidi severken, o hayatını adayacak kadar aşıktı ve belki de gönlünde başka kimseye yer olmamasının sebebi gerçekten buydu. O kadar büyüktü ki duyduğu hayranlık, başka bir kimseye yer açmak ihanet gibi geliyordu. Gerçi yer açsa bile bir hayatı var mıydı? Sanmıyorum… Kaç dakika o pencerenin karşısında öylece durdum bilmiyorum. Her düşüncemin sonu başka bir düşünceye bağlanıyordu. O kadar çok şey vardı ki düşünülecek, kafamı sağa sola salladığım zaman her şeyin etrafa savrulacağını hissedebiliyordum. O yeşilliklere bakarken ve düşünceler beynimi tırmalarken saniyeler dakika dakikalar uzun uzun zamanlara dönüştü, biri soracak olsa saatlerdir orada öylece durduğumu söyleyebilecek kadar çok kaldığımı hissediyordum. Yeterinceden daha fazla kaldığımı karnımın guruldaması hatırlatmıştı. İnanılmaz bir boşluk hissi vardı midemde. O çorbadan sonra ne başka bir şey yemiştim ne de bir bardak su içebilmiştim… Kuruduğuna kanaat getirerek dolap kapağında asılı bekleyen çarşafıma doğru bir iki adım attım. Dokunduğumda avucumun içerisini soğutan buğulu bir nem dışında neredeyse tamamen kurumuştu. Çarşafı olduğu yerden alıp acıyan yerlerime dikkat ederek yavaşça başımın üzerinden geçirdim. Dolap aynasının yardımı ile tesettürün baş kısmını da ayarladıktan sonra yeniden koruyucu kalkanım etrafıma bürünmüştü. Ve bu his, yeryüzündeki her şeyden çok daha iyi hissettirebilecek bir potansiyele sahipti. Kıyafetimde tesettüre aykırılık oluşturabilecek hiçbir şey olmadığına kanaat getirdikten sonra kapıya doğru yürüdüm. Saatler sonra ilk kez kapıyı aralayacaktım. Tam kapının anahtarını çevirecektim ki, bir an durup kapının arkasından herhangi bir ses olup olmadığını kontrol ettim. Herhangi bir gürültü duymayınca yavaşça anahtarı sağa doğru çevirdim. Anahtar kilidin haznesinden ayrıldıktan sonra kolu tutarak kapının dilini kenara ittirdim. Kapı açıldığında dilin o tık sesi dışında herhangi bir ses çıkmamıştı. Kapının dışına yavaşça başımı çıkarıp sağı solu kontrol ettim. Ammar ortalıkta görünmüyordu. Kapının eşiğinde duran tepsiye kaydı bakışlarım. İki tabak yemek ve birkaç parça sargı bezi ile kahve bir batikon şişesi vardı. Yemekleri görünce ne kadar acıktığımı daha iyi hissetmiştim. Karın kaslarıma dikkat ederek tepsiye eğildim. Tam elime aldığım zaman hemen yan odamın kapısı açıldı. Ammar elinde bir sürü kağıtla benden habersiz kapıda belirdiğinde, gözleri incelediği kağıtlardan bana kaydı. Onu görmenin şokunu bastırarak hızlıca elimdeki tepsiye bakıp, bir adım içeri attım. Bir şey söyleyecekmiş gibi duran haline verdiğim tepki içeri tamamen girdiğim an kapıyı kapatmak oldu. Konuşmamak da, görmemek de en doğru olandı. Hızla atmaya başlayan kalbime rağmen… Odada herhangi bir masa veya sandalye olmadığı için yatağın bir kenarına oturdum ve tepsiyi dizlerimin üzerine koydum. Bir anda iştahımın kesildiğini hissetmiştim. Dizlerimin üzerinde duran tepsiye bakarak soluklarımı düzene sokmaya çalıştım. Kalbimin ritmini normal seyrine indirmeyi başarabilirsem yeniden iştahımın açılacağını düşünüyordum. Birkaç saniye geçtikten sonra tam da düşündüğüm gibi olmuştu. Yavaşlayan kalp ritmim ile iştahım yeniden açılmıştı. Tepsinin içerisindeki batikon ve sargı bezlerini alarak yatağın üzerine bıraktım. Bir tabakta kızarmış iki but vardı. Diğer tabakta ise fırında pişirdiğini düşündüğüm patates dilimleri ile bir kaşık yoğurt bulunuyordu. Yanına koyduğu çatala hiç dokunmadan budu elime alıp yemeğe başladım. Çok aç olduğum için mi bilmiyorum ama inanılmaz güzeldi tadı. Bütün tabağı silip süpürmem sadece birkaç dakikayı almıştı. Bu evin her detayının biz gelmeden önce bilerek tasarlandığını düşünmeye başladım. İçeride bu kadar yiyeceğin olması, sezonluk kullanıldığı belli olan bir evde sıcak suyun akabilmesi, her şeyin bu kadar temiz ve ince detaylarla bırakılmış olması mümkün değildi yoksa. Beni yalnız bırakıp gittiği gün birçok şeyi hallederek dönmüş olmalıydı. Bu adamın göründüğü kadar yalnız olmadığı artık rahatlıkla söyleyebilirdim. Ellerimle tepsinin kenarlarını tutup ayağa kalktığımda aklımdan ilk kez bir doğru olabilecek bir ihtimal geçti. Ben onun hep yalnız olduğunu zannediyordum ama belki de arkasının bu kadar sağlam olması bir devlete çalışmasına bağlıydı. Onun bir tek işareti ile bütün ihtimal ve olanakları zorlayan bir devlet… İyi de hangi ülke İsrail’den bir adım önce hareket edebilecek kadar kuvvetli olabilirdi ki? Bu mümkün müydü? Yapılanları övmek içi değildi bu düşüncem ama inanılmaz bir teknoloji, mükemmel bir istihbarat ağına sahip olduğunuzu bilmeyen yoktu ve Josef Levy’ den ötürü ben bütün bu imkanlara yakından tanık olarak büyümüştüm. Bir kuşun uçuşundan bile haberdar olurlar derken, asla abartmıyordum… Onun bütün bu gelişmişliğe rağmen hala yakalanmamış olması ya inanılmaz bir zekanın ürünüydü ya da gerçekten arkası sağlam bir devlete bağlı olduğunun. İsrail’e kaç devlet, onun imkanlarının ilerisinde bir düşmanlık göze alırdı bu ise bambaşka bir soru işaretiydi… Kapıya doğru yürürken tepsiyi mutfağa bırakmak için dirseğimle kapının kolunu aşağı indirdim. Onunla karşılaşabileceğimi biliyordum ama yapacak başka bir şey yoktu. Kapıdan çıktığım zaman etraf yine sessizdi ve odasının kapısı kapalıydı. Bulunduğumuz katın askı kat olması nedeniyle hemen kapının birkaç adım ilerisinde duran tırabzana doğru yaklaştım. Salona bakıp, onun orda olup olmadığını kontrol edecektim. Tırabzandan aşağı hafifçe sarkıp baktığımda tekli koltuklardan birisinde oturduğunu gördüm. Mutfağa gitmek için oradan geçmem gerekiyordu. Ve şu an onunla yeniden karşılaşmak istemiyordum. Tam arkamı dönüp odaya geri gidecektim ki yüksek bir sesle konuşması durmama neden oldu. “Korkma. İnsan yemiyorum ben. Aşağı inebilirsin.” Aşağı baktığım zaman bana bakmadan konuştuğunu gördüm. Başı hala baktığı kağıtlara çeviriliydi. Kulaklarının bu kadar keskin olması normal miydi? Onunla olası bir konuşma tekrarına girmemek için beni fark etmesini fırsat bilerek aşağı inmeye karar verdim. Basamakları elimdeki tepsi ile inerken, canımın daha fazla acımaması için yavaş yavaş adım atmak zorunda kalıyordum. Bu merdivenleri çıkarken hissettiğim duygu yoğunluğundan acıyı fark etmemiştim ama yeniden aynı hızla inmeyi göze alamıyordum. Basamaklar yavaş yavaş sona doğru yaklaşırken arada bir göz ucu ile ona bakıyordum. Ama elimden geldiğince fark ettirmeden yapmaya çalışıyordum. Bir kez olsun gözlerini okuduğu kağıtlardan ayırmamıştı. Önündeki pasaportlar bir an gözüme takılsa da fark etmesini istemediğim için inceleyememiştim. Ve nihayet son basamak da bittiğinde mutfağa doğru yürümeye başladım. Mutfak gayet temiz bırakılmıştı. Muhtemelen ben yemek yapmış olsam hala temizlemekle uğraşıyor olurdum. Ama o her tarafı sanki hiç yemek yapılmamış gibi toparlamıştı. Tepsiyi tezgaha bıraktıktan sonra içindekileri bulaşık makinasına yerleştirdim. Makinede benim tabaklarım dışında sadece bir tabak ve bir tencere vardı. Bulaşıklarla işim bittikten sonra lavaboda ellerimi yıkadım. O kadar çok susadığımı hissediyordum ki işim biter bitmez üst dolaplardan birinden bardak alabilmek için kapaklardan birisini açtım. Neyse ki fazla uzakta değildi. Elimin kolaylıkla yetişebileceği mesafedeydi bardaklar. Bardağı alırken hemen yanındaki granül kahve kavanozunu da kapmayı ihmal etmedim. Günlerdir sıcak bir şeyler içmiyordum ve ihtiyacım olduğunu hissedebiliyordum. Küçük bir cam cezveye su koyup ocağa yerleştirdikten sonra nihayet bardağa su doldurup içmeye sıra gelmişti. * Suyun kaynamasını beklerken mutfağın bar taburelerini andıran uzun sandalyelerini kendime doğru çektim. Oraya kurulduğumda kaynamaya yaklaşan suyun cama çarpış sesini duyabiliyordum. İşte ev bu kadar sessizdi. İskandinav tarzda döşenmiş mutfağın ortasında otururken eve dair hiçbir yaşanmışlık hissedemiyordum. Sanki ilk kez biz kalıyormuşuz gibi hissiz bir yapıydı. Geçmişe dair hiçbir fikir yürütecek ipucuna sahip değildi. Aişe olmaya karar verdiğim günden bu yana içimde sesini sıkça duyduğum ve her seferinde bastırmaya gayret ettiğim küçük bir Naomi vardı. Geçmişimin bütün izleri o küçük mini etekli eski benin ayağına dolanık vaziyetteydi. O ne zaman ayağa kalksa ben unutmaya çabaladığım eski kendime dair bir şeyler hatırlıyordum. Epeydir aldığım yaralardan o da etkilenmiş olmalıydı ki ne sesi çıkıyordu ne de soluğu… Dudaklarına kalın bir kilit vurmuş oturduğu yerden öylece beni izliyordu. Sesi çıkmıyordu belki ama gözlerinin arasından geçen ifadede, mutfakta kullanılan renklerin, arkamda bıraktığım evi ne kadar andırdığını anlatmaya çalışıyordu. Ben ise anlatmaya çabaladığı her şey için tepkisiz kalmaya devam ediyordum. Fokurdayan su sesi iyice belirginleştiğinde oturduğum sandalyeden yavaşça aşağı kaydım. Sessizlik insanın başını ağrıtır mıydı? Benim kafama soldan soldan gelen ağrılar hücum etmeye başlamıştı bile. Oysa severdim ben suskunlukları… Bardak dolabından kulplu bir bardağı tezgahın üzerine koydum. Sert kahvelerle aram hiç iyi olmazdı genelde ama bugün uyanmaya ihtiyacı olan bir sarhoş kadar bir baş ağrısı ile mücadele edeceğimin haberini almış gibiydim. Kafeinin o düşünceleri uyuşturan sıcaklığına ihtiyacım vardı. Ocağın altını kapattıktan sonra granül kahve kavanozunun kapağını açtım. Neredeyse hiç kullanılmamıştı. Hatta belki de ilk kullanan ben olacaktım. Çekmecelerden birini açtığım vakit aynı zamanda bardağa göz kararı kahve dökmeye başladım. “Biraz fazla olmadı mı sence?” Arkamdan beklemediğim bir ses yükseldiğinde istemsizce olduğum yerde zıpladım. Ağzını bardağa kadar eğdiğim kahve bir anda bardağın yarısını geçecek kadar kahve ile dolduğunda, dudaklarımın arasından “Hi!” sesi kaçmıştı. Arkama dönüp baktığımda bu kadar korkmama şaşırmıştı o da. “Sakin ol, benim Ammar.” Masaya doğru yürümeye başladığında konuşmasına devam etti. “Hem ben buradayken kimse bu eve giremez.” Bir an bana verdiği güven duygununun onun da gayet farkında olduğunu fark ettim. Ona ihtiyaç duyuyormuşum gibi konuşmasının önüne geçmek için “Boş bulundum sadece.” dedim hemen onun arkasından. Yüzüm ve sesim elimden geldiğince ifadesizdi. Ona bakmadan konuşmuştum ve onun bakışlarının da bende olmadığının farkındaydım. Savunmam yeterli gelmiş gibi tok bir sesle minik bir istekte bulundu. “Ben de alabilir miyim kahveden?” Biraz önce bardağın yarısına kadar dökülmüş olan granül kahveyi kavanoza yeniden doldurmakla meşguldüm. İsteğine sadece kafamı sallayarak karşılık verdim. “Mümkünse benimki de acı olsun.” Bunu söylerken onun da kafasının en az benim kadar açılmaya ihtiyacı olduğunu hissettim. Kendim için çıkardığım bardağa sıcak suyu ekledim ve cam cezveye yeniden kaynaması için musluktan su döküp ocağa koydum. Biraz önce açtığım çekmeceden bir tatlı kaşığı alarak kahveyi karıştırmaya başladım. Acı koku bütün mutfağa yayıldığında, uzun zaman sonra evdeymişim gibi hissetmiştim. Ocaktaki suyun kaynamaya yakın olduğunu gösteren ikinci ses yayılmaya başladığında ben kendim için hazırladığım kahveyi tezgahtan alarak, yanmamaya gayret ederek onun önüne koydum. Önüne konan kupaya baktıktan sonra arkamda kaynamak üzere olan cezveye bakarak konuşmaya başladı. “Ben o suyu beklerim. Sen iç kahveni…” “Hayır, sorun değil. Bunu içebilirsin. Diğeri de kaynamak üzere zaten…” Verdiğim cevap yeterli gelmiş olacaktı ki “Teşekkür ederim…” deyip önüne konan kahveyi kendine doğru çekti. Bu esnada ben ona bu kadar soğuk ve mesafeli karşılıklar verebildiğim için kendimi kutlamakla meşguldüm. Buz gibi çıkan sesim beni oldukça tatmin etmişti. O ilk yudumunu alırken cam cezvenin içinde kaynayan su fokurduyordu. Bu kadar hızlı olduğu için şanslıydım. Kahvemi alır almaz mutfaktan ve haliyle onun sınırlarından çıkmayı planlıyordum. Son söylediklerinden sonra burada rahatça duramazdım. Benden yayılan gerilimli havanın onu da etkilediğini adım kadar iyi biliyordum. Sadece gerilimi hissettiğini belli etmemek konusunda oldukça başarılı olduğu için benden çok daha rahat bir duruşu vardı. Üst dolaptan bir bardak almak için uzandığım zaman ellerimin titremesi içimdeki Naomi’nin bana bakarak sırıtmasına neden olmuştu. Hem bir eli ile ayağına dolanmış prangalarla oynuyordu hem de dişlerini göstermeden sırıtıyordu. Çok değil birkaç dakika sonra kahkaha seslerinin kulaklarımda çınlayacağına adım kadar emindim. O benim kötü yanımdı… Zor durumda kaldığımı hissetmek onu zevkten dört köşe haline getiriyordu. Bardağı titrek ellerle tezgâha koymayı becerdikten sonra yine aynı ellerle sıcak suya uzandım. Bir bardağa sıcak su dökmeye çalışmak daha önce hiç bu kadar zor olmamıştı benim için. Sonunda başardığımda boş cezveyi öylece lavaboya bıraktım. Titreyen ellerime rağmen kavanozu direkt eğerek kahveyi dökemeyeceğimden adım kadar emindim. Sakarlık yapmak istemediğim için hızlıca çekmeceden yeni bir kaşık aldım. Kahveyi kaşıkla bardağa koyduğum zaman mutfakta kalmak için el ile tutulur hiçbir nedenim kalmamıştı… Sıcak kupayı dikkatle kavradıktan sonra ona hiçbir şey söyleme gereği duymadan kapıya yöneldim. Bacaklarımın birbirine dolanacakmış gibi titremesi normal miydi? Tam birkaç adım atmıştım ki bir anda arkamdan seslendi. Ve bu sesi her duyduğumda göz kapaklarımın arkasında hissettiğim uyku ağırlığına istemsizce engel olamıyordum. “Salonda biraz konuşabilir miyiz? Anlatmam gereken şeyler var…” Yeni bir şeyler olduğunu tok ses tonunun yansımasında rahatlıkla hissedebiliyordum. Arkadan vereceğim tepkiyi izlediğini biliyordum ve hiçbir şey demeden sadece kafamı salladım. Tepkimi fark edip etmediğini bile bilmeden salona doğru yürüdüm. Arkamdan bir sandalyenin geriye doğru itildiğini hissettiğimde, tepkimin onun tarafından göründüğüne emin olmuştum. Salondaki karşılıklı duran tekli koltuklardan birisine oturduğum zaman hemen merdivenin kenarında duran şömineyi daha yeni fark etmiştim. Bunu nasıl görememiştim şimdiye kadar? Gerçi geldiğimden beri köşe kapmaca oynamakla meşguldüm ve görememiş olmam gayet normaldi. Arkamdan gelen adım sesleri şömineye takıldığımı fark etmişti. Tam karşımda duran koltuğa oturduğu zaman, “Elektrikli bir şömine. İstersen çalıştırabilirsin…” dedi. Aslında benim yanan odunlara, şömineye, aleve, muma küçüklükten beri çok büyük bir merakım vardı. İbrani takvimine göre tishri ayının birinci ve ikinci günlerinde kutlanan Musevi dini bayramı Roş aşana ’da annem bu merakımı bildiği için uygun olmasa bile mum yakmama izin verilirdi. Herkes bunu ruhani bir şey zannederken ben alevin süzülüşünü izlemeyi sevdiğimi kimseye söyleme gereği duymazdım. Ammar’ın sorusuna bir yanım her ne kadar evet demek istese de ona karşı olan tavrımı en net ses tonum ile ortaya koydum. “Hayır. Gereksiz bir romantik hava oluşması istediğim son şey bile değil.” Verdiğim tepkinin benim hakkında düşündüğü şeylere karşı bir set olduğunu, verilmiş bir ayar olduğunu çok net anladığını kırışan alnından anlayabilmiştim. Onun benim için zorunlu bir yol arkadaşı dışında hiçbir şey olmadığını her halimle haykırmak istiyordum. Titreyen ellerim de, çarpan kalbim de yalnızca beni ilgilendirirdi. Onun bütün bunları bilmesine hiç gerek yoktu ve bunların aşk olmadığına da adım kadar emindim. Her ne kadar ona açık açık gururumu kırdığını söyleyemesem de tavrım ile olabildiğince belli etmeye gayret ediyordum. Çünkü diğer türlüsüne inanması aynı yerde kalmamızı gittikçe zorlaştıracaktı. Ne sınırları ne de haddimizi aşmanın hiç kimseye bir yararı olmazdı. Mesafe konusunda özrünü dilemiş olması, bu sınıra zorunlu olduğumuz anlamını değiştirmezdi. Bakışları sehpadaki belgelere kayarken sesi benim içimle konuşmamı böldü. “Haklısın hiç gerek yok.” Karşı atağa geçmiş gibi bir anda üslubu sertleşmişti. Onun o hali ile kaşlarım çatılsa da hızlıca “Seni dinliyorum.” deyip, konuyu başka yöne çektim. Ne kadar az kaos, o kadar az konuşma demekti. Başını sallarken belgeleri eline aldı. “Yarın bu topraklardan çıkıyoruz.” Bu kadar hızlı olmasını beklemediğim için kızgın tavrımın yerini şaşkınlık aldı. Bir an daha yeni geldik diyecek gibi olmuştum ama konuşmanın bir faydası olmadığına kanaat getirerek onu dinlemeye devam etti. Elindeki belgelerin arasından iki pasaportu ve iki kimliği bana doğru uzattı. Elindekilerin ikimize ait olduğunu biliyordum ama bunları hangi ara hallettiğine dair herhangi bir fikrim yoktu. Biz geldikten sonra buraya kimse uğramamıştı. Geriye sadece iki seçenek kalıyordu. Ya gittiği gece halletmişti bu prosedürleri ya da biz gelmeden önce birileri tarafından bütün belgeler buraya bırakılmıştı. Nedense ikinci seçenek daha ağır basıyordu. Pasaportlardan önce kimlikleri incelemeye başladım. İkimizin adı da, soyadı da değişmişti. Ve onun şu anki haline benzer bir fotoğrafı vardı kimliğin üzerinde. Benim ise henüz kapanmadan önceki bir resmim vardı. Ammar’ın zorunlu olarak görmek zorunda kaldığı resim önceki hayatıma aitti ama görmesini asla istemezdim. Bu durum canımın sıkılmasına neden olmuştu. Fotoğraf yıllar öncesine aitti ama ben olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Sahi bu fotoğrafı nasıl bulmuşlardı? Benim İsmim Dafna Becker, onun adı ise Daniel Becker olarak değiştirilmişti. Soyadlarımızın aynı olduğu dikkatimi çekmişti ve tam bunu ona sormak için kafamı kaldırıp ona bakmıştım ki o neyi soracağımı anlamış gibi hemen cevap vermeye başladı. “Ben zengin bir Tüccarım. Yurtdışı ile birçok bağlantım mevcut ve çok sık seyahat ediyorum. Sen ise benim karımsın. Beraber lüks bir tekne ile geziye çıkıyoruz. Yahudilerin Kuzey Kıbrıs’ta aldığı koloniler arasında bizimkiler de var. Anlayacağın karımı yanıma alıp hem iş seyahati, hem de tatlı bir tatil kaçamağı yapıyorum.” Bütün anlattıkları arasında en dikkatimi çeken karısı rolünü üstleneceğimdi. Yeniden ayaklarım titremeye başlamıştı ama bunu ona belli etmemek için hızla başka bir soruya geçtim. “İyi de orada muhakkak yakalanmaz mıyız? Bu isimler ile rahatlıkla limandan çıkacağımıza emin misin?” Sorumu başını sallayarak cevaplamaya başladı. Gayet yeterli cevaplar sunmaya gayret ettiğini görebiliyordum. “O kısım halloldu. Hayfa Limanı’na girmeyi başardığımız an bütün resmi işleri halledilmiş olacak ve hiç sorgulanmadan tekneye geçebileceğiz. Kuzey Kıbrıs’ta da aynı isimde satın alınmış bir koloni gerçekten var ve bizdeki belgeler direkt oradaki resmi belgelere uyumlu olarak düzenlendi. Kolonilerin sadece adını kullanacağız. Kolonilerle alakalı hiçbir işlemimiz olmayacak yani. Zaten Bay Daniel Becker de bu konuda olası bir aksaklık halinde bize destek olacak ve bizi ele vermeyecek. O bizim tarafımızda olan bir Yahudi. Kuzey Kıbrıs’a adımımızı attığımız an kimlikler de, belgeler de yenileri ile değişecek. Ve sisteme birkaç gün sonra Daniel ve eşinin ülkeden ayrıldığı bilgisi girilecek. Yani bütün tehlike Hafya Limanı’na gidene kadar. Orayı geçtikten sonra bizim için her şey çok daha kolay ilerleyecek…” Bütün aşamalar, bütün ince noktalar tek tek düşünülmüştü. Sistemsel verilere kadar her şey kanunlara açık vermeyecek şekilde düzenlenmişti. O kadar detaylı ve sistematik çalışıyordu hangi ara bütün bunların yapıldığını merak etmeden edemiyordum. O benden herhangi bir onay beklemeden sehpanın üzerinde kalan diğer belgelere çoktan dönmüştü bile ama ben bir anda aklımdan geçen sorunun dilime vurmasına engel olamadım. “Hangi ülkeye çalışıyorsun sen? Kimsin sen?” Bütün bu ardışık planların bir an beni tedirgin etmesine engel olamamıştım. Ve bu tedirginlik merakla karışıp ona soru olarak dönmüştü. Bakışlarını belgelerden ayırıp bana bakmaya başladığında, hiç korkmadan gözlerinin en içine baktım. Madem aynı yolda yürüyorduk ve ben de bu işin bir tarafıydım, onun hakkında en azından kim olduğunu bilmeye hakkım vardı. Gözlerinin önünden bir an koyu bir ifade geçtiğine yemin edebilirim. Kızgınlık değil… Daha önce onda tanık olmadığım bir şeydi ve bu ifade bir an soruyu sormama pişman etmişti beni. Elindeki belgeleri olduğu gibi yavaşça sehpaya bıraktı. İki bacağının üzerinden öne doğru eğildi ve ellerini dizlerinde bir araya getirdi. Karşımda duran Ammar ilk kez güven değil, başka bir şey kokuyordu. Sigara isinin arasından onun kokusunu aldığım hiç olmamıştı ama bu koku sigara dumanı kokusundan da baskındı ve tedirginliğimi tırmandıracak kadar kuvvetliydi. “Hiçbir ülke kendi çıkarlarını tehlikeye atmayı göze almaz. Ve benim çıkar güdenlerle işim olmaz. Ben bu adamların derin kuyularına çomak soktuğuma göre sence bir yere ait miyimdir?” Ses tonu da üzerine sinen koku ile aynı renkteydi. Ve oturduğum yerden hızla kalkıp yukarı gitmemek için kendimi zor tutuyordu. Direkt gözlerimin içerisine ilk kez bu şekilde bakıyordu ve bunu yaparken mesafeler zerre umurunda değildi. Ölüm ile benim varlığımı aynı terazide ölçtüğüne adım kadar emindim. Üzerime sinen o ağır kaçma duygusuna rağmen durdum. Sorusu beni zerre ürkütmemiş gibi ben de onun gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladığım zaman sesimin titrememesi için dua ediyordum. “Herkes bir yere ait olmak zorunda değil midir? Beraber yola çıktığım adamın aslında kim olduğunu bilmek benim en büyük hakkım.” Tek bir kere bile kırpmadı gözünü. Bakışlarımın altında ne arıyordu bilmiyordum ama şüphe tohumlarının o karanlık ifadesinin arasına karıştığını görebiliyordum. Olduğu yerden usulca geriye doğru yaslanırken bir insanı sınar gibi dudağının kenarı yavaşça kenara doğru kıvrıldı. İlk kez bana gösterdiği bir duygusu bu kadar alenen ortadaydı. Cümlelerindeki şüphe küçük bir sınama kırıntısı ile karıştı. Ve beni test ettiğini gayet açık belli eden cümlesi salonun boğuklaşmaya başlayan havası ile buluştu. “Benim gerçekten kim olduğumu öğrenmen için sadece üç yol var. Ya ben ölmek üzere iken öğrenebilirsin –ki inan bana bu çok zor bir ihtimal. Ölsem bile senin yanında bunun gerçekleşmesi pek mümkün değil. Ya senin ölme ihtimalin söz konusu olmalı –ki bunda da benim seni öldürüyor olmam lazım. Benim yanımda kimsenin bunu yapmaya gücü yetmez. Buna bağlı olarak da benim ellerimde ölecek kadar büyük bir hata işleyeceğine pek ihtimal vermiyorum…” Dizlerindeki elleri yavaşça göğüs kafesinin etrafında dolandığı zaman sınama kırıntıları gittikçe büyüdü göz bebeklerinde. Son kelimesini uzattığı cümlesine ses tonunu belli bir ölçüde kısarak devam etti sakince. “Ya da sonsuza kadar benim yanımda, benim ile birlikte kalacağına emin olmam lazım -ki inan bana güvenmem hiç kolay gerçekleşen bir süreç değildir. Bunun ihtimalini de sen tart bakalım. Sonsuza kadar benimle bu cehennemde kalır mıydın?” Onun sorusunu tamamladığı o yerde koyulaşan göz bebekleri gittikçe büyüyor, benim ise ona dair bütün soru işaretlerim kendini feda ederek hava da asılı kalıyorlardı. Titreyen ayaklarım gitmek için can atarken, gidecek hiçbir yerimin olmaması o koltuğa beni zamk gibi yapıştırıyordu. Cehennemine verebilecek sesli bir cevabım yoktu ama bir yanım kalmak için çoktan yerleşmeye başlamıştı bile… *** Selamun Aleykum. Selam ve dua ile…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD