"Sanmalısın..." diyerek yere atlayan Kıraç, kadının yanına gelerek burnunu koluna sürttü. Hala gücünü toplayamamıştı. Kendisiyse gelir gelmez aydan enerji çekerek tazelemişti özünü.
Ona özünden parça aktararak uyanmasını sağlayabilirdi belki. Ancak kadın uyanana dek komutana kendi türünden bahsetmesi gerekecekti. Bunu birçok kez yapmıştı. Yine tereddüt etmeden yapacaktı. Zira dünyaya gönderilen özlerin aksine görevini unutalı uzun zaman olmuştu.
Dalgalı saçlarının kahvesini barındıran gözlere bakarak bedenini gerdi. Onun gözünde, bedeni kadar devasa bir yüreğe sahipti komutan. İhtiyacı olanın yardımına koşar, kolay kolay kimseyi zora sokmazdı. Öfkelenmediği sürece.
Annesinin veya halkının aşağıladığı davranışları insanlarda görmüştü. Ancak Rodos'u çoğunluğun oluşturduğu kesime sokmayı başaramamış ve komutana günden güne daha çok bağlanmıştı. On iki yılı birlikte devirmişlerdi. Sağlam ve sıkıca bağlanmak için yeterince uzun bir süreydi.
Aralarındaki bağlantıdan rahatsızlık duymamıştı. Şimdiye dek. Altın zırhlı adamın mağrur duruşuna bakarken bundan pişman olmayacağını bir kez daha anladı.
"Konuşalım" diyerek komutanın yanından geçti ve kapıya doğru ilerledi. Kadını öylece bırakıp dışarı çıkamazlardı. Bu yüzden uzaklaşmayı tercih etmişti. Biliyordu ki kadının konuşacaklarını duymasına engel olamazdı. Bilinci açıksa konuşmaları her türlü duyardı. Ne de olsa bir insandan daha fazlasıydı.
Yücesinin kıvrak bedenini takip eden komutan sık sık başını çevirerek yabancı kadına bakıyordu. Kaşları çatılmış, gözlerinde şüphe gezmeye başlamıştı.
"Sorun ne?"
"Anlatmam gereken şeyler var" diyerek kapının önüne uzanan Kıraç, burnuyla önünü gösterdi.
Başını sallayarak belindeki kılıcı tokasından ayıran Rodos, altın zırhıyla bağdaş kurarak oturdu yücesinin önüne. Kılıcını da bacaklarının üzerine bırakarak "Dinliyorum" dedi.
"Sana güçlerimden, yapabileceklerimden bahsettim. Ancak nereden geldiğimizden ve ne olduğumuzdan bahsetmedim"
"Irkınızın bunu yasak kıldığını söylemiştin"
"Öyle" diyerek, nefesini burnundan bırakan Kıraç "Sana anlattığım diğer şeylerinde gizli kalması gerekiyordu" diye sürdürdü sözlerini.
"Kuralları çiğnedin!" diyen komutan, Kıraç'tan daha endişeli görünüyordu. Bu endişe, içten içe yücesinin elinden alınacağını hissediyor olmasınaydı.
"Birçok kez çiğnedim"
İkilinin gözleri, aralarındaki enerjinin yoğunluğuyla titredi. Kıraç huzursuzca kıpırdandı. Komutanın gözlerinde beliriveren kızıl noktaların, bir gün fark edilecek olmasından korkmuyor değildi.
"Dinle! Bu önemli" diyerek yutkundu Kıraç. Anlatacakları oldukça uzun bir hikayenin özetiydi.
"İnsanlıktan çok önce dünyaya gönderildik. Geliş nedenimiz, dünyayı bizden sonra gelecek olana hazırlamaktı. Büyük patlamadan sizin, ilk insanın doğumuna kadar çalıştık. Gök taşlarından ve yıldızlardan çaldığımız enerjileri, dünyayı inşa etmek için kullandık. Milyonlarca yıl geçti. Kıtalar oluştu. Denizler taştı. Dağlar yükseldi. Karalar battı ve yükseldi.
En önemlisi biz başardık. Siz insanların nefes alabileceği atmosferi, oluşturduk. Sıra sizdeydi. Gelecek ve ırkınızı büyütecek, gelişecek, evrilecektiniz.
Görevimizin birinci aşaması tamamlanmıştı. İkinci kısım; sizleri korumamızı ve sizlere yol göstermemizi istiyordu. Ancak bu kez başarısız olduk.
Ademoğlunun ölümü, bizim mahkumiyetimiz oldu. Doğduğumuz yere, düşler adasına kapatıldık. Çıkışı hiçbir zaman bulamadık. Asırlar, suçluluk ve başarısızlık hissiyle geçti. Güçlerimiz kısıtlanmış, özlerimiz bu bedenlere hapsedilmişti. Yaratıcı; gücünüzü kısıtladım ama size yeni bir başlangıç verdim, der gibiydi. Bu bizim cezamızdı. Annem böyle söylemişti. Bana göre bizi yarattığı gibi yok etmek istememişti. Bu yüzden bize ikinci bir şans vermişti. Orası bizim cennetimizdi."
"Her zaman kurt bedeninde değil miydiniz?" diyen komutan, başını öne doğru uzatarak kıpırdandı. Yeni bir şey öğrendiğinde yaşardı bu rahatsız edici hissi. Kocaman bir bütünün köşesini görmüş, diğer kısımları gizli kalmış gibi hissederdi çoğu zaman.
Kıraç "Biz de sizin gibiydik..." diyerek kızıllarını kadının uzandığı kapsüle çevirdi.
"Artık değilsiniz" diyen komutan da omzunun üzerinden kadına baktı. Kurdun neden ona baktığını çözmeye çalışıyordu.
"Hala öyleyiz. Adadayken insan bedeninde açardık gözlerimizi. Ama yirmi yıl sonra böyle bir bedene sahip olurduk. İnsan ve kurt."
"Yaşlı olduğunu söylemiştin... Beden değiştirebiliyor musun? Sende bizim gibi mi görünüyorsun?.." diye sorularını sıralayan komutanı "Hayır. Henüz değiştiremiyorum" diyerek durdurdu.
"Neden?"
"Yüz yaşımıza bastığımızda sizin gibi bir bedene sahip olabiliyoruz"
"Yirmi dememiş miydin?"
"Adadayken öyleydi."
"Peki şimdi ne kadar zamanın kaldı?"
"Çok değil" diyerek soruyu geçiştirdi.
Heyecanı sönen komutan sakinleştiğinde "Dinle!" dedi ve yarım kalan hikayeye devam etti.
"Adada kaldığımız asırlar boyunca yeni bir görev bekledik. Kendimizi affettirelim ve yeniden, inşa ettiğimiz dünyayı görelim istedik. Ancak beklediğimiz görev asla gelmedi.
Sakince devam eden yaşamımız, iki insanın adaya gönderilmesiyle son buldu. Çıkış yolunu bulmuş olmanın verdiği mutlulukla insanların ailemize girmesine karşı çıkamadık. Adaya geldiyseler çıkışı da bilmeliydiler. Tahminlerimizde yanıldığımızı insanlar ölene dek kabullenemedik.
Dünyayı inşa eden atalarımız, asırlar önce özlerini adaya bağlayarak yok olmayı tercih etmişlerdi. Bu yüzden insanlara dair bildiklerimiz sınırlıydı. Öleceklerini biliyorduk elbette. Ancak özlerle birlikte olmalarının yol açacağı sonuçları bilmiyorduk.
Büyük patlamadan sonra dünyaya ayak basan üç klan vardı. Kızıllar, griler ve beyazlar. Ancak adaya gelen insanlardan sonra bir tane daha türedi. Kara klan. Her biri, öz sahibi olamıyor veya beden değiştiremiyordu. Onlar insan olan ancak infazcı kanı taşıyan karalardı. Kömür karası saçlarıyla ve gök mavisi gözleriyle baskın, güçlü olduklarını göstermişlerdi.
İnsanlarla olan bağlantımız, adaya gelen iki insan öldüğünde kesilmişti. Adanın ortasında yer alan mağara onların evi olmuştu. Anneler; Aşina ve Riva, çocuklar kendi başlarına yaşayacak hale geldiğinde dönmüşlerdi klanlarına. Kurallar vardı ve iki öz, bu kuralları çok öncesinde onaylamışlardı..."
"Bir dakika..." diyerek Kıraç'ın iznini alan komutan "Sen kızılsın?" diye devam etti sözlerine. Gözlerindeki parıltı, gelecek cevaptan emin olduğunu gösteriyordu.
"Eveeeet" diyen Kıraç ise komutanın sorusunun basitliğini göstermek için hırladı.
Yaptığı hatayı fark eden komutan, dudaklarını birbirine bastırarak sırtını dikleştirdi. Yücenin tüyleri kızılken böyle bir çıkarımda bulunması, anlaşılan o ki çocukça bir hareket olmuştu. Utancını, sert duruşunun arkasına gizlemeye çalıştı.
Komutanın bir kez daha sözlerini kesmeyeceğinden emin olan Kıraç, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
"İnfazcı, üç klandan da üstün bir güce sahipti. Çünkü özü ölümdü. Bu yüzden ona infazcı adını verdik. Kurallar çiğnendiğinde zihinlere sızar, suçu bulur ve infazı gerçekleştirirdi.
Bir gün, kurallar tekrar çiğnendi. Kızıl klana ait bir öz, kara klandan biriyle birlikte oldu. Bizden önce infazcı öğrenmişti. Kızıl olan kraliyet ailesindendi. Güçlüydü. Ancak kara kadın infazcının kızıydı. Sanırım bu karşı tarafı daha güçlü yapıyordu.
İnfazcı kızıl kurdu yok etti. Ancak kızına dokunmadı. Söylediğine göre kızı, bir çocuk bekliyordu ve ona dokunamazdı. Sonrasında kızını korumak için bizi sürdü. Nasıl yaptığını henüz bilmiyorum. Bu da bize söylenmeyen şeylerden biri."
"O kadına ne oldu?"
"Bilmiyorum... Kimse bilmiyor"
"Peki bana bunları neden anlattın?"
"Şimdiye dek orayı, daha önce yaşadığımız adayı bulamadık. Ancak kadını aldığım yer orasıydı. Evimiz..."
Komutan "Emin misin?" diyerek gözlerini kadının baygın bedenine odakladı.
"Evet"
Kadını orada mı yaşıyordu? Özlerin evinde...
Birde kadının, eşi olduğunu hissetmezken yücesi bunu hissetmiş olabilir miydi?
"İşin aslı..." diyerek uzandığı zeminden kalkan Kıraç silkindi. Ardından sözlerine devam etti.
"Kadında bizden. Yani bir öz. Sizin deyiminizle, yüce"
Soğuk zemine çakılı kalan komutan, güçlükle yutkunarak irice açılmış gözlerini yücesine sabitledi.
"Bana... sen bana... eş yerine, yoldaş mı getirdin?"
Gülmek ve tıksırmak arası bir ses çıkaran Kıraç, içinden attığı kahkahalarla kadına yöneldi.
"Hayır. Senin tek yoldaşın benim"
Aldığı cevabı sindirerek doğrulan komutan, devasa kurdunu izleyerek kapsüle ulaştı. Kadında normal diyebileceği hiçbir şey bulamayacak gibi görünüyordu.
"Anlamıyorum!" diyerek inlediğinde ona anlayışla bakan Kıraç, başlarına alacakları en büyük belanın bu kadın olacağına biliyordu.
"Senin eşin olup olmadığını anlama zamanı geldi sanırım"
Henüz komutana söylememiş olsa da onunda ufak bir şüphesi vardı. İki ayağının üzerinde doğruldu ve pençesini kadının sol koluna yerleştirdi. Özünün bir kısmını aktarmak için kanalları açtı. Sanki bu anı bekliyormuş gibi hareketlenen kızıl dalgalar, kadının bileğinden çıkarak pençesini sarmaladı.
Ormanda ondan aldığı özü geri verdiğini düşünürken burnuna değen kokuyla yalpaladı. Kadının kolundan çektiği pençesini yere dayamayı başardığında başını iki yana salladı. Kokuyu yanlış almış olmalıydı. Doğru olamazdı. Öyle olsa aynı kokuyu ormanda almış olması gerekirdi. Bir yanlışlık olduğuna emindi.
Burun delikleri kapanıp açılırken eğilerek yüzünü kavrayan komutanın gözlerine odaklanmaya çalıştı.
"Sorun nedir yoldaşım?"
Rodos, her zamanki gibi ondan daha endişeliydi.
"Emin değilim..." diyerek sakinleşmeye çalışan Kıraç, göz kapaklarını indirerek kokuya odaklandı.
Ailesi...kendisi... annesi gibi...
Bu kadın, onun nesiydi?
Ve bu kokuyu neden şimdi alıyordu?