Gece, İstanbul’un üstüne ağır ağır çökerken sokak lambalarının sarı ışığı kaldırım taşlarına uzun gölgeler düşürüyordu. Hakan, elleri cebinde, başını hafif eğmiş bir şekilde yürüyordu. İri gövdesini fark ettirmemek için adımlarını hızlandırmıyor, aksine şehrin gece ritmine kendini bırakmış gibi sakince ilerliyordu. Ama gözleri o kumral güzelin yüzünü görme isteğiyle sürekli önündeki iki kadını ısrarla takip ediyordu.
Beyoğlu’nun kalabalığından uzaklaştıkça yollar ıssızlaşmış, sesler silikleşmişti. Tam bir sokağın köşesinden dönerken, yan yana yürüyen kadınların bir apartmanın önünde durduğunu fark etti.
Yavaşladı.
Derken bir şey oldu. Kumral kadın, apartmanın önünde tereddütle arkadaşına döndü. Başını kaldırdı, kapıya baktı. Kapı açıktı. Hakan da fark etti bunu. Kumralın duraksaması, arkadaşına eğilip bir şeyler fısıldaması, sonra tekrar kapıya bakışı…
O an altıncı hissi harekete geçti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
Ona yıllar boyunca hayatta kalmayı öğreten, her pusuda en küçük şeyleri fark etmesini sağlayan o derin askerî içgüdüleri alarm veriyordu. Dış kapı açıktı. Kadınlar temkinliydi. Bu İstanbul'da sıradan bir şey gibi görünse de Hakan içgüdüleri bunun tersini söylüyordu. Ve o her zaman hislerine güvenirdi. Dağda bu sayede hayatta kalır, düşmanlarını bu sayede yakalardı. Bu yüzden birkaç adım daha attı ama uzaktan kadınları izlemeyi sürdürdü. Kadınlar, biraz tereddütle de olsa apartmandan içeri girdiler.
“Git,” dedi kendi kendine. “Senin işin değil.”
Ama yürüyemedi. Kapının kapanmasını izledi. Birkaç saniye öylece kaldı. Şehir sessizdi. Belki biraz fazla sessiz. Tam başını eğip oradan uzaklaşacakken gecenin içinde korku dolu bir çığlık yankılandı.
**“Aaaaaa!”**
Genç bir kadının çığlığı. Ardından cam kırılma sesi ve bir bağrışma.
Hakan gözünü bile kırpmadan harekete geçti. Uzun bacaklarıyla apartman kapısına yöneldi. Açık kapıdan içeri girdiğinde sesler artık netleşmişti: biri bağırıyor, biri ağlıyordu.
Basamakları ikişer üçer çıktı. Bedeninde yılların eğitimi ve gücü vardı. Ayakları gürültüsüz ama hızlıydı. İkinci kata geldiğinde kulakları onu sağ daireye yönlendirdi. Kapı aralıktı. İçeriden kırılmış camların sesi, itiş kakış ve küfürler geliyordu.
Kapıyı tek hamlede açtı. Önce salonu gördü. Ardından köşedeki koridorda, tam duvarın dibinde bir sahneye tanık oldu.
Askeriyedeki o hemşire, Duru, duvara dayanmıştı. Gözlerinde korku, nefesinde panik vardı. Karşısında, dengesiz adımlarla yürüyen bir adam, elinde kırık bir içki şişesiyle tehditkâr şekilde üzerine geliyordu. Adam sarhoştu. Gözleri kızarmıştı. Kırık şişeyi ileri geri savuruyordu.
Duru'nun yanında, korkuyla çığlık atan bir kadın daha vardı. Kolunu tutmuş, yerden doğrulmaya çalışıyordu.
Hakan, o adamı tanımadı. Ama Duru’nun gözlerindeki korku her şeyi açıklıyordu. Hiç düşünmeden hamle yaptı.
**“Sen ne halt ettiğini sanıyorsun lan?!”**
Sesi öyle sert, öyle gür çıktı ki apartmanın duvarlarında yankılandı. Sarhoş adam bir anlığına ne olduğunu anlamaya çalışarak ona döndü.
Hakan'ın istediği de buydu. Onun dikkatinin bir anlık dağılmasından faydalanarak yırtıcı bir aslan üzerine atıldı. Cam şişeyi savurmasına fırsat vermeden onu omuz hizasından yakalayıp duvara yapıştırdı. Alihan’ın nefesi kesildi. Şişe yere düştü. İkinci hamlede kolunu büktü, dizini böğrüne yediği anda acı içinde kıvrıldı.
**“Senin gibi itleri iyi bilirim,”** diye tısladı Hakan.
**“Kadınlara mı yetiyor gücün ha?!”**
Alihan, küfür edecek gibi oldu ama Hakan’ın güçlü kollarında acı çekerken ağzından hiç bir şey çıkmadı. Duru bir adım geri çekildi. Korkusu yerini şaşkınlığa bırakıyordu. Serra hâlâ nefes nefese, yerden doğrulmaya çalışıyordu.
Hakan Alihan’a okkalı bir yumruk atıp onu yere savurduktan sonra soğukkanlılıkla cep telefonunu çıkarıp polisi aradı.
“Beyoğlu, Piyalepaşa civarı. Kadına şiddet. Apartman içi saldırı var. Şahıs etkisiz hale getirildi. Acil ekip gönderin.”
Telefonu kapatmadan önce ekledi:
“Ben askeriyeden Komutan Hakan Alparslan.”
Ardından telefonu cebine koyup tekrar Alihan’a döndü. Alihan yerde acıyla kıvranıyordu.
**“Kıpırdama. Yoksa polis gelene kadar teker teker tüm kemiklerini kırıp, ağzına sıçarım.”**
Alihan artık konuşmuyordu. Sarhoştu ama yaşadığı şokun etkisiyle bir anda ayılmıştı.
Duru, ise hâlâ ne olduğunu tam anlamıyla kavrayamamıştı. Kapıyı açıp eve girerken merdivende saklanan Alihan bir anda ona saldırmış, Serra onun korumaya çalışsa da Alihan onu kolundan tutup savurmuştu. Duru korkuyla çığlık atarken, Alihan elindeki kırık şişeyle onun üzerine yürümeye başlamış, tam o anda, bu iki metrelik güçlü adam gelip onu kurtarmıştı.
Gözleri o güçlü adama çevrildiğinde, bir anlığına kalbi duracak gibi oldu. Bu adam... Bu adam çok güçlü ama bir o kadar da yakışıklıydı. İnanılmaz derecede güçlü olmasına rağmen kontrollü ve profesyoneldi...Her hareketi, her sözü garip bir şekilde insanı etkisi altına alıyordu. Nefesini tutup sessizce hayran hayran adama baktı. Ama adam bunu farkında değildi. Tüm dikkati Alihan’ın üzerindeydi.
...
Polisler apartman merdivenlerinden yükselen ayak sesleriyle birlikte içeri girdiğinde, Hakan hâlâ Alihan’ın başında dimdik duruyordu. Sağ elini sırtında kavuşturmuştu, kaslı gövdesi yorgunluk belirtisi göstermiyordu. Yüzünde kararlı ve sert bir ifade vardı, sanki biraz önce yaşanan boğuşma onun için sıradan basit bir mesele gibiydi. Oysa içeride herkesin kalbi hâlâ delice çarpıyordu.
Polis memurlarından biri, "Neler oldu burada?" diye sorduğunda Hakan dimdik durdu, sesi soğuk ve kendinden emin bir tondaydü:
“Şüpheli şahıs binaya izinsiz girmiş, dairenin içinde iki kadına tehdit ve fiziksel müdahalede bulunmuş. Elinde cam şişeyle saldırmaya yeltenmiş. Müdahalede bulunarak etkisiz hale getirdim.”
Cüzdanından çıkardığı kimliği gösterirken gözleri bir an Duru’ya kaydı. Kız hâlâ biraz titriyordu ama gözleri dimdik Hakan’a kitlenmişti. İçinden geçenleri saklayamayacak kadar deneyimsizdi. O gece onu koruyan adamın görüntüsü kalbine kazınmıştı: İki metrelik dev bir kurt gibiydi Hakan...
Güçlü, sarsılmaz ve kendinden emin...
Serra da yavaş yavaş kendine geliyordu. Hakan’ın kimliği alınırken, birkaç evrak doldurulurken, polislerin kontrol amaçlı daireyi gezmesiyle ortam biraz daha sakinleşmişti. Serra sessizce Duru’ya doğru sokuldu, gözlerini Hakan’dan ayırmadan kısık sesle,
“Bu gece olanlara hâlâ inanamıyorum,” dedi.
Duru başını yavaşça salladı, gözleri hâlâ Hakan’ın güçlü pazularındaydı “Ben de…” diye fısıldadı. Dudakları kurumuştu, ama içindeki sıcaklık giderek artıyordu.
Serra, Duru'nun şokunu biraz dağıtmak ve onu neşelendirmek için lafı şakaya vurdu:
“Yani, itiraf etmem gerekirse… hiç bu kadar hızlı ayılmamıştım.”
Duru ilk kez o gece dudağının kenarına bir gülümseme yerleşti. Hafif ama kırık bir gülüştü. Alihan her şeyi yine mahvetmişti, ama Serra’nın varlığı ve sözleri bir nebze olsun içini ısıtıyordu.
Serra ona yanaşıp gözlerini kısmış bir şekilde Hakan’a bakarak, “Şu adama da baksana… Resmen iki metre. Kollar desen beton gibi. Adam Alihan’ı sadece spor olsun diye duvardan duvara vurdu,” dedi.
Duru kahkahasını güçlükle tutup kıkırdadı. Bu ses, içinde biriken tüm o gerginliğe inat, hayatın hâlâ içinde aktığını gösteriyordu. Gerçekten de, şimdi biraz daha dikkatli baktığında… evet, adam yalnızca güçlü değildi, **oldukça çekiciydi.** Çok çekiciydi. Hatta kelimenin tam anlamıyla baş döndürücüydü.
Geniş omuzlar, sert karın kasları, düz bir duruş… Omuzdan yere kadar titizlikle yontulmuş bir heykel gibiydi. Teninde hafif yanık bir esmerlik vardı; belli ki doğayla, güneşle haşır neşir olmuştu. Gömleğinin yakası, güçlü boynundaki damarları zarifçe sergiliyordu. Sanki güç onun vücudundan taşıyordu. Disiplinli, mesafeli ama aynı zamanda içinde güçlü bir ateş taşıyor gibiydi.
Duru hafifçe eğilerek Serra’ya fısıldadı, “Keşke başka koşullarda karşılaşsaydık.”
Serra, Hakan’ı göz ucuyla süzüp kıkırdayarak, “Yani, hala geç değil,” dedi ve Duru’ya göz kırptı.
Tam o sırada bir polis memuru yaklaştı. “Sabah karakolda kısa bir ifade alacağız hanımefendiler. Çok uzun sürmez ama muhakkak şikayetçi olun,” dedi.
Duru ve Serra başlarıyla onayladılar. Ardından Hakan son bir defa daireye göz gezdirip kapıya yöneldi. Vücudu hâlâ dimdikti. Onun yürüyüşü bile yerleri titretiyor,insanda korkuyla karışık bir saygı uyandırıyordu.
Duru tereddütle ona doğru yöneldi.
**“Şeyyy…”**
Hakan durdu. Arkasını yavaşça döndü. Duru’nun gözleri onunla buluştuğunda, içinde ilk defa yine o tekinsiz duyguları hissetti.
“Bu gece… beni kurtardığınız için teşekkür ederim,” dedi Duru, sesi samimi, kırılgandı.
“Eğer siz olmasaydınız… çok kötü şeyler olabilirdi.”
Hakan’ın bakışları bir an onun yüzünde gezindi. Bunca şey yaşamıştı ama hâlâ güzeldi. Çok güzeldi. Gözlerinin kenarında beliren hafif korku çizgileri bile onu daha hassas, daha gerçek kılıyordu. Buğulu gözlerinin ardından ona bakan kadına bakarken bir an bile düşünmeden onun için her şeyini ortaya koyabileceğini hissetti.
Ama işte tam da bu yüzden, kendine kızdı ve sesi istediğinden biraz daha sert çıktı:
**“Ne demek. Kim olsa aynı şeyi yapardı.”**
Sanki içinde bir şeyleri bastırmak için kelimeleri duvar gibi örüyordu. Gözlerini kaçırmadı ama sesinin tonu aralarına bir mesafe koymuş gibiydi.
Duru, hafifçe irkildi. Onun bu mesafeli çıkışı onu da mesafeli olmaya zorladı . Yüzünde ince bir gerginlik belirdi.
“Yine de… çok sağ olun,” dedi nazikçe.
Hakan ise hiçbir şey demedi. Sadece bir kez başını salladı. Ardından dönüp, uzun bacaklarıyla merdivenlere yöneldi. Gömleği rüzgârla hafifçe dalgalandı, geceyle bir bütün gibi, sessizce gözden kayboldu.
Duru kapıyı kapatırken birkaç saniye öylece durdu. Serra sessizdi. Sonra Duru başını çevirip fısıldadı:
**“Sanırım güçlü erkeğimiz benden hoşlanmadı. Baksana… neredeyse uçar gibi kaçtı.”**
Serra gözlerini devirip, hafifçe güldü.
**“Neyse, nasip değilmiş diyelim”**
Duru gülümsedi. Belki de haklıydı. Belki de bu adam, tehlikeli bir rüzgâr gibiydi. Ve Duru’nun içi o tehlikeli rüzgarla ürperse de o rüzgar çoktan esip geçmişti...