Kendisini asla ait hissetmediği bir yerde, kendine ve kız kardeşine yeni bir yaşam kurmaya çalışan, her şeyi varken hiçbir şeyi kalmayan biri hayata nasıl devam eder bilmiyor, nefes alıp verdiğinin farkındalığı ise; ona yaşadığını düşündüren tek şeyi temsil ediyordu bu aralar. Ebeveynlerini elim bir kazada kaybetmeden önce, dört kişilik yaşamlarına evreni sığdıran bir aile idiler. Kendi halinde yaşayan, çevrelerinde saygı gören, öğrencilerine idol olan, akademisyen anne babanın nazlı iki kızı. Tuna ve Sina'ydı onlar...
Sina ile arasında 8 yaş vardı. Liseyi bitirmek üzere olan Sina, başarılı bir öğrenciydi o acı güne kadar. Ama 3 ay önce yaşadıkları acı kayıp, onun da bütün dengesini alt üst etti. Her şeyden ümidini kesmiş, alabildiğine hırçın ve de karamsar bir vaziyetteydi şimdilerde. Onu nasıl toparlayacağını, yoluna devam etmesini nasıl sağlayacağını, bu gücü kendinde nasıl bulabileceğini kestiremiyordu Tuna.
Annesinin izini takip ederek psikoloji okumuştu Marmara'da. Aynı üniversitede yüksek lisansını da tamamlayıp, doktora için başvurmuş, hayalini kurduğu Kriminal Psikoloji alanında adından söz ettiren birisi olmaya bir adım daha yaklaşmıştı. Annesinin teşviği, babasının sonsuz desteği ve hocalarının yüreklendirmesiyle oldukça güzel bir yol da kat etmişti aslında. Doktora sınavını kazandığını öğrendiği gün, ailece kutlamak için, her özel günlerinde gittikleri, Kadıköy'deki restoranda buluşmak üzere sözleşmiştiler. Sina'yı okuldan alıp restorana geçtikten sonra yaklaşık bir saate yakın anne ve babalarının gelmesini beklediler. Akşam trafiği ve aksilikler yüzünden gelişleri oldukça gecikmişti. Neredeyse bir buçuk saatin sonunda babasının telefonundan bir çağrı geldi. Konuşmayı kelimesi kelimesine hafızasında tutuyordu hala...
- Kiminle görüşüyorum?
- Siz kimsiniz? Babamın telefonunun ne işi var sizde?
- Hanfendi nasıl söylesem bilemiyorum. Babanızın kullandığı araç önümde seyrederken direksiyon hakimiyetini kaybetti ve takla attı. Şu an sağlık ekipleri müdahale ediyorlar.
- Du.. durumları nasıl peki? İyi mi onlar? Annem babam iyi mi? Ne olur iyi bir şey söyleyin.
- Hanfendi inanın bilmiyorum. Ama ambulans şoföründen öğrendiğime göre Kozyatağı'ndaki Acıbadem hastanesine götürülüyorlar. Ben bu telefonu ambulans görevlisine teslim ediyorum. Aileniz için çok üzgünüm.
Sonrası zaten karmaşa. Restorandan ayrılışları, taksiye atlayıp hastaneye varışları ve iki gün süren yoğun bakım bekleyişinin ardından birer saat arayla anne ve babalarını kaybedişleri...
Bildikleri kadarıyla yakın akrabaları yoktu çevrelerinde. Anne ve babaları tek çocuktu. Yani en azından onlar öyle biliyordu. Anne ve babalarının görev arkadaşları, hocaları, yakın dostları onları hem hastanede hem de evde yalnız bırakmadılar bir süre. Sonrasında ise hayat normal akışına döndü, herkes önceliklerinin peşinden gitti. Ziyaretler seyrekleşti ve yaklaşık bir ay bir süre sonunda Sina ile baş başa kaldılar. Onlarsız evlerinde geçirdikleri 32. günün sabahında, saat 10'a doğru kapıları çalındı. Onlar için gayet doğal bir şeydi aslında bu durum. Komşuları onları arada yoklamaya devam ediyordu. Sıradan bir ziyaret varsayıp tasasızca kapıyı açtı Tuna. Karşısında 30'lu yaşlarının sonunda orta boylu, saçları hafif seyrelmiş, pahalı takım elbisesinin içinde oldukça ciddi duran bir adam vardı. Bir kaç saniye tepkisiz kalmış olacak ki adam kendini tanıtma isteği duydu.
"-Merhaba Tuna hanım. Ben Fikret Uslu. Amcanız Salih Korkut'un avukatıyım. Amcanız ve babaanneniz sizi ve kardeşinizi görmek istediklerini benim aracılığımla iletmek istediler efendim. Eğer uygunsanız bana eşlik etmenizi rica ediyorum.
-Bir dakika... bir dakika. Siz neyden bahsediyorsunuz? Ortada büyük bir yanlış var. Bizim ne babaannemiz ne de amcamız var. Öyle olsa bile bu güne kadar neredeydiler? Cenazede neden yoktular? Tam 32 gün oldu. Neden şimdiye kadar aramadılar?
-Tuna hanım bu soruların cevabını size ben değil, ancak muhatapları verebilir. Bunun için de görüşme isteklerine karşılık vermeniz gerekir. Babaanneniz özel durumu sebebiyle maalesef dışarı çıkamıyor. Eğer hazırlanırsanız sizi onlara götürmek için araçta bekliyorum.
Kapıyı kapatıp, sırtını yasladığında içinde garip bir his peyda olmuştu. Anne ve babasının acısı kendisini kısa bir süre merak duygusuna bıraktı. Bütün bunlar ne demek oluyordu ki? Hani anne ve babası bu dünyada yalnızdı? İçindeki merakın esaretine çoktan düşmüştü. Sina'ya kapıya gelen avukattan ve anlattıklarından bahsettiğinde günlerdir olduğu gibi tepkisiz bakmıştı yüzüne. Ablası ye derse yiyen, uyu derse uyuyan, talimatlarını sorgusuz takip eden kurulmuş bir bedene benziyordu son bir aydır. Üzerlerini değiştirip, cadde üzerinde onları bekleyen siyah camlı minibüse doğru adımladılar. Araca yaklaştıkça içindeki sıkıntı da büyümeye başlamıştı. Adamın söyledikleri ne kadar doğruydu, amacı masumane miydi ya da gittikleri yerde onları nasıl sürprizler bekliyordu bilememek, içindeki sıkıntının giderek büyümesine sebep olmuştu. Araç hareket edip sahil yolundan sapmadan Bebek istikametine doğru sakince ilerlemeye başladı. Arabada duyulan tek ses motor sesi ve bıkkınca alınıp verilen nefeslerdi. Yaklaşık 25 dakika sonra Bebek sahilinde üç katlı beyaz bir köşkün önünde durdu araba. Kapılar açılıp dışarı adım attıklarında bahçenin heybetli kapısı otomatik olarak aralandı. Bahçe girişi ile köşkün kapısı arasında yaklaşık 50 adımlık bir mesafe vardı. Önü denize, arkası da kendine ait bir koruya bakan, oldukça gösterişli bir yapıydı. Moda'daki evleri de deniz görüyordu. Tuna 10 yaşındayken taşınmıştılar oraya. 3 oda 1 salon ferah bir apartman dairesiydi. Ortalamanın üzerinde bir yaşam standardına sahiptiler. Kaynaklarını iyi idare edebilen anne ve babanın yokluk görmeden büyütülen kızlarıydı onlar. Ama o gün önünde durduğu bu yapı, babasının ailesinin variyetini bütün ihtişamıyla gözler önüne seriyordu. Ne kadar durup yapıyı incelediğini bilmezken avukat Fikret bey sıkılmış olacak ki, önden ilerleyip kapıyı çaldı. Çok bekletmeden açılan kapıda onları kendi yaşlarında, kısa boylu ve sevimli yüz hatlarına sahip bir çalışan karşıladı.
- Buyurun Fikret bey. Sizi salonda bekliyorlar efendim.
- Teşekkür ederim, lütfen beni takip edin Tuna hanım.
Denileni yapıp, genişçe bir girişi adımladıktan sonra sola dönünce; binanın dış mimarisiyle uyumlu, oldukça klasik bir salonla karşılaştılar. Girişin karşısındaki denize bakan büyük pencerelerin önüne yan yana koyulmuş iki koltuktan birinde, 70'li yaşlarında ama yaşına göre oldukça dinç görünen bir kadın ve diğerinde en fazla 50 yaşında gibi duran bir adam oturuyordu. Onların salona girişiyle ayağı kalktılar. Sonradan öğrendiklerine göre bu kişiler, babaanneleri Güzide hanım ve amcaları Salih beydi. Varlığını sonradan hissettiği orta yaşlı bir kadın ise bakışlarından hiç bir anlam çıkaramadığı şekilde iki kardeşi izliyordu. Sessizliği Güzide hanım bozdu. Ağır adımlarla yanlarına kadar gelip, ikisinin de yüzünde yaşının izlerini taşıyan ellerini şefkatle gezdirdi. Gözünden akan yaşlara hakim olamıyor ama yüzündeki içten tebessümü de gizleyemiyordu. Sonra kendisinden hiç beklenmeyen bir çeviklikle iki kardeşi de aynı anda kollarının arasına alıp saçlarına uzun uzun öpücükler kondurdu. Sesini ilk duyduğunda söylediği şey ise onun da ağlamasına sebep olmuştu. "Murat'ım gibi kokuyorsunuz." Demişti.
Ardından amcaları Salih bey onlara doğru adımlamış ve samimi birer kucaklama bahşetmişti. "Evinize hoş geldiniz." Dediğinde kendini daha fazla tutamamış ve içindekileri bir bir dökmüştü Tuna.
- Bana biriniz burada ne olduğunu anlatabilir mi? Birden bire ortaya çıkıp biz sizin amcanızla babaanneniziz demek de ne oluyor? Ne annemin ne de babamın kimsesi yoktu. Ne yaşarken ne de ölürken. Hastanede yoktunuz, cenazede yoktunuz, taziyede yoktunuz. Birden bire ne oldu da gün yüzüne çıkma ihtiyacı duydunuz? Bakın belki sesimi yükselterek saygısızlık ediyorum ama takdir edersiniz ki bu yaşanılanlar alışılagelmiş şeyler değil. Lütfen bize makul bir açıklama yapın. Ayrıca burası bizim evimiz değil. Anne ve babamızın hatıraları olan evimize dönmeden önce sizi dinliyorum. Buyurun ve ortada ne dönüyorsa bana açık açık anlatın.
Güzide hanımın göz yaşları sözleriyle şiddetlenmiş ve ayakta duramayacak vaziyete geldiği için salondaki diğer kadının yardımıyla kalktığı koltuğa oturtulmuştu. Salih bey sıkıntılı bir nefes alıp söze girdi ve hayatlarının neredeyse tamamının yalan olduğuna çıkan sözleri bir bir döküldü dudaklarından...