Karanlık odanın köşesinde, sessizce duran adamın yeşil gözleri parlıyordu. Yirminci yüz yıldan kalma takım elbisesi ile geçen yüz yıldan kalma bir portreye benziyordu. Yeşil gözleri karanlıkta bir yılan gibi parlamasa onu gerçek bir insan sanmazdım. Ceketinin yakası hafifçe kalkık, omuzları güçlü bir duruş sergiliyordu. Bir diktatöre benziyordu. Gömleği beyaz ve kusursuzca ütülenmişti, kravatı ise koyu renkli ve göz alıcıydı. Duruşu Christian Ruling’e benziyordu. Bakışları ise Alexander Ruling’i andırıyordu. Bunun dışında diğer tüm fiziksel özellikler tümüyle Ruling tanımına uygundu. Sarı saçları, yeşil gözler ve soluk ten. Ancak onda bir şey daha vardı. Yüzü büyükbabam Valery’nin katiline aitti. Nefretle doldum yeniden.
Oda, onun etrafında biraz daha karanlıktı. Sanki onun varlığı etrafındaki her şeyi emiyordu. Ruling ailesinin tüketici bir kara delik olduğuna hem fikirdim. Bakışları, karşısındakine düşman olduğunu iletiyordu. Düşmanım olduğunu biliyordum. Adamın düşüncelerini okuyamasam da Etinden tırnağına kadar melezlerden ve ailelerin kanlarını kirletenlerden nefret ediyordu. Bir o kadar da benim gibilere muhtaçtı. Karanlıkta bir hayalet gibi duruyordu. Bilincim malikanenin büyük kapısından çıkıp bedenime geri geldiğinde babama sordum.
“Beni öldürecek misiniz?”
“Beynin, rahmin ve kalbin yapacaklarımız için yeterli olurdu.” diye yanıt verdi babam. “Ancak kanın bunlardan daha önemli. Daha önceki planım buydu. Kabul ediyorum ama bundan vazgeçtim. Kızımı bir hiç için feda edemem.”
“Yapabilseydin yapardın ama.” dedim başımı babamın göğsüne yaslarken. Başım dönüyordu. Bir nokta da haklıydı bedenim bu güç için yetersizdi. “Keşke beni yetiştirmek yerine öldürseydin. Her şey o zaman daha kolay olurdu.”
Satanachia sözlerimi duyduğunda duraksadı. “Benim sana bir soru sormama izin ver.” Başımı sessizce salladım ve sormasına izin verdim. “Neden gücünü kaçmak yerine benimle savaşmak için harcadın sevgili kızım? Buradan gidebilirdin. Şimdi şu haline bak.”
“Sizi öldürmek için.” diye yanıt verdim bende. Babam bana inanmaz gözlerle baktı. Asıl cevabı verdim. “Almak istiyorum.”
“Neyi?” diye sordu düz bir sesle.
“Bana ait olanları. “ Dudaklarım hafifçe kıvrıldı. “Karanlık Işık ve Gök taşını. Onları aldığımda gideceğim. Elbette belki de sizi de öldürürüm. Sky’in dediğine göre Şeytanları öldürmek mümkünmüş. Ayrıca taşlardan önce hırsım baskın geldi. Sana olan öfkemi yenik düştüm ve saldırdım. Sana olan öfkem sönmüş de değil baba.”
Babam soğukça güldü. “Dene ve karşılığını al sevgili kızım.”
“Beni nereye götürüyorsun?” diye sordum. Annem Rosa ve Mira sadece gizi dinliyorlardı. Annem ileri bakıyordu. Malikanenin ikinci katında ki pencerede bir adam silueti dikiliyordu. Sözlerime devam ettim. “Malikanenin altında ki zindanlara mi?”
“Dinlenmen ve yaralarının iyileşmesi için rahat bir yatak. Belki de sıcak bir çorba.” Babam beni daha sıkı sardı. “Hala obur musun?”
“Bir ziyafeti tek başıma yiyebilirim ve bu benim şölenim olur.”
Malikanenin merdivenlerine çıkmaya başladığında Mira önden koşarak gitti ve devasa kapıyı açtı. Kapılar aralandığında Ruling ailesinin en küçük kızı Sophie’yi gördüm. Hemen ardında Adrian Ruling dikiliyordu. Onu capcanlı gördüğümde Alexander, Christian ve Sophie’ye benzeyen bir çok tarafını gördüm ama Jasper’a benzeyen hiçbir tarafı yoktu. Bu ilginçti. Yüzüne bakmak midemi bulandırıyordu. Boğazıma yükselen kanı isteyerek geri yuttum.
“Küçük aile tartışmanıza karışmak istemedik.” Adrian Ruling tatlı bir sesle konuşmuş ve dostane bir tavırla ellerini iki tarafa açtı. “Ancak oğulları sabır gösteremedi ve sizin aile tartışmasını böldüler.”
“Geç kaldılar.” Annem soğuk bakışlarını Adrian Ruuling’e dikmişti. “Kızım ve kocam çoktan tartışmayı bitirmişti.”
“Senin adına sevindim Rosa.” Adrian Ruling gülümsedi. “Büyük kızına sonunda kavuştun. Ancak oğlunu göremiyorum. Milan’ı.”
Annem migren atağı geçirir gibi yüzünü ekşitti. “Onu geri de bıraktık. O bu aileye ait değil. Kendi yolunu çizeli çok oldu.”
“Anna MariaMiaValentina.” dedi Adrian Ruling bana hitaben. “Bizi çok uğraştırdın. Yine de seni görmek, kuzenim Valery Ruling’in sevgili torununu görmek ne büyük onur. Mükemmel bir birleşimsin sevgili kızım. Dört ailenin kanı ve de insan şeytan melezi. Ancak çoğunlukta insan...”
Sadece, “Mia yeterli.” dedim. İlk bu sarıyı öldürecektim.
“Peki öyle olsun, Mia.” Adrian Ruling eliyle içeriyi işaret ederek babam ve bana yol verdi. “Ruling Malikanesine hoş geldin Mia.”
“Kızım için bir odan var mı Adrian?” diye sordu Peter Valentina kayıtsızca.
“Veronica’nın odasını alabilir.” Adrian yukarı kata çıkan merdivenleri işaret etti. “Yukarı katta hemen batı kanatında ki son oda.”
Sophie, “Ablamın odası olmaz baba!” diye ciyakladı. “Veronica’nın yadigarlarına saygısızlık edemeyiz. Beni duyuyor musun baba?”
“Sophie sözlerime karşı saygısızlık etme.” Adrian kızına sert bir bakış attı. “Peter, kızını söylediğim odaya götürebilirsin.”
Babam hızlı adımlarla üst kata çıktı. Beni koridorun sonunda li odaya getirdi ve yatağa bıraktı. Vücudumun ağrıdığını yumuşak yatağa bırakıldığım an fark etmiştim. İnledim ve iç çektim. Babam, “Annen ve kız kardeşin yanında kalacak.” dedi. Bana emir veriyordu. “Onları üzme. Şayet onları tehlikeye atarsan Mira sana haddini bildirir. Fiziksel anlamda.”
Mira’ya baktım. Ellerini kaldırıp başını hayır anlamında salladı. “Öyle bir şey yapmam. Ablamın da bize zarar vermeyeceğine eminim.”
“Bir şey yapmayacağım.” Başımı yastığa gömdüm. “İçiniz rahat olabilir. En azından bugün için.”
Babam Peter başını sessizce salladı. Annem Rosalyn’in yanından geçerken yanağını okşadı ve alnından öptü. Annem gülümsemekle yetindi. Babam odayı terk ederken kapıyı sessizce ardından kapattı. Örtüyü üzerime çektim. Asırlardır kullanılması gibi tozlu kokuyordu. Ancak seçenek hakkım yoktu. Bir kez daha bedenimin fiziksel sınırlarına çıkmış ve zayıf düşmüştüm. Annem yatağın yanında ki tekli koltuğa oturdu. Ellerini kucağına koymuştu. Mira ise eski bir şifonyerin üzerindeki bibloları inceliyordu. Sanki biz yokmuşuz gibi daha sonra pencerenin önüne giderek kalın tül perdeleri açtı ve odanın içine ay ışığının dolmasına izin verdi.
“Bir piyondan farksızsın.” Tavanı yorgun gözlerle seyrediyordum. “Şimdi de bana bekçilik yapıyorsun. Günlüğünde okuduğum özgür ruhlu genç kıza ne oldu?”
“Büyüdü. Evlendi. Üç çocuk doğurdu ve ailesine bağlı bir kadın oldu.”
“Babam ve sen hayatımızın içine sıçtınız.”
“Anneler babalar çocuklarını, çocuklar anneler babalarını seçemez.” Rosalyn omuzlarını silkti. “Ve herkes hata yapar.”
“Büyükannemin yaptığı hatayı yaptın anne.” dedim gülerek gülerek. “Ve şimdi de ben bu hataları telafi etmek zorundayım. Atalarımın mirası sadece kanlı bir zincir. Ben bu zincirin halkası olmayacağım.”
“Nasıl? Sende bizdensin Mia.” Gözleri yasla kısıldı. “Doğduğun günden beri zaten bu zincirin halkasısın sen.”
“Bunu ben seçmedim. Ama o zinciri kırmak benim seçimim olacak.”
Annem sessiz kaldı, düşünceli bir ifadeyle gözlerini kapattı ve arkasına yasladı. Annem Rosalyn, sessizce gözleri kapalı beklerken yüzünde belirsiz bir ifade vardı. Belki de o da içindeki savaşı yaşayanlardandı. Ancak kimin umurundaydı ki. Aile bağları ve mirası ile kendi özgürlüğü arasında sıkışıp kalmıştı. Seçimi zincirin halkası olmaktan yana olacaktı. Benim sözlerimde bir gerçeklik vardı, ama yine de kabul etmek istemiyordu. Yüzleşmiyordu. Aile bağları ve idealleri ile özgürlüğü arasında sıkışıp kalmıştı.
Mira ise odanın içinde dolaşırken sessiz kaldı, ama beden diliyle belli belirsiz bir gerginlik vardı. Omuzları gergince yükselmişti. Sık sık ama sessiz nefesler alıyordu. Sürekli hareket halindeydi. Üstelik düşünceleri çok karmakarışıktı. Dudaklarını birbirine bastırıyordu. Kim bilir yüzüncü voltasından dönerken bana yine kaçamak bakış atmayı ihmal etmemişti. Sözlerimden onu güvensizliğe düşürmüştü. Belirsizlik onu endişelendiriyordu.
Benim iç bu karanlık odada, ailemi ve kaderimi sorguluyordum. Zincirin yeni kanlı halkası. Zincirin kanlı halkası. Zincirin kanlı halkası. Babamın yüzü ve sözleri hala zihnimi işgal ediyordu. Sen zaten bir silahsın. Sen zaten kendini bir silaha dönüştürmüşsün. Ben sadece silahı hedefime doğrultacağım... Onunla olan çatışmamız, bizim için gerçek bir savaşa dönüşmüştü. Bu savaş, sadece fiziksel güçle kazanılabilecek bir savaş değildi. Bu savaş sonunda bu miras da yok olmalı ve son olmalıydı.
Yatağın üzerinde uzanırken, geleceğe dair belirsizlikler içinde kıvranıyordum. Ancak bir şey kesindi: Artık zincirlerimi kıracaktım. Sûr onun nasıl bir varlık olduğunu bilmezken onu nasıl durduracağımı bilmiyordum. O varlık benim içimdeydi. Sanki musallat olmuş bir ruh gibi. Ama neden? Neden benim zihnimde hapisti? İçimde bir yerde bir şeyin kesin olduğunu biliyordum: Artık zincirlerimi kırmak için harekete geçmeliydim. Fakat, içimde bir musibet gibi duran Sûr, onun varlığı hakkında daha fazla bilgi edinmek için içimi kemiriyordu. Neden benim zihnimde hapsolmuştu? Bu varlık beni nasıl etkiliyordu ve onu nasıl durduracaktım? Belirsizlik içinde kıvranırken, bu soruların cevaplarını aramakta kararlıydım.
“Beatrice ve Aaron nasıllar?” diye sordu Rosalyn.
“Sky’ı da sormayacak mısın?” diye sorusuna sorumla karşılık verdim. “Onu da merak etmiyor musun?”
“Ediyorum... En çok da sen ve o?” Gözlerini açtı ve mavi bakışlarını bana dikti. “Nasıl olurda sana...”
“Sanırım şeytanlara aşık olmak gibi kötü bir huyumuz var.” Sözlerimle annemi iğneledim. “Bana sakın maval okuma.”
Annem burnundan soludu. “Onu bu yüzden öldürebilirim.”
“Denemeni önermem. Babam iki kez denedi ve ikisinde de ölümden dönüyordu.”
Annem içinden söylenerek yeniden sessizliğe gömüldü. Gözlerim Mira’ya gitti. Sonunda sabit bir yerde durabilmişti. Anneme sırtımı dönerek dizlerimi çenemin altına çektim. Cenin pozisyonunda yatıyordum. Örtüyü biraz daha üzerime çektim. Kuş tüyü yastıklara başımı biraz daha bastırdım. Mira kollarını göğsünün altında birleştirmiş pencereden dışarıyı seyrediyordu. Sessizdi. Düşünceleri de bir o kadar da ölü. Bana benzediğini ret edemezdim.
Yüzlerimiz birbirini andırıyordu. Onun gözleri yeşildi. Gözleri, zümrüt parıltısını andırıyordu. Büyükbaba Valery’nin gözlerinin tıpkısının aynısıydı. İnce, koyu yeşil irislerin içinde, ormanın derinliklerinin tonlarındaydı. Gözlerinin içinde ki hüzündü. Hayal kırıklığı. Ve çoğunlukla korku. Yumuşak bronz rengi saçları, ay ışığında dans eder gibi parlıyordu. Saçlarının uçları hafifçe kıvrılmış ve beline kadar uzanmıştı. Saçlarının arasında zaman zaman beliren koyu tutamlar vardı.
Cildi, pürüzsüz bir ipeğin yumuşaklığını andırıyordu. Soluk gül rengi yanakları, hafifçe pembeleşmiş ve sağlıklı bir ışıltıyla parlıyordu. Elmacık kemikleri, yüzüne ince bir zarafet ve çekicilik katıyordu. Dudakları, hafifçe dolgun ve pembe tonlardaydı. Normal zamanlarda gülümsediğine emindim. O annem Rosalyn ve büyükannem Beatrice’in karışımıydı. Benim gibi. Aklıma Milan geldiğinde gözlerimi yumdum. Abimizdi. Mira ve benim erkek versiyonumuzdu.
Bu düşünce beni güldürdü. Fark ettiğimde Mira da bana bakıyordu. Gülümsememi yakalayabilmişti. Sonra hemen gözlerini kaçırmıştı. Pencere izlencesine devam etmeye karar verdi. Dehşet verici bir şey düşündüğüm için güldüğümü düşündü. Bu onu biraz daha gerdi. Kalbi coşkun bir şelale kadar hızlı atıyordu. “Anne gidip biraz dinlen.” diye mırıldandı Mira. “Ben ablamla geceyi geçirebilirim.”
“Kalacağım-”
“Git.” dedim sözünü kesip. “Ölü sandığım ama capcanlı karşıma çıkan annemin varlığı beni huzursuz ediyor. Biraz olsun uyumak istiyorum. Huzurla.”
Annem ayağa kalktı. Bir adım attı. Eğildiğini hissettim. Saçlarımı okşaması içimi ürpertti Şakağımdan öpmesi başımı koyduğum yastığı sıkmama sebep oldu. Sonra Mira’nın yanına gitti. Ona sarıldı ve yanağından öptü. Ondan uzaklaşırken ellerini omzuna koydu. Mira’dan emin olup, gülümsedikten sonra çıkıp gitti. Mira yatağın ucuna oturdu. Biraz tereddütlüydü ama oturmakta karar kıldı. Sırtı bana dönüktü.
“Kaç yaşındasın?” diye sordum.
“On yedi.” diye fısıldadı. “Sen?”
“On dokuz.”
Kendi kendine güldü. “Babam ve annem çocuk konusunda fazla sabırsız davranmışlar galiba. İki yıl. İki yaş fak.”
“Milan yetmiş küsür yaşında bir moruk.” dedim düz bir sesle. “Başka kardeşimiz olmadığına eminsin değil mi?”
“Evet sadece üçümüz varız. Sen, ben ve Milan.” Kısa bir an sessiz kaldı ve sordu. “O nasıl biri? Babam gibi mi mesela?”
“Uzaktan yakından alakası yok. Milan çok içine kapanık ama sığ biri değil. O çok düşünür ve her konuda özellikle insanlar hakkında. Bir gözü yeşil diğeri mavi. Sanırım bu dikkat çekici bir özellik olabilir.” Perçemimi parmağıma doladım. “Saçlarımız benzer renkte; Kahverengi. Fazla gülümseyen biri değildir ama sessiz olduğundan uyumlu ve anlaşması kolaydır. Bunun dışında o...”
“O?”
“Senin gibi iblis özellikleri baskın.” Gözlerimi kapatıp iç çektim. “Melez.”
“Kendini bu durumda şanslı mı, şansız mı sayıyorsun?” diye sordu. Meraklı olmamak için çabalıyordu ama deli gibi ablasının kim olduğunu merak ediyordu. “Yani insan özelliklerinin baskın gelmesinden bahsediyorum.”
“İnsan olmaktan memnunum.” Halimden şikayetim yoktu. “Sadece gücümü tam anlamıyla taşıyacak bir beden değil. Tek sorun bu.”
“Ya şu iblis çocuk? Annemin çocukluk arkadaşı olan?” Mira’nın sesi yaramaz ve alaycıydı. Dizlerini kendine çekip kıvrılarak yan tarafına devrildi. “Lilith ve Lucifer gibi olmalısınız. Ya da Ava ve Lucifer. Ha?”
“Uzaktan yakından ilgisi yok. Daha çok ilgili olan o.” Sky’ı düşünmek istemiyordum. Ona onu sevmediğimi söylemiştim. Her şey bu kadar karışıkken aşka zamanımız yoktu. “Sanırım tüm şeytanlar böyle.”
Mira kıkırdadı. “Ben değilim. Hayatta daha büyük idealar olmalı.”
“Sanırım bir yerde hem fikiriz. Hayatta daha önemli şeyler var.” Yastığıma sarıldım. “Aşktan özellikle aileden daha önemli şeyler Bu noktada kesişiyoruz..”
“Hem fikir mi? Güldürme beni. Sen Satanachia’ya meydan okuyacak kadar çılgınsın.” Saçını kulağının arkasına sıkıştırdığını gördüm. “Beni yenecek kadar güçlü. Annemizi üzecek kadar kalpsizsin. Seninle hiçbir noktada kesişmiyoruz. Sen ve ben farklıyız.”
“Biliyorum.”
Mira'nın sözleri kalbime saplanmıştı, çünkü derinlerde doğruluk payı vardı. Onun bakışlarındaki şüphe ve endişe, benim içimdeki savaşın bir yansıması gibiydi. Evet, belki de ben bir iblis meleziydim, ama bu beni kendimi haklı çıkarmaya yetmiyordu. Mira'nın yanımda hissettiği rahatsızlık, içimdeki karanlıkla baş etmekte ne kadar yetersiz olduğumu gösteriyordu. Sonuçta onun hiçbir suçu yoktu. Onu tanımıyordum. O da beni tanımıyordu.
"Böyle olmam gerekiyor," dedim, ama ona inandırıcı gelmiyordu. Düşüncelerini duyabiliyordum. "Güçlü, kalpsiz ve deli."
Mira'nın düşüncelerinde ki ifade değişmedi. Hala benden emin olmadığını ve ona güven vermediğimi düşündüğünü hissedebiliyordum. Kendini bana sırtına döndüğü halde bile tehlike de hissediyordu. Benim yanımda olmaktan endişe duyuyordu ve haklıydı da. Ben bile kendimi güvenemiyordum.
"Güçlü olman bize zarar vermekten kaçınamaz," dedi soğuk bir tonla. "Senin gücün, başkalarını korumak için değil, onları kontrol etmek için. Ne yapabileceğini biliyorum Mia. Sınırlarını aşabileceğini. Eğer bir şey yapmaya cesaret edersen seni durdurmak için orada olacağım. Tam karşında."
Bu sözler de ciddiydi. Mira'nın bana olan güvensizliği korkudan korkudan da nefrete dönüşebilecek kadar sınırdaydı. İnce bir çizgi kadar yakın bir sınır. Mira örtüden bir pay alarak üzerine çekti. "Seni sevmek istiyorum abla ama bana izin vermelisin." dedi, ama bu sözlerin artık bir anlamı kalmamıştı. Çünkü Mira'nın gözlerindeki bakış, artık bana olan güveni kaybettiğini açıkça ifade ediyordu. “Seni gerçekten sevmek istiyorum. Abimi de. Babamı bile sevebiliyorsam seni de sevebilirim değil mi?”
“Bilmiyorum. Bu sana kalmış.” Sesim duygusuzdu. “Beni sevmek istiyorsan sev. Nefret etmek istiyorsan nefret et.”
“Sana bir sır verme mi ister misin?” diye sordu.
Sessiz kaldım. Hıhım, diye mırıldanmakla yetindim.
“Aile her şeyden önemlidir.” diye fısıldadı. “Babamı sadece bir yıldır tanıyorum ama sonuçta o babam.”
“Babamı sevmediğimi nereden çıkardın Mira.”
“Seviyor musun?” diye sordu şaşırarak.
“Elbette seviyorum ama sevgim babamı öldürmeme engel değil.”
Put kesmişti. “Sen... Tanrım.”
Mira sessiz kaldı, yüz ifadesini göremiyordum ama tahmin edebiliyordum. Belli ki onun içindeki şüphe ve endişe benim belirsiz sözlerimle daha da güçlenmişti. Birlikte geçirdiğimiz kısacık an, onun benden uzaklaşmasına sebep olmuştu. Onu derinden mi incitmiştim? "Artık sözlerin beni etkilemiyor," dedi sessizce. "Seninle ilgili gerçeği görebiliyorum. Biz senin için hiçiz. Seni suçlayamam. Senin de haklı olduğun kısımlar var. Herkes gibi. Ama kimse oyunu kurallarına göre oynamıyor abla.”
Kalbi hızla atmaya başladı. Sözleri Mira'nın kalp atışlarını hızlandırmıştı. Ben, onun bir aile üyesi olarak bana güvenmesini istiyordum, ama davranışlarım ve sözlerimle bunu sağlayamamıştım. Ona umut veremezdim. Abla rolünü üstlenemezdim. Hedeflerim farklıydı. Arzum güçtü. "Özür dilerim," dedim , ama artık sözlerimin bir anlamı kalmamıştı. "Senin güvenini kazanmak gibi bir amacım yok ama tersinin de olmasını da istemem. Sana zarar verme niyetinde de değilim, Mira. Gerekirse seni korurum. Gerekirse..."
Mira başını salladı, ama sesinde hala bir şüphe belirtisi vardı. "Zamanla göreceğiz Mia." dedi sadece.
O an, odanın içinde bir huzursuzluk hakimdi. Aramızdaki mesafe ve güvensizlik duvarları yükselmişti ve bunları yıkmanın yolu yoktu. Belki de bir gün, Mira benim için kardeş anlamına gelebilirdi. Odalarda sessizlik hüküm sürdü ve zaman geçtikçe karanlık daha da gerginleşti. Mira'nın bana olan güvensizliği ve benim de ona karşı hissettiklerim arasında sıkışıp kalmıştık. Ne yapacağımızı bilmiyordum ve bu belirsizlik içinde kaybolmuştuk.
Sonunda, sessizliği bozan tek şey Mira'nın yataktan kalkıp odadan çıkması oldu. Ardından kapının hafifçe kapanma sesi geldi ve bir kez daha yalnız kaldım. Yatağa gömüldü ve odanın karanlığında düşüncelere daldım. Ne olursa olsun, aile bağlarını koparmalıydım. Ama şimdi, o bağların kopma noktasına gelse de beni tutan bu bağlara biraz daha tutunacaktım. Umutsuzca, bir çıkış yolunu bulmaya çalışırken odada ki içimdeki karanlık daha da derinleşti. Unutmuştum. Burası Veronica’nın odasıydı. Sevgili Veronica...