2. BÖLÜM
YANLIŞ YER VE YANLIŞ ZAMAN
"Uyu benim güzelim.
Anneciğin yanında .
Seni seviyor.
İblislerden, kötü cadılardan, büyücü, canavarlardan ve kötü yaratıklardan seni koruyor.
Uyu benim güzel kızım.
Sakın korkma, endişe duyma.
Annen yanında.
Koruyacak seni tüm kötü ruhlardan.
Sadece gülümse tüm benliğinle.
Işılda karanlıkta.
Sakın korkma endişe duyma.
Sonsuza kadar annen yanında.
Fani yaşamında ve ölümden sonra ebedi hayatında.”
Gecenin sessizliği, odanın içine sızan huzur dolu ninniyle daha da derinleşti. Mia, yatağın içinde bilinçsizce uyurken annem Rosalyn ona bir ninni mırıldanıyordu. Annemizin şefkat dolu sesi, odanın duvarlarını okşarken, babamın korkutucu bakışları Mia’yı izliyordu. Bir an bile göz kırpmamıştı ve babamın koyu renkli gözlerinde kırmızı hareler oynaşıyordu. Kollarını gövdesinde birleştirmiş sallanan sandalye de bir ileri bir geri sallanıp duruyordu. Huysuz, ketum bir ihtiyara benziyordu ki bu mecaz sayılmazdı.
Annem Mia’nın kahverengi saçlarını, yavaşça okşarken ninniyi bitirip hemen yeniden söylemeye başladı. Annemin okyanus mavisi gözleri, Mia’nın üzerindeydi. Annemi ilk kez bu kadar güler yüzlü görüyordum. Bu kutsal an, annemizle paylaştığımız en özel anlardan biriydi. Ablamın annemle pek anısı olduğunu biliyordum. Annemin koruyucu kolları arasındaydı. Annem Rosalyn bir kez daha ninniye başlamak üzereyken gözlerinde yaşlar titreşti, sustu ve kolları arasına kapanıp ağlamaya başladı.
Babamın bakışları Mia'ya döndü, ama hiçbir şey söylemedi. Sessizlik, annemin hıçkırıkları ve hüzünlü sesiyle dolup taşıyordu. Odanın içindeki bu gergin atmosfer, her geçen saniye daha da yoğunlaşıyordu. Annemin kollarının arasında sıkı sıkıya sarıldığı, yüreğinin acıyla dolduğu belliydi. Onun bu çaresizliği, odadaki herkesi etkisi altına almış gibiydi. Babamın yüz ifadesi hâlâ taş gibi sertti, duygularını hiçbir zaman açığa vurmazdı. O duygusuz maskeyi çıkardığını asla göremeyecektim.
Mia hala uyuyordu. Yüzünde ya da bedeninde hiçbir hareket yoktu. Ancak yüzüne bakmak bir nebze huzur hissetmeme fayda sağlıyordu. Belki de bu yüzden annem, onun yanında duyduğu huzuru bulmaya çalışıyordu. Herkesin kendi içinde bir mücadele verdiği bu an, ailedeki derin duygusal çalkantıları bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Annem, Mia'yı sevgiyle sarıp sarmalarken, yaşadığı acıyı kelimelere dökmek yerine sessizce hissediyordu. Ve babam, sadece izliyor, sessizliğin içinde kaybolmuştu.
Annemin hıçkırıkları, odanın sessizliğini deldi ve içimde derin bir üzüntü uyandırdı. Onu böyle görmek, kalbimi paramparça ediyordu. Babamın yüz ifadesi ise hâlâ değişmemişti, taş gibi sert ve duygusuzdu. Belki de içinde yaşadığı karanlık duyguları bastırmak için böyle bir maske takıyordu.
Annem, hıçkırıklar arasında sıkıca gözlerini kapatıp dua eder gibi görünüyordu. Belki de içindeki acıyı, dualarla hafifletmeye çalışıyordu. Yavaşça sakinleşmeye başladığında, gözlerindeki hüzün yerini biraz olsun kabullenişe bıraktı. Mia uyandığında asıl kabus başlayacak gibiydi. Bir süre sonra annem, derin bir nefes alıp gözlerini açtı. Yavaşça kalktı ve benim gibi yatağın köşesine oturdu.
“O uyandığında hazırlıklı olmalıyız.” Rosalyn kollarını kendine sardı. “Yeniden kırize girebilir. Ya da en kötüsü...”
Annem sözlerine devam edemezken babamın yüzünde hâlâ bir değişiklik yoktu. O sessizce izlemeye devam ediyordu, sanki duygularını hiçbir zaman dışa vurmamak için kendini eğitmişti. Annem ise Mia'ya bakarak derin bir nefes aldı ve sakinleşti Onun varlığı, içindeki sıkıntıları biraz olsun hafifletmiş gibi görünüyordu. Ya da ablamın varlığı yeni sıkıntıları doğuracaktı. Annem, Mia'nın yanında sessizce otururken, gözlerinde hâlâ hafif bir hüzün vardı. Ama bu sefer içindeki acıyı daha iyi saklıyordu. Belki de Mia'nın varlığı, ona güç veriyordu. Oda annemin sözlerinden sonra yeniden sessizliğe gömülmüştü. Annem, Mia'nın yanında sessizce oturuyor, onun nefesini dinliyordu. Babam ise hâlâ sert bir şekilde sandalyede oturuyor, sessizliği bozmadan odanın içine dalıyordu.
Belki de bu sessizlik, ailenin içindeki derin duygusal yoksunluktandı. Babamın ya da annemin birbirlerini sevdiklerini söylediğini hiç duymamıştım. Abim Milan’ı tanımıyordum ve Mia annemin yanından ayırmadığı bebeklik fotoğrafı dışında onu ilk kez kanlı canlı görmüştüm. Herkes kendi iç dünyasına gömülmüştü. Sessizlik içinde kaybolmuşlardı.
Sessizlik, odanın içinde ağırlığını hissettirirken, annemin sakinliği etrafa huzur yayıyordu. Mia'nın yatağında huzurla uyuması, odadaki gergin atmosferi biraz olsun hafifletiyordu. Annem, onun yanında oturarak sessizce nefes alıp veriyor, onun varlığıyla huzur buluyordu. Babamın ise duruşu hâlâ değişmemişti. Sanki taş duvarlar gibi sert ve duygusuzdu. Onun sessizliği, odanın içine yayılan bir buz gibi hissediliyordu. Belki de içindeki karmaşık duyguları, sessizlikle bastırmaya çalışıyordu.
Annem, Mia'nın yanında sessizce otururken, yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Belki de onun varlığı, içindeki huzursuzluğu biraz olsun dindiriyordu. Gözleri Mia'ya dolu dolu bakıyordu. Özlemle... Oda, sessizlik içinde adeta donmuş gibiydi. Herkesin iç dünyasında fırtınalar kopuyor olabilir ama dışarıdan bakıldığında, sükunet hâkimdi. Belki de bu sessizlik, ailenin içindeki derin bağları ve sevgiyi ifade etmenin en güçlü yoluydu.
Babam sessizliğin içinde derin düşüncelere dalmış gibiydi. Gözlerindeki bir an bir bakış belirmişti. Bu hüzündü. Geçmişte yaşanan acıları hatırlatıyordu. Ama aynı zamanda geleceğe dair umutlarını da barındırıyordu. Şeytanlar üzülmezdi. Babamın sessizliği ve zamanın belirsizliği beni de geriyordu. Ablamın ve babamın karşılaşması ve de belki annemin ortalığı yatıştırmaya çalışacak olması. Buna hazır değildim. Geçmişte yaşanan acılar ve hatalar, annem ve babam için derin bir kederler yaratmıştı. Ama dışarıdan bakıldığında, bu kederi kimse göremezdi. O keder babamın sessizliğinin ardına saklanmış gibiydi.
Babamın sessizliği karmaşıktı. Belki de içinde taşıdığı geçmişe dair pişmanlıklar ve endişeler, onu sessizliğe sürüklüyordu. O, dışarıya duygularını pek yansıtmayan biriydi, ancak iç dünyasında büyük bir fırtına yaşadığı belliydi. Aslında bu düşünceleri uydurduğuma emindim. Babam her zaman sandığım kişi olmuştu. Sanmayı seçtiğim kişi. Sessizlik içinde yavaşça şekilleniyorduk. İsterdim ki ablamın boynuna atlayıp sarılabileyim ama bu imkansızdı. Gücünün sınırı benim gücümün sınırlarını aşıyordu. Benden daha güçlüydü üstelik onda iblis kanı bile yoktu. İnsanlık Milan ve bana kıyasla Mia da daha baskındı. Kanı insan kanıydı. Annem Rosalyn bundan içten içe gurur duyduğuna emindim.
“Ablam uyandığında ne yapacağız baba?” diye sordum sonunda cesaretimi toplayıp. Sessizce beklemek bizi bir yere götürmeyecekti. “Ablam...”
Babamın kelimeleri, odadaki gergin sessizliği daha da yoğunlaştırdı. Ne yapacağımız konusunda bir fikrimiz olmadan, sadece belirsizliğin içinde kaybolmuştuk. Ama bir şekilde ilerlememiz gerekiyordu. Ablamın uyanmasıyla ne karşılaşacağımızı bilmiyorduk. En iyi ihtimalle hane başımıza yıkılmaz, en kötü ihtimalle de onu yatağa bağlardık. "Beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yok." dedi babam yeniden, sesindeki ton yorgunluğu ve belirsizliği hissettiriyordu. "Ama her ne olursa olsun, o bizim kızımız ve senin de ablan.” Bu sözler, odadaki gerginliği bir nebze olsun hafifletti. Belki de birlikte hareket etme düşüncesi, içimde ki korkuları ve endişeleri biraz olsun dindiriyordu.
Annem sessizce başını salladı, yüzünde beliren hafif bir umut ışığıyla. "Evet, birlikte hareket etmeliyiz," dedi sessizce. "Aile olarak, her zorluğun üstesinden gelebiliriz.”
Göz devirdim. “Bu söylediğine inanıyor musun anne? Babamla birlikte yapabildiğiniz tek şey çocuk ve bizde beladan başka bir şey değiliz.”
“Baş belası olduğunuz doğru.” diye dediklerimi kabul etti annem sonra Mia’ya baktı. “Ama buna değersiniz.”
“Sonuçta bizim kanımızdansınız.” diye ekledi babam. Dirseğini sandalyenin koluna yasladı ve çenesine yumruğuna dayadı. “Sizi değerli kılan da bu.”
Bu sefer sessiz kalan ben olmuştum. Kan ve kan! Değer verdikleri tek şey taşlarla bağlantı sağlaya kandı. İmperium Taşları aslında asıl önemli olan objelerdi. Babam düşüncelerim eşliğinde siyah, mat bir kutu çıkardı. Kutuyu açtı ve taş avcunun içindeydi. eğerli elmas, odanın içinde parıldayan bir ışık huzmesi gibiydi. Parlaklığıyla dikkat çekiyor ve etrafındaki her şeyi aydınlatıyordu. Elmasın yüzeyindeki yansımalar, odadaki her şeyi renk renk parıltılarla dolduruyordu. Elmas kesimi mükemmeldi; her bir yüzeyi kusursuzca işlenmiş ve parıltısı neredeyse büyüleyiciydi. Işığın her açıdan yansıması, etrafındaki duvarlara ve nesnelere renkli ışık huzmeleri saçacak kadar güçlü bir saflıktaydı.
Birbirine karışan mavi ve beyaz tonlardı. Saf bir gökyüzünün berraklığına benziyordu, derinliklerinde sonsuz bir okyanus gibiydi. Maviliği ablamın gözleri ile aynı tondaydı. Litolatriye ilgisi olan Adrian Ruling’den -Alexander, Christian, Jasper ve Sophie’nin babası- bir kaç şey öğrenmiştim. O adamdan annem gibi haz etmezdim. Ancak illa herkesin her sohbet de o adamdan öğrenebileceği bir şey olurdu. İlgisini bir şey çekmedikten sonra fazla konuşmazdı. Babamdan bile ketumdu ve odasından akşam yemekleri dışında çıktığını hiç görememiştim. Korkutucuydu. Odasına girmesine izni olan tek kişide en büyük oğlu Christian’dı.
Babamın elindeki taşı görmek, içimde karmaşık duygular uyandırıyordu. Ablam o taş yüzünden bu haldeydi. Babamın taşa bakarken ki gözlerindeki ışıltıyı ve taşın büyüleyici parlaklığını görmek karnıma kramp sokmuştu. Aklımdaki düşüncelerin derinliğinde, bu taşın asıl önemini ve ailenin ona yüklediği değeri sorguluyordum. Bu durumu asırlardır, nesilden nesile değişmeyen yozlaşmış bir put ve tapınmaya dönüşen bir inanç olarak anlatabilirdim. Ailelerin taşlara olan bağlılığı fark ettiğim günden beri beni sadece rahatsız edici gelirdi.
Gözlerim, anneme ve ablama kaydı. Annemin yüzünde hafif bir endişe beliriyordu, ablamın ise odaya giren elması fark etmediği gibi, ona olan ilgisizliği dikkat çekiciydi. Onun odak alanı şu an ablamdı. Başka bir şey umurunda değildi. Onun gözlerindeki maviliği, elmasın rengine benzetiyordum ve bu beni rahatsız etmişti.Adrian Ruling'in ilgisini çeken biri olmadığımı biliyordum. Onunda istediği kişi Mia idi. Mia’nın kanı taşlar için biçilmiş bir kaftandı. Kan taşlar ve aileler arasında köprü görevi görüyordu. Aile büyüklerinin taşlara olan bağlılığının altında yatan gerçekleri az çok biliyordum. Babamın elindeki taş ve diğer taşlar ailelerin geçmişine ve geleceğine olan bağlılığıyla dbir semboldü. Babamın bu taşları her şeyin üstünde tutması, benim için hala anlamını artık aramadığım bir bilinmezdi.
Aile her zaman, her şeyden önemli olmaz mıydı?
Sanırım bizim için değil.