Güneşin son ışıkları, malikanenin yüksek pencerelerinden sızarak odanın içine görünürde huzur verici bir aydınlık yayıyordu. Ancak bu ışık, içimi ısıtmak yerine, odanın sessizliğinde yankılanan gerginliği daha da belirginleştiriyordu. Gece uyumak için çabalamıştım ama gözümü kapattığımda gözlerimi cesetlerimle dolu ufku görünmeyen o sığ suda açıyordum. Odanın zarif mobilyaları ve antika eşyaları, geçmişin ihtişamını yansıtırken, duvarlardaki karanlık gölgeler, malikanede ki kötü enerjiyi belli ediyordu. Soluklarımı kendimi kaç soluğumun kaldığının hesabını yaparak buluyordum. Derin ve sessiz nefeslerim, odanın sessizliğinde yankılanırken, içimdeki huzursuzluk bir dalgadan diğerine savruluyordu. Gözlerim, odanın her köşesini tararken, bilinçlerimin savaşınının kaçınılmazlığıyla yüzleşiyordum. Geçmiş, gelecek ve şimdi.
Yatağın üzerinde otururken, odada ki gizem beni içine çekiyordu. Her bir mobilya parçası, her bir dekoratif unsur, geçmişin yankılarını taşıyordu. Bu malikanede yaşanan yüzyıllar boyunca biriktirilmiş anılar, odanın içinde hâlâ canlıydı. Ama aynı zamanda, bu anılar beni boğuyordu. Geçmişin ağırlığı, geleceğimin belirsizliğiyle birleşerek içimi kemiriyordu. Veronica. Kim olduğunu bilmiyordum ama ismi tanıdık geliyordu. Sanki geçmişten bir dost gibi. Odada yankılanan nefeslerim sessizliği daha da derinleştiriyordu. Oda, sanki benim iç dünyamın bir yansıması gibiydi. Her bir eşya, her bir detay, içsel çatışmalarımın simgesi haline gelmişti. Odada ki zıt tonları bu anlama yoruyordum.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, ama içimdeki öfke hâlâ dinmek bilmiyordu. Belirsizliklerin, karanlığın ve sessizliğin hüküm sürdüğü bu odada, bir çıkış yolu bulmam gerekiyordu. Tehlikenin içinde olabilirdim ama taşları almadan bir milim ileri ya da gitmeyecektim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir başlangıç noktası bulabilirdim. Adrian Ruling’i öldürmekte değerlendirdiğim seçenekler arasındayken elimi kana bulama, katil olma düşüncesi beni çıldırma noktasına getiriyordu. Ben kimseyi öldüremezdim.
Gözlerimi yeniden odanın içinde gezdirdim. Eski ahşap kapılar, yılların getirdiği eskime izlerini taşıyan, derin kahverengi tonlarına boyanmıştı. Kapı tokmakları paslanmıştı ve eski bir dokunuşla elde edilmiş gibiydi. Kapının menteşeleri, yıllar boyunca açılıp kapanmaktan dolayı hafifçe paslanmış ve eskimeye terk edilmişti Ancak hiç gıcırtı sesi duymamıştım. Kapının kenarlarında ise eski zamanların dokunuşunu hissettiren oyma işlemeler dikkat çekiyordu. Odaya girildiğinde, tavan yüksekliği ve geniş pencerelerle dikkat çeken geniş bir alana açılıyordu.
Duvarlar, yıllar boyunca solmuş ve yer yer dökülen boyalarla kaplanmıştı. Duvarların üst kısmında ise eski dönemlere ait desenlerle bezenmiş çiçekli bir duvar kağıdı göze çarpıyordu. Duvarların bazı kısımlarında ise taş duvarlar açığa çıkıyor ve odaya rustik bir hava katıyordu. Duvarlarda yağlı boya ile çizilmiş portreler asılmıştı. En çok dikkatimi çeken portreler üç kadına aitti. Birbirinden farklı yüzlere sahipti. Ancak bir o kadar da benzer. Minyon tipli ve sarışınlardı. İçlerinden sadece biri renkli gözlüydü
Geçmişin huzur veren esintisini odanın her milimine yayılmıştı. Normal zamanlarda olsa hoşuma gidebilirdi ama ölmüş birinin yatak odası olması rahatsız ediciydi. Antika saatin sesleri, adeta zamanın çizgisini takip eder gibiydi. Ahşap kapı, yılların yorgunluğunu taşıyan bir görünüme sahipti. Dışarı çıkmayı düşündüm ama bir Ruling oğlanıyla karşılaşıp ortalığı birbirine katma riskine giremezdim. Odanın merkezinde, üzerinde oturduğum büyük bir yatak yer alıyordu. Yatak, ahşap bir başlıkla çevriliydi ve üzerinde eski dönemlere ait gümüş desenlerle işlenmiş bir yorgan ve yastık seti seriliydi.
Yatağın karşısında, bir şömine yer alıyordu. Şimdi ise o şömine, yıllar boyunca ihmal edilmiş ve tozlar altında kalmış gibiydi. Şöminenin yanındaki duvarda ise eski bir saatin yer aldığı bir masa bulunuyordu. Saat, eskimiş bir metal kaide üzerinde yükseliyor ve zamanın geçtiğini sessizce hatırlatıyordu. Tik tak. Tik tak. Tik tak. Odayı aydınlatan ışık, geniş pencerelerden içeri sızıyordu. Pencerelerin kenarlarındaki eski tül perdeler, hafif rüzgarla hafifçe oynuyor ve odaya huzurlu bir atmosfer katıyordu. Pencerelerin dışında, eski zamanların izlerini taşıyan bir bahçe manzarası göz alıcı bir görüntü sunuyordu. Bahçenin ortasında yapay bir göl vardı.
Ayağa kalkıp pencerenin önüne geldim. Bahçenin ortasında, dingin suyun yüzeyinde yansıyan güneş ışıkları, gölgesiz ağaçların kolları arasından sıyrılarak gökyüzünde yükseliyordu. Gökyüzü masmaviydi, beyaz bulutlar süzülüyordu. Gölden yükselen kuğular, zarif bir şekilde suyun üzerinde süzülüyor, zaman zaman kanatlarını çırparak hafif bir esinti yaratıyorlardı. Burası ev sahiplerine rağmen huzurlu görünüyordu.
Bahçenin etrafını saran çiçekler ve her boydan budanmış ağaçlar, rengarenk bir halı gibi yayılmıştı. Her biri kendi güzelliklerini sergiliyor, rüzgarla hafifçe sallanıyorlardı. Arılar ve kelebekler, çiçekler arasında dans ederken, bahçenin ortasında bir huzur adası oluşturuyorlardı. Bahçenin bir köşesinde, eski bir salıncak sallanıyordu. Rüzgarla hafifçe hareket ediyordu. Salıncakta oturan biri vardı. Alexander. Elleri salıncağın iplerinden kavramış haldeydi. Bir ayağı yerde salıncağı ileri geri sallarken diğer ayağını dizinin üzerine atmıştı. Sarı saçlarını ensesinde toplamasına rağmen perçemleri dağınıktı. Yeşil gözleri ise uykulu bakıyordu.
Sarı saçları hafifçe rüzgarla oynuyordu, ensesine kadar uzanmış ama rahat bir şekilde toplanmıştı. Perçemleri yüzünde rahatça dolaşıyordu. Sarı saçları, güneşin altında altın rengi parlıyordu ve ensesine kadar uzanmıştı. Saçları, hafif rüzgarla oynarken, doğanın ritmiyle dans ediyordu. Yüzü, gerçek yaşını bilmeme rağmen gençliğin tazeliğiyle doluydu; yumuşak hatları ve pürüzsüz pembemsi cildiyle dikkat çekiyordu. Elleri, salıncak iplerine sıkıca kavranmıştı, güçlü ve sağlam bir tutuşla salıncakta daha hızlı ileri geri sallanmaya başladı. Yeşil gözleri, uykulu bir bakışla etrafa yumuşakça kayıyordu, ama aynı zamanda içlerinde bir çocuksu bir kıvılcımı barındırıyordu. Salıncakta ileri doğru yükseldiğinde beni gördü.
Yüzünde donuk bir ifade belirdi ve gözleri, derin bir sıkıntıyla parladı. Dişlerini sıktığında, çenesi kasıldı. Ben tepkisiz kaldım. Kollarımı göğsümün altında birleştirmiştim. Benden istediği kadar nefret edip tiksinebilirdi. Benim hakkımda ne düşündüğü umurumda değildi. Donuk bakışlarımı ondan çekmedim. Alexander kısa bir an sonra salıncaktan inip gitti. Onun gidişiyle birlikte, bahçede tekrar huzur dolu bir sessizlik hakim olmuştu sanki Sırıtarak derin bir nefes aldım. Ben ise, kendi düşüncelerimle yeniden baş başa kalmıştım. Sadece iki dakikalığına.
“Sorunun ne senin?!” diye sorarak içeri dalıp arkasından kapıyı sertçe kapattı. “Varlığın yeterince rahatsızlık vericiyken birde beni mi dikizliyordun?”
Kelimeleri sindiremeden, kızgın sesin yankısı kulaklarımda çınlayarak beni sinirlendirmişti. Korkar gibi bir yüz ifadesi yaptım sonra kaşlarımı çattım. Bir yanıt vermedim. İçindeki karmaşık düşüncüler nefret duygusuyla gölgeleniyordu. Kimseyle tartışmak istemiyordum. Kızgın solukları odanın için dolduruyordu. “Sadece manzaramı kirleten bir görüntüydün. Şimdi burnumun dibinde çene çalıyorsun.” Duygusuz gözlerle, kızgın yüzüne bakıp derin bir nefes aldım. “Sabrımı zorlamak istiyorsan başka bir gün seçemez miydin?”
Alexander'ın yüzünde öfkeyle çatılmış kaşlar vardı, çenesi sıkılmış ve bedeni gergin bir şekilde duruyordu. Gözlerindeki parlaklık, kızgın bir ateşin kıvılcımları vardı. Alexander'ın yüzü, öfkeden çatlamak üzere olan bir yanardağ gibiydi. Benimle anlaşmaya niyeti yoktu. Yüzümdeki duygusuz ifadeye karşılık, yemyeşil gözlerinde bir an şaşkınlık belirmişti. “Sen... dayanılmazsın.” Öfkeyle burnundan soludu. “Nasıl bu kadar kayıtsız olabilirsin? Rulinglerin çatısı altındasın be!”
“Korkudan titremem mi gerekirdi?” diye sordum gözlerimi devirirken. Sonra alaycıl bir sesle konuştum. “Korkması gereken sizken.”
Tek bir parmak hareketimle Alexander Ruling bir metre havalandı ve onu portrelerin asılı olduğu duvara yapıştırdım. Alexander gözlerini irice açtığında ağzını yeniden açmaya kalkıştı. Parmağımı hayır dercesine salladım. “Tıh. Tıh. Yerinde olsan konuşmazdım Alexander.”
“Baş belasından farkın yok.” diye gürledi. “Baş belası!”
Sakin bir şekilde gülümsedim. "Oh, biliyorum. Senin de benimle anlaşma niyetin yok. Ve sen de sinir bozucusun.”
Onu duvara yapıştırdığım andan beri hiçbir şey söylememişti. Erkekcik gururunun kırıldığına emindim.
"Bir anlaşma yapalım." dedim yumuşak bir tonla. "Sen bana karışmazsan ben de sana karışmam. Böylelikle anlaşabiliriz."
“Hayır. Sanki buna zorundaymışım gibi.”
“İnan bana burada sonsuza dek kalma imkanım yok.” Ellerimi havaya kaldırdığımda Alexander da yükselmişti. Bu yüzden ellerimi sabit tuttum. “Ailenin bir üyesi olma niyetinde de değilim. Benim olanları aldığımda gideceğim.”
Alexander’ın gözleri yeşil ışıkla aydınlandı. Ne olduğunun farkına varamadan. Tepe taklak oldum. Yukarı baktığımda görebildiğim tek şey ayak bileklerime dolanmış yeşil bir halkaydı. Havada sabitti ve beni baş aşağı tutuyordu. Saçlarımı yüzümden çektiğimde Alexander’ın çevik bir hareketle çoktan yere inip yüzümün hizasına yaklaştığını gördüm. Gülümsüyordu. Ellerimi hareket ettirdiğimde yeşil halkalar el bileklerimde belirdi ve ellerim sırtımda kilitlendi. Arkadan kelepçelenmiş gibi hissettim. Alexander havada bir sembol çizdi ve boğazımda bir sıcaklık hissettim.
“Eğer yanlış bir şey yapacak olursan bu sıcak damga seni boğar ve etini yakar.” dedi tehditkar ama durumumdan zevk alan bir sesle. “O yüzden sen çeneni kapat.”
Bilmiyordu ki, bu durumdan kurtulabilirdim ama oynamaya devam ettim. Damgayla birlikte, bedenimde bir ürperti hissettim. Ancak paniklemek yerine sakin kalmaya ve durumu analiz etmeye odaklandım. Sessizdim. Alexander'ın beni kontrol altına almak için bu güçleri kullanmasına izin vermiştim. Şu anda sakin kalmak ve uygun bir fırsatı beklemek en mantıklı hamle olmalıydı. Bilmiyordu ki, kendi gücümü kullanarak bu halkalardan kurtulabilirdim. Ancak şimdilik sessiz kalmak ve onun oyununu oynamak en iyisiydi. Kendini üstün taraf sanmasına bir süre izin verecektim.
“Kendini çok mu zeki sanıyorsun?” Sorusuna karşılık başımı hevesle salladım. Alexander göz devirerek sözlerine devam etti. “Nasıl bir tehlikenin içinde olduğundan haberin yok. T.E.H.L.İ.K.E Bilirsin ölümcül olanından. Ölmek ve yaşamak arasında ki o ince çizgidesin Mia Valentina. Babam ve baban sadece bir kaç gün önce seni öldürme fikrinden vazgeçtiler. İşte bu kadar ince bir çizgidesin.”
Peki söylesene bu sikimde mi Bay Ruling? diye sordum aklına doğru. İlk başta şaşırdı ama sonra beni dinledi. Hala anlamakta diretiyorsun ama burada asıl tehlike sence siz misiniz? Tüm taşlara hükmedecek güçte olduğuma bizzat gözlerinle şahitlik etmiş olmalısın. Buna rağmen söylediklerine inanıyorsan bu senin aptallığın Alex.
Bu sözlerle Alexander'ın tepkisini görmek için sabırsızlanıyordum. Onun gücünü sorgulamak ve kendi gücümü göstermek için bu fırsatı kullanabilirdim.
Alexander, benim tavrıma rağmen, kendi üstünlüğünü korumak için daha fazla baskı kurmaya kararlıydı. "Güçlü olduğunu iddia etmekle yetinmeyeceksin, Mia. Göstermek zorundasın. Şimdi, ne yapacağını görmek için sabırsızlanıyorum."
Alexander'ın meydan okumasını kabul ettim. Gözlerinde kararlılıkla, içindeki gücü harekete geçirmeye başladı. Ellerindeki yeşil halkaları yok etmek için enerjisine odakladım ve güçlü bir hareketle ellerini serbestti. Ellerimin üzerinde dengemi sağlayarak kıvrıldım ve ayaklarımın üzerinde doğruldum. Alexander, yüzünde ki kasılmayla gücümün ciddiyetini kavramış görünüyordu, ancak hala yüzünde meydan okuyan bir gülümseme taşıyordu.
Bilincim bir ağ gibi odanın her köşesini kapladı. Enerjim etrafta ki havayı yoğunlaştırdı ve odanın atmosferini değiştirdi. Alexander ise kendi gücünü yoğunlaştırdı, bedenindeki her hücreyi harekete geçirdi ama görünmez bir duvara çarptı. İkimizde birbirimizin karşısında duruyorduk. Yeşil ışık halkaları, etrafa yayıldı. Alexander onları bana yönlendirdi ama birden yok oldular. Alexander yüzünde ki şoka rağmen dengesini koruyarak geri adım attı. Her şeyi geriye aldım.
“Bu kadarı yeterli mi?” diye sordum saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırırken. “Bana ben istemediğim sürece zarar veremezsin. Karşı koymaya kalkarsan zarar gören sen olursun.”
Alexander, güçlü tepkime bir an şaşırmış gibi göründü, ancak hızla toparlandı ve meydan okuyan ifadesini korudu. "Görünüşe göre seninle oynamak daha da ilginç olacak gibi duruyor, Mia." dedi, yeşil gözlerindeki kararlılık hala parlıyordu.
Mia, ona karşı kendinden emin bir şekilde gülümsedi. "Oynamak istiyorsan, oyunu benim kurallarıma göre oynamalısın, Alexander," dedim kararlılıkla. “Oyunun dışında kalmak istemiyorsan sözlerimi aklında tut.”
Sonunda, Alexander başını hafifçe eğerek yenilgisini bir nebze kabul etti "Oyunun kuralını istediğin gibi belirle.” dedi ve bir an için bakışı yumuşadı. “Ama şunu unutma değişkenler sana uymaz, sen değişkenlere uymak zorundasındır.”
“Haklısın.” dedim lafı uzatmadan sonra konuyu değiştirdim. “Ablanın odasında bulunmaktan en az senin kadar rahatsızım. Burada kalmam Adrian Ruling’in seçimiydi. Bitkin olduğum için karşı çıkabilecek durumda değildim. Eğer iyi durumda olsaydım bu odada kalmazdım. Veronica’nın hatırasına saygısızlık etmek haddim değil.”
Alexander odanın içinde bulunan bir başka kapıyı gösterdi. “Orası giysi odası.” Kanatlı kapılar yeşil ışık eşliğinde açıldı. “Babam bana senin bekçin olma görevini verdi. Üzerini değiştir. Zaten seni kahvaltıya indirecektim. Saatin dokuz olmasını bekliyordum.”
Daha fazla bir şey demeden giysi odasına girdim ve arkamdan kapıları kapattım. Sırtımı kapılara yasladım. Odayı incelemeden duramadım. Ahşap zemin, zamana meydan okuyan bir görünüm sunuyordu. İnce tozlu ışık, pencerelerden sızıyor ve odanın her köşesini sarmalıyordu. Tavandan sarkan kristal avize, eski zamanların zarafetini yansıtıyordu. Duvarlar, eski dantel perdelerle süslenmişti. Perdelerin arasından sızan güneş ışığı, odanın içine yumuşak bir ışık yayıyordu.
Bir köşede, ahşap bir konsol masası vardı ve üzerindeki antika makyaj malzemeleri, parfüm şişeleri, ve esli dönemlere ait zarif fırçalar ile püsküllerle süslenmiş tüyle duruyordu. Diğer bir köşede, ahşap bir dolap yer alıyor. Dolabın kapıları, oymalı desenlerle süslenmiş ve eski bir zamandan kalma tuhaf bir çekicilik sunuyor. Dolabın içinde, vintage elbiseler, şallar ve aksesuarlar özenle düzenlenmiş. Askılarda pek kumaşlar ve vintage elbiseler düzenli bir şekilde asılıydı.
Her bir elbise, geçmişin moda ve zarafetini yansıtıyordu. Odanın bir köşesinde, eski bir aynalı dolap yer alıyordu. Dolabın kapıları, oyulmuş detaylarla süslenmişti. Dolabın içinde, eski şapkalar, eldivenler ve diğer aksesuarlar özenle raflar ile askılara yerleştirilmişti. Halının üzerinde, desenli ve el dokuması bir kilim bulunuyordu. Kilimin rengarenk desenleri, odanın atmosferine canlılık katıyor ve eski dönem tarzını tamamlıyordu. Her bir köşede, geçmişin izlerini taşıyan detaylar odanın içini süslüyordu.
Rastgele bir elbise seçtim. Rengi maviydi. Zarif bir mavi ipektendi. Üzerimde ki pörsümüş kıyafetleri çıkarıp elbiseyi üzerime geçirdim. Işıltılı ipek kumaş, her hareketimde hafifçe kıvrılırken elbise bedenime oturdu. Yansıyan güneş şığı altında zarif bir parıltı yayıyordu. Elbisenin rengi, açık mavi tonlarında olup, gökyüzünün en derin mavisini andırıyordu. Elbisenin yakası, göğsümü nazikçe kucaklıyordu ve zarif Omuzlarına inen ince askılar, yavaşça sırtta birleşip bel kısmını oluşturuyordu. Elbisenin arkası, sırtı örten bir dantel işlemeye sahipti. Bel kısmında toplanan kumaş, elbisenin vücuda oturmasını sağlıyordu. Kadınsı hatları vurguluyordu. Etek kısmı, hafifçe genişleyerek dizlerimin hemen üzerinde bitiyordu.
Saçımı masanın üzerinde bulduğum uzun sivri uçlu bir şapka iğnesiyle topuz yaptım. Alexander kapıyı üç kez art arda çaldı. “Acele et. Burada bütün gün bekleyemem.” Sesi sabırsızdı. Ayaklarıma hemen spor ayakkabılarımı geçirdim. Bağcıkları bağlarken Alexander içeri girdi. Hemen doğruldum.
“Derdin ne lan senin?!” diye bağırdım. “Mahremiyete saygın olsun.”
“Güzel. En azından biraz insana benzemişsin.” dedi kolları göğsünde bağlı beni incelerken. “Dua et de Sophie ablam Veronica’nın elbisesi olduğunu anlamasın.”
“Bu bir komplo mu?” diye sordum.
“Olabilir.” Alexander Ruling samimiyetsizce gülümsedi. “Şimdi yürü Valentina!”