3. BÖLÜM
ZİNCİRİN KANLI HALKALARI
“Satanachia.” diye fısıldadım. “Bu sen olmasın Peter Valentine. Yedi büyük günahtan öfkenin iblisi. Cehennemin yedi dükünden Satanachia.”
Gözlerim çıldırmış gibi dönüyordu. Ağzımdan kanlar boşalırken kahkaha atıyordum. Söylediklerime inanıyordum aynı zamanda inanmakta güçlük çekiyordum. Saç tutamlarımı yolarcasına tutup, başımın arkasına çekerken, "Satanachia," diye bağırdım, sesimin Rosalyn ve Mira’yı ürperttiğini gördüm "Peter Valentina. Yedi büyük günahtan öfkenin iblisi. Cehennemin yedi dükünden Satanachia!" Kahkaha attım. Kahkaham göğsümden derin nefeslerle sarsılarak dışarı çıktı. Adeta bir lanet gibi yankılandı. Karşımda dizleri üzerinde duran adama nefretle dolmuş gözlerle baktım. Babamın gözlerinin içindeki öfkenin ve karanlığın bir yansımasını görebiliyordum.
Babama bakıyordum. Ama bu görüntü onun için sadece bu dünyaya uyum sağladığı bir kılıftı. Karşımdaki varlık, öfkesini kontrol altına almıştı. Sadece yenilgisinin şokunu hala sindirememişken bana bakıyordu. Gözlerimizdeki ateş, öfkeyi daha da körükledi. Ancak, içimdeki kararlılık ve inanç, onun karanlığına meydan okumaya hazırdı. Yakın olan geleceği değiştirecektim. Çıkmaz yollar olsa da her zaman başka bir yol olurdu. Olmak zorundaydı. İlerlemekten geri duramazdım. İlerle ilerleyebildiğin kadar... Kaç kaçabildiğin kadar. Sonunda nefret ettiğine dönüşeceksin ve kaçınılmaz olacaksın. Bu sözleri hatırlıyordum. Bana aitlerdi ama kendimi haksız çıkaracaktım. Artık geri dönüş yoktu. Açıkça babama olan düşmanlığımı göstermiştim. Her zaman karşısında duracaktım.
Babamın gözlerindeki öfke ve karanlık bir tehdit idi. Kararlıydım. Babama karşı durmak ve onun karanlığına meydan okumak için her şeyi yapmaya hazırdım. Kaderin rotasını kendim belirleyecektim. Rosalyn ve Mira, dehşete düşmüş bir şekilde bana bakıyorlardı. Mira kanatlarını içine çekti. Bir silahtan bekleneceği gibi annemi korumuştu. Annemin endişeli bakışlarına aldırmadan, içimdeki inanç ve kararlılıkla hareket ettim. Babamın önünde durdum, ona tepeden bakıyordum.
"Sana boyun eğmeyeceğim baba." dedim kararlı bir ses tonumla. "Senin öfkenin silahı olmayacağım. İstediğin kadar dene! Tekrar ve tekrar. Sana boyun eğmeyeceğim.”
Babamın yüzünde bir anlık şaşkınlık belirdi, ancak hızla yerini daha da artan bir öfkeye bıraktı. Gözlerindeki ateş beni yakmaya çalışıyordu, ama ben kararlılıkla ona meydan okumaya hazırdım. Babam ayağa kalktığında aramızda sadece bir adım fark vardı "Sen benim kızımsın. Benim." diye bağırdı. "Yıllardır seni büyütmemin ve korumamın lütfu bunlar olmayacak. Seni törpüleyeceğim. Ta ki sonunda kabul edene kadar.” Ancak ben bu tehditten korkmadım. Wampirler, kurtlar ya da şeytanlar karşımda kim olursa olsun geri adım atmayacaktım.
Ruhumu saran gerçek kaderin kördüğüm ipleriydi. İpler gerilmiş ve beni sıkıca sarmışlardı. Bu zincirin kanlı halkalarından biri olmak hayatımın yegane amacı olmayacaktı. On sekiz yıl bomboşa geçmiş bir hayatın ardından yegane amacımı bulmak üzereydim. Kalan zamanımı kendi amacım doğrultusunda kullanacaktım. Elimde duran zihin taşına başımı eğip baktım. Kanımı tüketiyordu. Durduğunda ise sadece bir taştı. Gözlerimi kısarak babama yeniden baktım.
“Baba.” Dudaklarımdan dökülen zehirli bir kelimeydi. Dilimi uyuşturmuştu. Kafamın içinde dönüp duran yüzlerce ihtimal ve plan vardı. “Bu zincirin kanlı halkalarından biri olmayacağım!” diye bağırdım. “İstediğin kadar ilerlemeye çalış beni ilerlediğin hedeflerin uğruna bir silaha dönüştüremeyeceksin.”
“Sen zaten bir silahsın.” dedi buz gibi bir sesle. Babam acıyla ve yenilgiyle kasılan yüzüne geniş bir gülümseme yayabilmişti. “Beni yenerek kazandığını sanıyorsun değil mi sevgili kızım? Hayır. Sen zaten kendini bir silaha dönüştürmüşsün. Ben sadece silahı hedefime doğrultacağım-”
“O konuşmaya devam edecekken ağzıma biriken kan ağzımdan deli bir çağlayan gibi aktı. Dizlerimin üzerine çöktüm. Taş elimden düşerek babamın ayağının dibine yuvarlandı. Bir kez daha kan kustum. Deli gibi öksürürken babam yüzümden tuttu ve başımı kaldırdı. “Kendin ne yaptığını bir gör Mia.” Satanachia’nın gözleri kızıl bir ayna gibi parladı. “Etinden ve kemiğinden feda ediyorsun. Beni yen istersen herkesi yen ama sen sadece bir insansın. Bedenin bu gücü kaldıramaz.”
“Yalancısın baba.” diye fısıldadım.
Ardından hiçbir şey olmamış gibi önce taşı alıp cebine attı sonra beni kucağına aldı. Başım dönüyordu. Derin bir iç çekişle annem Rosa ve Mira’ya bakıyordum. Babam beni kucağına almış yürürken annemin bakışlarında ki endişeyi gördüm. Ona bakarken mutlu olabileceğimi sanmıştım. Ancak ona bakarken içimde hiçbir duygu yoktu. Gözlerim kız kardeşime kaydı. Derin derin soluyordu. Sadece hayal kırıklığı yaşıyordu. Jasper ise gözlerinde benimkilere benzer bir bakış vardı. Hiçbir şey.
Alexander ve Christian. Ruling ikizleri söğüt ağaçlarının bittiği noktada dikiliyordu. Söğüt ağaçlarının gölgesinde duruyorlardı. Koştukları her hallerinden belliydi.belliydi. Christian’ın yeleği altında ki beyaz gömleği kırışmıştı. Gözlüğü burnunun üzerinde orantısız duruyordu. Alexander’ın saçları dağılmıştı. Şok yüz ifadeleri yansımadan farksızdı. Alexander'ın omuzları hafifçe düşmüştü dağınık saçlarını karıştırdı. Christian savaş alanına dönmüş bahçeyi inceliyordu. Kendince bir şeyleri değerlendirdiğine emindim. Babam yanlarından kucağında ben varken Christian konuştu.
“Babam bundan memnun kalmayacak Peter.” Gözlüklerini burnunun üzerinde düzeltti. “Bu kaos kimin eseri?”
Babam omuz silkti. “Sadece basit bir baba kız kavgasıydı. Ve bahçenin icabına daha sonra bakacağım.”
Söğüt ağaçlarının altından geçti. Annem Rosa ve hemen kolunun altında duran Mira yanı başımızda yürüyordu. Annem elini alnıma koyarken bile tepki vermemiştim. Put gibiydim. Taştan farksız bir put.
Babam tepeye yöneldiğinde geniş, yeşilliklerle çevrili bir arazinin ortasında yükselen bu muhteşem malikaneyi gördüm. Bahçeler, malikanenin etrafını saran yemyeşil manzara içinde kayboluyordu. Renk renk, ihtişamlı ağaçlar ve dolambaçlı yollar, bu doğal cennetin bir parçasıydı. Görünürde ki cennnet.... Malikanenin arka bahçesinde, muhteşem bir gölet yüzeyine yansıyan ay ışığı, suyun üzerinde dans ediyor ve etrafına huzur verici bir atmosfer yayıyordu. Malikane uzaktan dikkat çekiciydi. Yüksek tuğlalarla döşenmiş duvarları, görkemli kuleleri ve zarif kemerli pencereleriyle dikkat çekiyordu.
Malikanenin çatısı, kıvrımlı ve kubbeli şekildeydi, antik bir sarayı andırıyordu. Çatının tepesinde, yüksek bir kule yükseliyordu ve bu kule, malikanenin çevresinden yükselen diğer yapıların üzerinde yükseliyordu, çevredeki manzarayı görmek için mükemmel bir noktaydı. Eski çağlardan kalma taşların ustaca işlenerek oluşturduğu bir yapıydı. Babamın yöneldiği giriş kapısı, büyük ve heybetliydi. Yüksek taş sütunlar arasında, zarif işlemelerle süslenmiş büyük bir kapı vardı. Kapının üstünde, aile arması işlenmişti. Etrafını defne yaprakları ile çevrelenmiş büyükçe bir R harfi dikkat çekiyordu. Ruling. Yeşilden bir kez daha nefret etmiştim.
Aklım buğulu ve düşüncelerime dalgın olsamda gözlerim keskin görüyordu. Her ayrıntıyı dikkatle izliyor ve aklıma kazıyordum. Gözlerimi kapattım ve bilincimin dışarı elastik bir bant gibi gevşettim. İç mekanlar da malikanenin dış görünümü kadar etkileyiciydi. Geniş salonlar, yüksek tavanlar ve antik mobilyalar, zenginliğin ve zarafetin izlerini taşıyordu. Görebiliyordum. Malikanenin en özel köşesi ise bana göre kütüphanesiydi. Yüksek raflarda sıralanan binlerce kitap, bilgelik ve bilgi hazinesiydi. Aaron’ın kütüphanesine benziyordu. Kütüphane de Antik dönemlerden modern edebiyata kadar uzanan bu koleksiyon bulunuyordu.
Hiçbirinin kapağını açmadan ya da sayfalarını çevirmeden bilgileri beynime kazınmıştı. Elimde olmadan aklımın bilgi okyanusu uzay gibi genişliyordu. Durmaksızın ve durmaksızın. Bilincim esnek bir bant gibi geriye savruldu. Her oda da, değerli sanat eserleri ve antika süs eşyalarıyla dolu büyük vitrinler, malikanenin zengin ve eski geçmişine aitti. Geriye savrulurken birini gördüm. Karanlığın içindeydi. Adrian Ruling.