•5• ATA ANITLARI 4/2

2079 Words
MİA “Gadreel ve Yekun.” Babam iki düşmüşün ismini söylerken kollarını göğsünde birleştirmişti. Çenesini bilgisiyle bana meydan okur gibi dikleştirmişti. Bana tepeden bakıyordu ve bana böyle bakmasından nefret etmiştim. Ruling malikanesinin kütüphanesindeydik. Aslında buraya sabahın köründe gelip, tüm kitaplarımı güçlerimle akıl süzgecimden geçirmiştim. O isme ait hiçbir kaynak ya da alıntılama yoktu. Ve büyük kütüphanede mitoloji ve efsaneler adına iki binden fazla kitap vardı. Buna rağmen ellerim yine boştu. Bir gün önce aynı şeyi gizliden cadının evinde ki kitaplara da uygulamıştım. Sonuç aynıydı. Sûr ile ilgili bilinen bir şey yoktu. Babama sormak istesem de adımlarımı dikkatli atmalıydım. Güven sorunlarım olan birine sırrımı açık edemezdim. Hepsinden öte daha bende ne aradığımı tam olarak bilmiyordum. Satanachia karşımda kırmızı kesilmiş gözlerle dikilirken düşüncelerime odaklanmakta zordu. Babam damağını şaklattı ve başını hafifçe eğdi. Eskiden olsa ürkerdim ama çenemi diktim. Gözlerinin içine doğrudan bakıyordum. “Gadreel ve Yekun.” dedi, isimleri titizlikle söylerken. “Gadreel savaş bilgisi yüzünden düştü ve Yekun ise Lucifer’ın ilk takipçisiydi. Cennetten ikinci düşürülen oydu. Bilmen gereken ilk şey şeytanlar fazla sorulardan hoşlanmaz. İkinci husus sakın kutsallardan bahsetme. Tanrı demen bile onları sinirlendirebilir. Özellikle Yekun’un özel bir kini var. Son olarak da,” derken gözlerini kısmıştı. “öğrenmek istediklerini dikkatli seç. Fazla bilgi delilik getirir. Sadece atalarının tarihini öğrenmek istemediğine eminim.” Başımı sessizce sallamakla yetindim. Ararat dağın da beni neyin karşılayacağını bilmiyordum. Ama şu anki gücümden daha güçlü olduklarına emindim. Bu yüzden babamın uyarılarını dikkate alacaktım. Jasper kütüphaneye boynunda benim kolyem, kulağında sallanan Karanlık Işık taşının olduğu küpe ve elinde Gök taşıyla girdi. Göz altlarında torbalar vardı. Sarı saçları hafifçe kabarıktı ve adım başı esniyordu. Taşlara dikkat kesildiğimde hepsi birden parladı. “Bu görmeye değer olacak.” dediğini duydum babamın. Elini omzuma koydu. “Taşları uzaktan hatta kanın dahi olmadan kullanabildiğini biliyorum. Bu yüzden küçük bir deney yapacağız.” “Tahmin edeyim.” derken, babam sinsice sırıtmıştı. “Enerji taşı ile kordinatlarını belirlediğin Ararat Dağın’a ışınlanacağız. Karanlık Işık taşı bizi her türlü ihtimale karşı koruyacak bir kalkan örecek, bizi fiziken koruyacak. Zihinsel koruma içinde Zihin taşını kullanacağım. Son olarak Gök taşı gökyüzüne açacağım ışın kapısı için gerekli.” Gözleri irice açıldı. Bu kadarını beklemiyor gibiydi. “Zihnimi okumadığına emin misin?” Göz devirdim. Babam göz devirmeme karşın, gür bir kahkaha attı. “O taşın seni neden seçtiğini şimdi daha iyi anlıyorum.” “Hiçbir şey anladığın yok. Eğer anlamış olsaydın şimdiye Mira ve annemi alıp kaçardın.” demek istedim ama omuzlarımı silktim. Bir asker gibi ellerimi belimde birleştirip, dikleştim. “Siktiğimin kaderi.” dedim kısaca. Ellerimi havaya kaldırıp, bir kaç adım geri çekildim. İki yılım kalmışken aylak aylak yürüyen Ruling’i beklemeyecektim. Taşlar bulundukları objelerden koparak etrafıma toplandılar. Enerji taşına zihinsel olarak ulaşabilmek için zihin algımı zorladım. Sonunda onu beynimin içinde fiziksel bir olgu olarak hissettiğimde dört taşı da aynı anda kullandım. Fiziksel ve zihinsel koruma. Bedenlerimizi Ararat’a ışınlamak ve gökyüzünde bir kapı açmak. Jasper’ın, “Lanet olsun Valentina!” demesiyle gözlerimi açmıştım. Bilmem kaç fitten dağa düşüyorduk. Düşüşle birlikte gelen süratle soğuk rüzgar tenimi bıçak gibi kesiyordu. Jasper sırt çantasına sıkı sıkı sarılmış, bağırmaya devam ediyordu. Hayatı için Tanrı’ya dua ediyor ve her hafta pazar günleri kiliseye gideceğine dair yemin ediyordu. Tepemizle açılan iki devasa kanat tüm bulutları yerle yeksan etmişti. Belimden ve bacaklarımdan tutulduğumu hissetmiştim. Babam beni kucağına almakla tereddüt bile etmemişti. Jasper ise havada kulaç atarak, bize yaklaşmış ve babamın bacağına hep kolları hem de bacakları ile sarılmıştı. Kanatlarımızın arasında sallanarak, dağın zirvesine doğru yol aldık. Babamın güçlü kollarıyla emniyet içindeydim, ancak Jasper'ın endişeli çığlıkları rüzgarın gürültüsü arasında hala duyuluyordu. Gökyüzü bize yavaşça açılıyordu; bulutlar geri çekilirken, mavi bir derinlik de dağın zirvesi gözlerimizin önünde belirdi. Babamın yüzündeki kararlı ifade, her an kendisini koruyabilecek bir güven hissi veriyordu. Bu güven hissinden nefret etmiştim. "Jasper!" diye seslendi babam, "Biraz daha bağırırsan yük boşaltımı yapacağım. Tam da aşağıya doğru.” “Affedersiniz efendim.” diyen mahcup bir ses duydum. “Susuyorum.” Görünmez bir duvarın içinden geçmişiz gibi hissettim. Kulaklarım uğulduyordu. Soğuk karlı hava, dağın zirvesine yaklaştıkça keskin bir şekilde yüzüme çarptı. Rüzgar, neredeyse kemiklerime kadar işleyen bir soğukla birlikte uluyordu. Her nefes alışımda burun deliklerimde donma hissi yaratan buz gibi hava, adeta doğanın nefesiydi. Rüzgar, kar tanelerini vahşice savuruyor, ve babamın kanat çırpışları bile bu durumu engelleyeniyordu. Görüş alanım, yoğun kar yağışıyla sınırlanmıştı. Dağa baktığımda, kar tanelerinin birbirine karışarak beyaz bir perde oluşturduğunu görüyordum. Bu perde, her an değişen şekilleriyle doğanın sürekli bir dansı gibiydi. Rüzgarın uğultusu, sanki eski zamanlardan kalma bir melodiyi mırıldanıyordu. Babam yere ayak bastığında beni bir bebek gibi tek koluyla kucağına bastırdı. Boşta kalan eliyle Jasper’ı tuttuğu sırt çantasıyla birlikte kaldırıp omzuna attı. Ayaklarının altındaki kar, her adımda sıkışarak eziliyordu ve bu, sessizliğin ortasında çıkan tek sesti. Hiçbir şeye karşı çıkmayacaktım. Çünkü kıçıma kadar donuyor ve titriyordum. Montumun içine gömülmüştüm. Karın üzerindeki ince buz tabakası, her adımda çatırdıyordu ve bu çatırdama, soğuk havanın ortasında yankılanıyordu. Karın beyazlığı, göz alıcı bir parlaklıkla etrafı kaplarken, rüzgarın sürüklediği taneler yüzüme çarptıkça acı verici bir iğneleme hissi yaratıyordu. Yüzümü babamın göğsüne yasladı. Etrafımızdaki ağaçlar, rüzgarın şiddetiyle eğiliyor ve dallarındaki kar yavaşça yere düşüyordu. Bu düşüş, anlık bir sessizlik anı yaratıyor, ardından rüzgarın sesi yeniden hâkim oluyordu. Ağaçların arasından esen rüzgar, hışırtılar çıkararak geçtiğinde, doğanın kendi dilinde konuştuğunu hissediyordum. Babamın kanatları arkamızdan sürüklenerek geliyordu. Titrediğimi hissetmiş olacak ki, bir kanadını bana siper etti. Soğuk, her yerime nüfuz ediyordu. Ellerin ve yüzüm uyuşmaya başlarken, vücudumun üzerine siper olan kanat bir nebze iyi gelmişti. Ancak rüzgar, bir an bile durmaksızın kar tanelerini savuruyor, yüzüme çarptıkça gözlerimi kısılmaya zorluyordu. Rüzgarın her esişi, sanki doğanın kuvvetini ve soğukluğunu daha derin bir şekilde hissettiriyordu. Soğuk doğa ananın acımasız yüzünü gözler önüne seriyordu Her nefes alışımda, ciğerlerime dolan buz gibi hava, yaşamın kırılganlığını ve aciz bedenimi hatırlatıyordu. Zihinsel olarak hepsinden güçlü olsam da fiziksel olarak sadece bir insandım. Babam yokuşu tırmanmayı bitirdiğinde durdu. Kanadını üzerimden çektiğinde üzerimde düşen cılız aydınlığı gördüm. İleriye baktım. Karlı ve rüzgarlı bir gizli geçit, yüksek dağların zirvesinde sessizce yükseliyordu. Babam, zamanın yıpratıcı gücüyle oyulmuş, gri ve kırık kayalardan oluşan dar bir geçitte ilerlemeye başladı. Geçidin yüksek duvarları soğuk rüzgarı engelliyordu. “Kendim devam edebilirim.” dediğimde karşı çıkmadan beni yere bıraktı. Jasper’ı omzundan kıçının üzerine bıraktığında ağzımdan gülmeye benzer bir ses çıktı. Ancak kendimi tuttum. Jasper kıçında ki buz ve kar parçalarını silkelerken ayağa kalktı. Kıçı cidden buz tutmuştu. Dudaklarımı gülmemek için birbirine bastırdım. Yanından geçip, önümüzde yürüyen babamı takip ettim. Ayaklarımın altında ince bir buz tabakası kırılıyordu. Geçit boyunca, çatlaklardan sızan soğuk hava, derimi uyuşturacak kadar keskindi. Ancak öncesine göre daha iyi bir durumdaydım. Geçidin sonunda büyük bir bina yükseliyordu. Beyaz örtü, eski taş duvarları ve kubbeli çatısını örtmüştü, adeta zamanın ve doğanın birleştiği bir yara izi gibi. Kapıları yüzyıllar boyunca açılmadan kalan gizemli bir sırrı saklamış gibiydi. O sırları öğrenmeye gelmiştim. İçimde ki o ses doğru rotayı takip ettiğimi söylüyordu. Dağın içine oyulmuş taş binanın önüne geldiğimizde, yapının ihtişamı ve eski zamanların ruhu sizi hemen etkisi altına alıyordu. Kötü zamanlar olduğu aşikardı çünkü hissettiğim tek şey karanlık enerjiydi. Binanın taş yüzeyi, binlerce yılların izlerini taşıyan bir patina ile kaplı, koyu gri ve siyahın tonlarında, soğuk ve dokunaklı bir his veriyordu. Duvarlar, doğal kaya formasyonlarıyla ustaca bütünleşmişti. Devasa taş bloklar, büyük ve dikkatlice yerleştirilmişti. Bunları taşıyabilecek ve dağın zirvesine getirebilecek insan teknolojisine sahip olduğumuzu sanmıyordum. Bu devasa taş blokları ancak devler taşıyabilirdi. Giriş kapısı, yüksek ve geniş, kalın ahşap kirişlerle güçlendirilmişti. Kapının üzerindeki kemer, karmaşık desenlerle işlenmiş, mitolojik figürlerin ve eski sembollerin yer aldığı ayrıntılarla dolu. Taşları sembolik olarak temsil eden kabartmaları gördüğümde buranın aileler tarafından yapıldığını anladım. Bir kaç adım daha öne attım. Antik mimari ilgimi çekmişti. Kapının iki yanında yer alan sütunlar, antik Yunan ve Roma mimarisinin izlerini taşıyora benziyordu ya da tersine Yunan ve Roma bu mimarinin torunlarıydı. Her sütun, zarifçe oyulmuş spiraller ve yaprak motifleriyle süslenmiş, sanki doğanın ihtişamını ve insan yaratıcılığını bir araya getiriyordu. Sütunların arasında dolanırken babam, “Yanımdan ayrılma Mia.” dediğini duydum. Kulağa asmadım. İki yıl içinde ölmeyecektim ne de olsa. Binanın girişine adım attığımda başımı kaldırıp, etrafımda tam bir daire çizdim. Tavan, yüksek ve kemerli, üzerinde yıldızları ve gezegenleri betimleyen mozaiklerle süslenmiş. Bu mozaikler, binanın inşa edildiği dönemdeki astronomik bilgilerin ve inançların yansıması mı bilmezdim ama hikayelerini yakında öğreneceğime emindim. Koridorun her iki yanında, devasa taş melekler yer alıyordu ve ellerinde meşaleler tutuyorlardı. Yeşil ışık topları meşalelerde yanmaya başladığında Jasper’ın da benim gibi içeri girmiş olduğunu gördüm. Üzerinde ki kar fırtınasından kalan kalıntıları silkeliyordu. Yanan meşaleler soğuk ve karanlık mekana birden aydınlık bir hayat vermişti. Taştan bina, soğuk ve sessiz olmasına rağmen, içindeki her ayrıntı geçmişin canlı izlerini taşıyordu. Bu antik yapı, doğanın gücü ve insan yaratıcılığının birleştiği, zamanın ötesinde gibiydi. Her taş, her oyma ve her parşömen, burayı inşa edenlerin ve burada yaşamış olanların anısını yaşatıyordu. Atalarımın. Önümde uzanan devasa ahşap kapıyı gördüğümde tavana kadar uzandığını gördüm. Ellerimi havaya kaldırıp, ileri savurdum ve kapıları kilitleri kırarak iki yana açtım. Güçlü bir çarpış sesi tüm duvarlarda yankı buldu. İçeri ilk giren ben oldum. Kütüphanenin içinde, dışındaki soğuk ve yabanî doğanın tam tersi bir huzur ve sessizlik vardı. Geniş ahşap raflar, binlerce kitapla doluydu ve her kitap, bilgeliğin ve eski sırların bir parçası gibiydi. Sınırlı aydınlıkta gördüğüm buydu. Mumlar birden yandı. Loş ışığı, raflar arasında dans eden toz parçacıklarını aydınlatıyordu, sanki her kitap kendi hikayesini anlatmak için bekliyordu. Öğrenmek için hevesliydim. Ahşap tırabzanlara ellerimi koyup ileri eğildim. Burası ABD Kongre Kütüphanesinin en az üç katı büyüklüğünde olmalıydı. Ki orası bilinen en büyük ve en çok kaynağa ev sahipliği yapan kütüphaneydi. Ata Anıtları ağzımı açık bırakacak türden bir görkeme sahipti. Zeminde, yıllar boyunca yükselen taş basamaklardan oluşan iki sarmal merdiven yılan gibi dönerek aşağı katlara iniyordu. İki varlığın enerjisini hissettim. Hissettiğim enerji sanki gökyüzünün yükseklerinden düşerken, bir zamanlar sahip olduğu ışık ve saflık yerini karanlığın ve öfkenin derinlikleri almıştı. Öfkeye boğulmuş iki kadim ruh hızla yaklaşıyordu. Babamda aynı şeyi hissetmiş olacak ki, kanatlarını her an uçacakmış gibi kaldırdı. Onlar yaklaşyıkça kanatlarını açarak gerildi, her tüyü gerilimle titriyordu. O an babamın gözlerindeki kararlılığı ve karanlüğı gördüm. Babam ondan ne kadar nefret etsemde güçlü ve bilge bir varlıktı ama şimdi karşı karşıya olduğumuz tehdit onun bile gerilmesine neden olmuştu. “Benim Satanachia!” diye bağırdı, sesi ciddi ve ağırdı. “Ve sizde kardeşlerim eski çağların yıkıcı güçleri. Müttefiklerim.” Havadaki enerji yoğunlaştıkça, iki kadim ruhun öfkesi neredeyse elle tutulur hale geliyordu. Bir an için sessizlik hakim oldu, ardından gökyüzü iki devasa siluetin belirmesiyle sarsıldı. Gözlerim onların parlayan karanlığında kayboldu; bir zamanlar saf olan bu ruhlar şimdi karanlığın ve öfkenin hükmü altındaydı. Onları görmemle ani bir saldırıya uğramam bir oldu. Devasa bir el boynumdan tuttuğu gibi beni havaya kaldırmış, bedenimi tırabzanların dışına sarkıtıyordu. Babam yukarı doğru yükselirken rüzgar yüzüme çarptı, babamın kanatlarının gücüyle oluşan akıntı beni daha da ileri itti. Boğazımı kavrayan ele düşmemek için sıkı sıkı tutundum. İki kadim varlık, karanlığın ve öfkenin sembolleri olarak üzerimize doğru geldiklerinde, korkunun içimi kaplamasına izin vermedim. Korku yoktu. Küçük bir tanışmaydı. İlk saldırı babamdan geldi. İleri doğru savruldu. Güçlü kanat darbeleriyle birini hedef aldı, diğeriyse bana yöneldi. Bir an için kalbim yerinden çıkacakmış gibi attı, ama sonra içimdeki cesareti toparladım ve düşmüşün karanlık aurasına karşın gülümsedim. “Sen Yekun olmalısın.” Boğazımda ki tutuşu sertleşti. “Bende Mia. Anna Maria Mia Valentina. Satanachia’nın kızıyım.” Yekun’un yüzü, sert ve kararlı hatlara sahipti. Keskin çene hattı ve belirgin elmacık kemikleri, ona hem bir asalet hem de bir tehditkar bir hava veriyordu. Gözleri, koyu ve derin bir kırmızılıktaydı, içlerinde bitmeyen öfke vardı. Görmeye alıştığım şeytan gözleriydi. Bu gözler, bir zamanlar cennetin huzur dolu manzaralarını seyrederken, şimdi yeryüzünün kaotik ve kederli gerçekliğine bakar gibiydi. Şimdiden sevmiştim şeytanlar ve melekler tahmin edilebilirdi. Yekun’un gözleri, karşısındaki kişiyi derinlemesine inceleyen, her hareketi ve niyeti tartan bir bakışa sahipti. Güçsüz bir insan kızıydım. Ne olabilirdi ki? “Tanışma yok mu?” diye sordum, kesin boynumda iz kalacaktı. Zor nefes almama rağmen sinir edercesine gülümsedim. “Neden cennetten kovulduğunuzu anlayabiliyorum. Çok kabasın. Orada kaba olmaya yer yoktur.” Yekun, iri ve kaslı yapısı, savaşlarda edindiği yara izleriyle kaplı göğsü öfkeyle aldığı nefesle şişti. Bedeninde gördüğüm her bir iz, bir savaşın, bir ihanetin ve bir düşüşün hikayesini anlatır gibiydi. Gözlerinin içine bakarken bir anısını gördüm. Eskiden kanatları, bir zamanlar beyaz ve ihtişamlıyken, şimdi griye çalan mat bir renge bürünmüş, tüyleri ise sertleşmiş ve keskinleşmişti. Bu şeye dönüştüğü anı hayal etmişti. Ya da ben görmek istemiştim. Bu kanatlar, her çırpışında geçmişin anılarını ve kaybettiği cenneti ona hatırlatıyor olmalıydı. Jasper’ın sesini duydum. “Hemen bırak onu İblis!” Etrafı yeşil bir ışıkla çevriliydi. Uğultulu bir enerji akımına hükmediyordu. “Hemen. Yoksa olacaklardan sorumlu değilim. “ Yekun sinsice gülümsedi. “Nasıl istersen.” Beni bıraktı ama aşağıya doğru.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD