1-1 ☯

4977 Words
1 ☯ 1 ☯ Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Üşüyor ama içeri adım atmak istemiyordum. Burası bir süredir dışarı çıkabildiğim ama sonunda dönmek zorunda olduğum bir hapishaneden farksızdı. Karlı bir kış gününde bile balkonda oturup dışarıyı izlemek belki bu yüzden bana son zamanlarda daha cazip geliyordu. Bu ev beş yaşındayken bana yuva oldu, bir aile, isim ve Korkut’u verdi. Sonra beni bir katile çevirdi, vicdanımı, insanlığımı, hayatımı elimden aldı. Boğuluyor, ölemiyordum. Elime bulaşan kan kokusu artık midemi bulandırıyordu. Uzanıp neredeyse bir saattir bitiremediğim kahvemi aldım. Üstünde beyaz parçalar oluşmuş, porselen bardağın dışı buz gibi olmuştu. Aldığım yudumun tadı iğrenç olsa da sonuna kadar içip bardağı yerine bıraktım. Yanında duran sigara paketine uzanmıştım ki sürgülü balkon kapısının açıldığını duyunca başımı oraya çevirdim. İlyas kapının hemen önünde durup ellerini önünde bağladı. Bir sigarayı paketinden çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirdiğimde İlyas olduğu yerden ayrılmadan “Hafsa Hanım” dedi. İki elimle hırkamın ceplerini yokladım ama aradığımı bulamayıp kaşlarımı çattım. Sigaramı dudaklarımın arasından çıkarmadan İlyas’a döndüm tekrar. “Çakmağın var mı?” Ne söyleyeceğini merak etmemem onun alışık olduğu bir durumdu. Sorgulamadan kendi cebinden bir zippo çıkarıp bana uzattı ve bir adım geri çekilip yine ellerini önünde birleştirdi. Ben sigaramı yakarken neden geldiğini açıkladı. “Beyefendi sizi çalışma odasına çağırdı.” Çakmağını geri uzatıp sigarayı iki parmağım arasına aldım. Dumanı dışarı üfledikten sonra “tamam” dedim. “Sigaram bitince giderim.” Orkun Balkan beni ya da Korkut’u çalışma odasına çağırdığında burnuma ölümün kokusu dolardı çünkü ne zaman kana susamış olursa ancak o zaman salonda değil orada konuşmayı tercih ederdi. İlyas ben izmariti bardağın kenarına bastırıp içine atana kadar hareketsizce başımda bekledi. Normalde kimse Orkun Bey’i böyle keyfi yere bekletme lüksüne sahip değildi ama manevi kızı olduğum için ya da benim bu tavırlarıma alıştıklarından olsa gerek ki kimse bana sesini çıkarmıyordu. Ayağa kalkıp çalışma odasına yürürken İlyas da peşimden geliyordu. “Yolu biliyorum, sen işine bak.” Bana çalışma odasına kadar eşlik edip görevini yaptığından emin olmak istediğini biliyordum ama bunu saçma buluyordum. Merdivenleri çıkarken İlyas peşimi bırakmış olsa da yukarıda bekleyen Tuna ve Caner beni izliyordu. Yanlarından geçerken sırf sürekli üzerimde olan gözlerinden dolayı onlara hareket çekme isteğimi zorlukla bastırdım. Babam izin vermedikçe cehenneme bile defolamayacağımı adım kadar iyi biliyordum zaten. Çalışma odasının kapısını çalmadan içeri girdiğimde Korkut ve babam solda, camın önündeki deri oturma grubunda oturmuşlardı. Ben girdiğimde konuşmaları bölünmüş yalnızca Korkut’un “hallederim” dediğini duyabilmiştim. Babam her zamanki gibi takım elbisesiyle otururken Korkut çok alışkın olmadığım şekilde koyu lacivert bir kot pantolon ve beyaz kazak giymişti. Bütün gün dışarıdaydı, neyle uğraştığını bilmiyordum çünkü saçma bir sebepten çocuk gibi bana küsmüştü. İzin beklemeden boş olan tekli koltuğa oturdum. Ortadaki sehpada bir yığın fotoğraf, kâğıt duruyordu. Alaycı gülümsememle dudaklarımın arasından sesli bir nefes firar etti. Böyle usturupsuz hareketlerimin babamı sinirlendirdiğini biliyordum ama artık bana ters bakışlar atmaktan bile usanmış olmalıydı ki görmezden geldi. Hakkı ve Onur’un bu odada olmamaları şaşırtıcıydı. Merakla ortada duran kâğıtlara göz gezdirmeye çalıştım. “Biz de seni bekliyorduk.” En üst fotoğrafta yirmili yaşlarında görünen bir kadın vardı. Kıvırcık kahverengi saçlı, ela-soluk yeşil gözleri olan, dolgun dudaklı bir kadındı. Burnunun ortasına taktığı piercing ve yüzündeki ifade ona biraz asi bir hava katıyordu. “Geldim,” gözümle fotoğrafı işaret ettim. “Kim bu?” “Hâlâ buradan gitmek istiyor musun?” Bu soruyla beraber içeri girdiğimden beri yüzüme bakmayan Korkut gözlerini üzerime çevirdi. ‘Hayır’ dersem bütün küskünlüğünü kenara bırakacağını biliyordum ama yapamazdım. O adeta gitmemem için kalbinden feveran eden sessiz yalvarışını gizlemezken babama bakarak sorusunu başımla onayladım. Niyetim Korkut’u yaralamak değildi, bu yüzden dile getirmeye çekiniyordum. Benim hislerim onun ruhuna yavaşça öldüren bir hastalık gibi sirayet ediyor, bu yüzünden de okunuyordu. Orkun Balkan derin bir nefes aldı ve isteksizce “peki” dedi. O da beni kaybetmek istemiyordu ama sebebi manevi kızı olmam mı yoksa beni yetiştirmek adına harcadığı yıllar mı bunu hiçbir zaman anlayamamıştım. O usta bir oyuncuydu, duygularını yalnızca kendi istediği kadar sergilerdi. Buna karşın bana olan sevgisinin sınırlarının çok geniş olduğunu sanmıyordum çünkü sevgi ya da sevgisizlik ne kadar gizlenmek istese de kalple hissedilebiliyordu bir şekilde ve ben sevgisizliği çok küçük yaşımdan beri adım gibi biliyordum. Önünde duran fotoğrafı bana doğru ittirdi. “Öyleyse bu son işin olacak.” Kaşlarımı çattım. Afallamıştım. Öylece gitmeme izin vereceği ihtimali o kadar olanaksızdı ki ilk birkaç saniye ne diyeceğimi bilemedim. Sonunda fotoğrafa bir kez daha bakıp “bir siyasinin kızı falan mı?” diye sordum. “Boka batmış durumda kaldığımda gitmeyeceğimi sanıyorsan baba, polisleri atlatmayı öğreneli çok oldu. Sen öğretmiştin hatırlarsan.” Siyaset içinde yer alan kişilere çok bulaşmazdık, en azından beni bu konuda görevlendirmiyorlardı. Sadece bir kez böyle bir işe karışmış, onda da ne kadar sıkıntılı olduğuna bizzat şahit olmuştum. Burnumdan kıl aldırmıyor görünmeye çalışsam da tek başıma halledemezdim. Bu duruma beni özgür bırakacağı vaadiyle intihar görevine göndermesi dışında bir açıklama bulamıyordum. “Saçmalama.” Korkut fotoğrafı elimden çekip aldı ve babama döndü. “Onu karıştırma, ben yaparım dedim.” Elini masaya vurdu. Öfkesi soğuk hava gibi içeri dağıldı. Somut, rahatsız edici ve ürperticiydi. “Kapa çeneni.” Bu öfkenin ne kadar olduğuna o kadar çok şahit olmuştum ki zihnim onu cehennemin parçası olarak kodlamıştı. “Ne zamandan beri emirlerimi sorguluyorsun?” İlk defa dudakları babasına karşı çıkmak üzere aralandığında bu gece daha ne kadar şaşırabileceğimi düşünüyordum. Öz babası onun için babadan çok bir patron gibiydi. Bu güne kadar bir dediğini ikinci kez söylettiğini hatırlamıyordum bile. O yüzden Orkun Balkan’ın tepkisini kestiremeyerek panikle araya girdim. “Tamam.” Çok bağırdığımı üstüme dönen bakışlarla ancak idrak edebilsem de bozuntuya vermedim. Başka zaman olsa bundan utanabilirdim tabii. “Kabul, öldürürüm onu.” Kısa bir sessizliğin ardından Korkut elindeki fotoğrafı masaya attı ve oturduğu yerden kalkıp odadan kapıyı çarparak ayrıldı. Kapının gürültüsüyle gözlerimi kapatıp dudağımı dişlerken zorlukla yutkundum. Ben kolayca üzülmezdim ama onun tepkisiyle dilhun oldum. Hakkım yoktu, gitmeyi seçen bendim. Nefreti de siniri de olağandı ama neredeyse ağlayacaktım. Oysa annem beni siktir ettiğinde dâhi tek damla dökülmemişti gözümden. Alt dudağımı dilimle ıslatıp babama baktım. “Sindirmek için zamana ihtiyacı var.” Aralarındaki problem olmak yeterince kötüydü, Korkut’un beni gönderen kişi olarak babasını görmesine engel olamıyordum ama en azından babamın ona daha anlayışla yaklaşmasını sağlamayı deneyebilirdim. Onun hakkında yorum yapmak yerine fotoğrafı önünde duran ince, siyah bir dosyanın içine koydu. “Hafsa sen bu işler için yetiştirildin. Başka hayat bilmiyorsun, yapamazsın.” Arkama yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdim. Böyle yapacağını tahmin etmeliydim. “Bir an gerçekten beni bırakacağına inanmıştım. Beni yine yanıltmadın.” Hiç değilse umutlandırmasaydı. İlk kez de yapmıyordu bunu. “Korkut seni seviyor, sen de onu seviyorsun. Kal, evlenin. Sizin en iyi ihtimaliniz bu. Gidersen bir daha hiçbirimizin hayatında olamazsın. Yapayalnız kalacaksın.” Birbirimize olan duygularımızın uzun yıllardır inkâr edilebilir bir yanı yoktu. Gerçi hayatımın bir döneminde Korkut’un hislerinin hayatı boyunca yanında olan tek kadın olduğumdan bir yanılgı olduğunu sanmıştım. Bu onu ayrılma kararıma kadar en çok yıkan şeydi. Bana sevgisini kanıtlamak için o kadar uğraşmıştı ki sonunda sevgisinin büyüklüğünden korkmuştum. “Yapamayacağımı bilemezsin. Hiç görmedin.” Yutkundum. “Seviyorum ama hayatım olsun istiyorum. Kendi hayatım olması için vazgeçemeyeceğim hiçbir şey yok.” Dile kolay, kalbe zordu söylemek. Korkut burada olsa asla söyleyemezdim, ne kadar yıkılacağını düşünmek beni bu fikirden vazgeçmenin eşiğine getirmeye yetiyordu. Oturduğu yerden kalkıp arkadaki vitrine ilerledi. İki bardak ve bir şişe viski alıp oturma grubuna geri döndü. Hareketleri ağırdı, bana düşünmem için zaman tanıyordu. Bardaklara viski koyup birini önüme ittirdi. Bir bacağını diğerinin üstüne atıp arkasına yaslandı. Bildiğimi okursam kaybedecek bir şey olan tek kişinin ben olduğuna inanmam için bedenini bile ona göre kullanıyordu. Görmek istemediği şey onu aynı evde yaşamış biri olarak rakiplerinden iyi tanıyordum. Hangi hareketi neden yaptığını bana küçük yaşımdan beri göstermiş, anlatmıştı. Adımın ‘Cellât’a çıkmasının mimarı kendisiydi. “Bu işi alırsan bittiğinde öylece dönüp gidebilecek misin?” Bir işten sonra gitmek daha kolay olurdu. Korkut’la vedalaşmak zorunda kalmamayı tercih ederdim çünkü beni ikna etmek için yapabileceklerinin sınırını ve daha kötüsü benden vazgeçsin diye onu ne kadar kırabileceğimin ölçüsünü kestiremiyordum. “Yıllardır bunu bekliyorum.” “Hiç olmayacağını düşünüyordun, sen sadece özgürlüğün hayalini kurdun. Madalyonun öteki yüzüne, kaybedeceklerine de bakıyor musun?” Psikolojime oynuyordu ya da babalık yapıyordu. Hangisi olduğuna emin olamayacağım bir parıltı vardı gözlerinde. Bu pek sık gördüğüm bir şey değildi. Bir sorguda gibi gerildiğimi hissedince uzanıp önümdeki bardağı aldım. Alkol uyuştururdu, şu konuşmada daha temiz düşünebilmek isterdim ama rahatlamaya çok ihtiyacım vardı. Madalyonun öteki yüzüne bakmasam içim bu kadar kanamazdı. Ben ileri koşarken kalbimi sıkıştığı o prangada bırakacaktım. Kalp kafesinden koparken fark etmemek mümkün değildi ki bunu bana soruyordu. “Yaşayamazsam ölürüm, burada ölmeme de izin vermiyorsun.” “Seni kurtardığımızda bedenin yaşamak için yalvarıyordu. Günlerce yoğun bakımdaydın, hayata tutunmayı kendin seçtin. Ne istediğini bilemeyecek kadar çocuksun hâlâ.” O benim aksime bardağına dokunmuyordu, zaten buz olmadan hiç içmezdi. Her ne deniyorsa kafamı karıştırmakta başarılı olduğu aşikârdı. “Buradan gidersen temizlenmeyeceksin, yalnızca boşuna kirlenmiş olacaksın. Kendin söyledin, boka batmış durumdasın. Bunun yok olacağına inanmak için aptal olmalısın. Sen bu değilsin kızım.” ‘Senin kızın değilim’ diye haykırmak istesem de yapmadım. Bunu yapmaya kalkarsam daha ilk kelimemde gözyaşlarına boğulup ona haklı olduğunu gösterecektim. Beni yenebildiğini görecekti. Onun kızı değildim ama bir o kadar da onun kızı olmak için doğmuştum. Kelimeleri çığ olup üzerime devrilirken çıkış yolumu kaybediyordum. Kazdığım karlar tırnaklarıma doluyor, ya kendi mezarıma ya kurtuluşuma gidiyordum. İki şeye birden sahip olmak bizim hayatımızda mümkün değildi. Gidersem ortalıktan tamamen kaybolmalıydım çünkü beni onlara karşı kullanmak isteyecek çok kişi olacaktı. “Temizlenemiyorum diye daha çok kirlenmek mi mantıklı?” “Çalışma Hafsa, kızım olarak kalırsın. Bizden koptuğunda eline ne geçecek?” Anlamsız bir teklifti, benim tetikçisi olduğumu bilen çok az insan vardı, çoğu için sadece patronlarının manevi kızıydım ve ona rağmen her kurala uymam mecburiydi. Burada yaşayan kimse Orkun Balkan’dan habersiz dışarı çıkamazdı, kimse her zaman kişisel telefonunu yanında taşıyamaz iş için kullanılan tuşlu telefonlar kime ait olursa olsun düzenli olarak kontrol edilirdi. Kaç kişi yaralanıp hastaneye götürülemediği için gizlice ardiyede ameliyat edilmiş, orada belki hastaneye gitse kurtulabilecek kaç kişi can vermişti. Orkun Balkan’ın izni olmayan kimseyle görüşemezdik. Odalarımız aranır, aldığımız her eşya bu eve girerken incelenirdi. Katı bir kural listesi vardı, o listenin dışına çıkanların cezaları da başkaları buna cesaret edemesin diye fazlasıyla sert verilirdi. Gelini olarak yaşamım da şu anki yaşamımdan çok farklı olmayacaktı. “Ne anlamı var?” Geçmişte bu evde yaşadığım birçok felaket tek tek gözümün önünden geçerken damağımda kötü bir tat bıraktı. Yutkunmakta zorlanırken daha çok alkol ihtiyacıyla uzanıp cam şişeden bardağa biraz daha doldurdum. “Ben işi bırakıp Korkut’la evlenirsem sevkiyatları mı bırakacağız, yoksa masadan mı çekileceksin baba? Üstelik onun adına bana evlenme teklif ederken ona sormuyorsun bile.” Sorsaydı da Korkut’un buna dünden razı olduğunu bizi tanıyıp bilmeyen yoktu ama bu konuyu ilk defa böyle uzun uzadıya konuşuyorduk. Genelde ben konuşurdum, babam da geçiştirirdi. “Peki, madem kararlısın” dedikten sonra siyah dosyanın üzerine elini koyup masadan kaldırmadan bana doğru ittirdi. “Öldürmeyeceksin, birini yurtdışına kaçıracaksın.” Az önce dosyaya koyduğu fotoğrafın altındaki birkaç fotoğrafı daha alıp onları da bana uzattı. “Anlamadım, neden? Yani kimden kaçırıyoruz?” Fotoğrafları kenara koyup dosyanın içindeki kâğıtlara bakmaya başladım. İki kimlik fotokopisi, sahte pasaportlar, belli yerleri işaretlenmiş bir harita, isim listesi ve anlamadığım bilgilerle dolu bir dosyaydı. “Polisten” dedi. İlk kez yapacağım bir şey değildi. Dosyayı vermeden önce son iş olarak seçmesinin altında bir neden olduğunu, daha zor bir iş olacağını sanmıştım. “Ve peşindekilerden… Bu kadın hapiste şu an. Haftaya duruşması var. Duruşmadan sonra onu oradan çıkaracaklar. Planlanan noktaya kadar başkaları getirecek. Sonra Brezilya’ya götüreceksiniz, adrese teslim edeceksiniz. Takip edilemeyecek şekilde gitmesi gerekiyor. Pasaportlarınız, kimlikleriniz, gereken her şey hazır.” Fotoğrafımın basılı olduğu sahte evraklara bakılırsa gitme konusunda ısrarımı sürdüreceğimden emindi. Brezilya’da iş yaptığımız kişiler vardı. Orayı seçmesi şaşırılacak bir durum değildi. Sadece polisten sakladığımız kişileri genelde sınırdan çıkardıktan sonra bırakırdık. Şimdi neden benim Brezilya’ya kadar gitmemi istediğini anlayamıyordum. Çok sorgulamadım. Belki benim de gitmişken izimi kaybettirip başkaları tarafından ulaşılamaz olmamı istiyordu. “Tamam, yaparım.” “Bak, bu benim için çok önemli Hafsa. Onu zarar görmeden götürmelisiniz.” Birkaç plakanın yazılı olduğu kâğıda bakarken alkolün etkisiyle bir miktar mayışmış zihnim kurduğu cümlenin sonundaki ekle açıldı. “Neden çoğul konuşuyorsun?” Hiçbir şeyin kafamda kurduğum gibi ilerlemeyeceğini o an anladım. Ben öylece gidebileceğimi sanırken babam kalbimi bir kez daha avuçlarıma bırakarak beni mat etmek için satrançtaki son taşını oynadı. “Çünkü bu işi Korkut’la beraber yapacaksınız.” Beni sınıyordu, her zaman sınırlarımı zorlamayı severdi. Yüzündeki ifadeyle tetiklenmemi bekliyordu. İtiraz ederdim ve o da yerimi bildirirdi. Dişlerimi sıktım. Karşılık bulamayacak sessiz protestomu içimde saklayıp "tamam" dedim. "Nasıl istersen." Yıllarca bir hamur misali Orkun Balkan’ın istediği gibi şekillenirken aslında kim olduğumu arayıp durmuştum. Çoğu zaman kitap cümlelerinde, başka kahramanların hayatlarında gizlenirdim ama bazen elimde bir kitap değil zihnimde bir ayna tutuyor gibi hissederdim. İçinde benden bir nefes taşıyan Sabahattin Ali cümlelerinin sadece sonuncusu cama yazılmış yatağımın yanındaki duvara asılı duruyordu ancak her defasında zihnimde tamamlıyordum. ‘İçimizde şeytan var. Can kırıkları var. Nefret var. Yalanlar var. Bir yanımız bizi çoktan terk etmiş, kaçıyor. Melankoli ve hüsran var. Keşke bazı geceler hiç sabah olmasa.’ İşte bu yazıya her baktığımda ruhumun kelimelerle çizilmiş bir portresini görüyordum. Gözlerimi kapayıp hınçla dolu soluğumu gürültüyle bıraktım. Kulaklığın kablosunu çekip kulaklarımdan çıkardığımda çalan müziğin sesi hâlâ duyulmaya devam ediyordu, saatler geçmesine rağmen ben sakinleşemiyordum. Babamın kurduğu dolambacın ortasında duvarlara çarpıp duruyor, sonunu öngöremiyordum. Ayaklarımı yatağın başlığından indirdim, duvarın soğukluğunu tabanlarımda hissetmek bu kez işe yaramıyordu. Karşımdaki duvara asılı saatin altından sarkan siyah dairenin sağa sola sallanışını izlerken Korkut’un bunu bilip bilmediğini düşündüm. Eğer beni ikna edebilecek kadar zaman kazanmayı planlıyor olsalar kapıyı çarpıp çıkmazdı. Gerçi onu bu derece kızdıran beraber iş yapacak olmamız değil benim söylediklerimdi. Kapıdan gelen tıkırtıyla yatakta yan döndüm. “Gel” derken bir elimle yatağa bastırıp destek alarak doğruldum. Demek her ne yaptıysa o benim aksime sakinleşmeyi başarabilmiş, eve dönmüştü. Saat gecenin üç buçuğunda odama gelen ondan başkası olamazdı. İçeri girdi, yüzüme bile bakmadan ezbere bildiği odamda sol köşedeki tekli koltuğa attı bedenini. Bir ayağını diğer bacağının üstüne koyup başını koltuğun arkasına yasladı. Aslan takımyıldızı motifli asma tavanımı izliyor, bana inatla bakmıyordu. İçerideki sigara kokusuna onunki karıştığında alışkın olduğum halde genzim yandı. “Hafsa” dedi sigaranın getirdiği hırıltıyı taşıyan sesiyle bir şiirin ilk mısrasını sayıklar gibi. Sessizliğinde yarım kaldı o şiir, usulca kanıyordu şair. “Hafsa” diye yalvardı tek kelimeyle. “Söylesene.” Ne diyerek ikimizi de yaralayacağını beklerken yatağın ayakucundan sarkıttım bacaklarımı. Hırkamın kollarını ellerime kadar çekip bacaklarımın iki yanından yatağın kenarını sıkıca kavradım. Üstümüze asma tavandaki yıldızların ışığı düşüyordu ama ikimiz de karanlıktaydık. “Neden benim varlığım yetmiyor sana?” Onun hüznüyle durulmuş, bütün gerginliğimden arınmıştım. Dilimin ucuna gelen uzun cümleleri yuttum. Her cevabım onun hislerine saygısızlık olurdu çünkü onun da yaşam şartları benimle aynıydı. “Özür dilerim.” Zaten hiçbir açıklama onu tatmin etmeyecekti. Odaya girdiğinden beri yüzüme baktığı ilk an bu oldu. Gözlerinde bir sonbahar can buldu. Hayal kırıklığı o kadar belirgindi ki ben kaçmak için bir yol aramaya başlayamadan kendi hemen yanındaki kitaplığa döndü. Uzanıp cam bir platformda duran hilal üzerine oturmuş Ay Savaşçısı figürünü aldı, onu elinde evirip çeviriyor ama gözlerini bir an olsun oyuncaktan ayırmıyordu. Ayağa kalkıp yanına yürürken bedenim bile kendime ağır geliyor, sevgi ve suçluluk birbirine karıştırılmış iki farklı boya gibi ayrışamayacak bambaşka bir hale bürünüyordu. Önceki suçluluklarımla lâl olan vicdanım haykırarak bu aşkın kirini hatırlatmaya çalışıyor, en temiz azabımın onu bırakmak olacağını bana hatırlatıyordu. Elimi omzuna koyup dikkatini kendime çekmeye çalıştım. Oyuncağı ondan alıp yerine geri bıraktıktan sonra kucağına oturdum. İnce parmaklarım kemikli çenesinde gezindi. Usulca yanağından çenesine doğru bir yol çizerken onu öpmek üzere yaklaşıyordum ki bileğimi tutup yüzünden uzaklaştırdı. “Ne yapıyorsun?” Cevap vermek yerine bileğimi ondan kurtarıp elimi kazağının altına soktum. Karnından göğsüne doğru ilerlerken dudaklarının üzerine “sence?” diye fısıldadım. Yüzümü boynuna yaklaştırıp boynunu öperken turuncuya çalan kıvırcık saçlarım onun göğsüne döküldü. Kaskatı kesilmiş, bana hiçbir şekilde karşılık vermeyen Korkut’u teşvik etmek için göğsündeki parmaklarımla onu okşamaya başladım. Öptüğüm yerde dilimi gezdirirken bir anda kollarından birini dizlerimin altından, diğerini sırtımdan geçirdi. Kucağında benimle ayağa kalktığında gülümsedim. Az önceki konunun kapanması yüreğimdeki yükün pahasını hafifletmeye yetiyordu. Sırtım yatakla temas ettiğinde üstüme eğilip ellerini iki yanıma koydu. Nefesi tenimde dolaşacak kadar yakın ama birbirimize değmeyecek kadar mesafeliydik. Ellerimi ensesinde birleştirdim. Yaklaşıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Buna beni öptü diyemiyordum çünkü hiç tutku taşımayan bir temastan ötesi değildi. Zaten ben kaşlarımı çattığım anda da geri çekildi. Kahve gözlerinde şimşekler çaktığını gördüğümde onun için konuşmanın geride kalmadığını ancak anlayabildim. Birkaç saniyeliğine gözlerini kapatırken dilini dudakları üzerinde gezdirip alt dudağını dişledi. Ardından hışımla geri çekildi. “Seksle avutabileceğin oyuncağın değilim ben senin Hafsa.” Bu cümlesi içimde şiddetli bir depreme sebep oldu. Böyle yorumlaması beni sarsmıştı çünkü seks ona verdiğim bir teselli değildi. Aklımın ucundan bile geçmemişti. Bana yansıttığı serzenişinden nefret ederek saçlarımı yolma isteğiyle elimi saçlarıma götürdüm. “Tamam.” Ona yapacak açıklamam yoktu. “Git istersen artık.” Beni soktuğu durumdan utanarak ona sırtımı döndüm. “Uyuyacağım.” Yatağımın bir kenarına attığım kulaklıktan bir şarkı çalmaya devam ediyor, ördüğüm duvarların içindeki sessizliği bölüyordu ama artık Korkut ne derse desin duymaya kendimi kapatmak için kulaklığın uçlarını el yordamıyla bulup kulaklarıma taktım. Bacaklarımı kendime çekip ellerimi başımın altında birleştirdikten sonra gözlerimi kapattım. Koyduğum engellerden kapının açılıp kapandığını duymasam ve göremesem de dakikalar sonra onun çıkıp gittiğini hissettim, üşüdüm. Altımdaki battaniyeye sarınıp uykunun beni başka diyarlara götürmesine izin verdim. Sabah uyandığımda saat ona geliyordu. Kahvaltı saatini kaçırmıştım ve daha saatlerce uyuyabilirdim de ama tembellik etmek ya da burada kalıp sonsuz bir karamsarlığa sürüklenmek istemediğimden yataktan çıktım. Odamı özellikle gündüz çok ışık alacak, akşam ise loş bir aydınlığı olacak şekilde tasarlatmıştım. Böylece istesem de gündüz çok uzun saatler uyuyamayacak kadar rahatsız olup kaçta yattığım fark etmeksizin kalkıyordum. Gece uyurken kulağımdan düşmüş kulaklığı, telefonu komodine bırakıp yatağı düzelttim. Gece değiştirmeye üşendiğim kotu ve hırkamı üstümden çıkarıp kenardaki tekli koltuğa attım. Dolaptan siyah bir etek ve kazak çıkarırken yorgun, uykuluydum. Esneyerek tişörtümü de çıkarıp iç çamaşırlarımla banyoya geçtim. Babam kahvaltıda beni görmediğinden fazlasıyla aksi olmalıydı ve ben ne onunla ne de Korkut’la henüz tam ayılmadan karşılaşmak istemiyordum. Duştan çıkınca hızla giyinip saçlarımı yalnızca havluyla kuruladım. Saçlarım ıslak olduğundan siyah saç bandımı bileğime doladım. Parmaklarıma iki eklem yüzüğü, bir tane de normal yüzük taktıktan sonra tuşlu telefonumu cebime atıp odadan çıktım. Salona indiğimde etraf beklediğimden sessizdi. Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri dışında bir şey yoktu. Dış kapıya açılan koridorun önünde bekleyen Burak’a “babam nerede?” diye sordum. “Çıktı erkenden. Atıf Bey'le görüşecekler sanırım.” Bir şeyler dönüyordu, hiç bu kadar dışarıda bırakılmamıştım ve bu bilinmezlikten korkuyordum. Babam bir süredir Atıf İlter'in elindeki bir işe ortak olmak istiyordu fakat Atıf hiçbir şekilde yanaşmamıştı. Ancak Orkun Balkan bir şeyi isterse alırdı. Ne pahasına olursa olsun... Bu yüzden Aylin'i içeriğini tam bilmediğim bir göreve göndermişti. Atıf muhtemelen azrail ensesinde yaşıyordu ve kendisi için çalan tehlike çanlarının farkında bile değildi. Büyük bir özgüvenle babamı reddedişini görmüştüm. Orkun Balkan bunu ödetmeden durmazdı. Yine de ben hiç kafasındaki planları gizlediği gruptan olmamıştım. Bu huzursuz ediciydi. Fırtına öncesi bir sessizliğe benziyor, uğursuz bir fısıltı beni içten içe zehirliyordu. Gerçekten öylece gitmeme izin verecek miydi? Kafa karışıklığımı etraftakilere yansıtmaktan kaçınarak “tamam, Zeynep’e söyle bana yiyecek bir şeyler hazırlasın” dedim. Şu yurtdışına kaçıracağımız kadın kimmiş biraz araştırmalıydım çünkü bu daha ayrılma kararım netleşmeden benden gizlenen bir şeydi ve bunun sebebini merak ediyordum. Dosyada ismi yazılı diğer kişilere de bir göz atmak işime yarardı, bir hafta içerisinde mümkün olduğunca bilgi toplamalıydım. Bizim kullanımımıza açık olan ikinci çalışma odasına girip bilgisayarın başına geçtiğimde kenardaki kalemlikten bir kalem aldım. Kalemi dudaklarım arasına sıkıştırıp saçlarımı toparladıktan sonra tek elimle bilgisayarın şifresini yazıp dudaklarım arasındaki kalemle saçlarımı tutturdum. Arama motoruna ‘Gözde Birtan’ yazıp sonuçları hızlıca tararken buradan pek bir şey çıkmayacağının farkındaydım. Kapı tıklatıldığında “gel” diye seslendim. Zeynep elinde bir tepsiyle içeri girip önüme bir sandviç ve çay bıraktı. “Başka bir isteğiniz var mı?” Başımla reddettim. “Rahatsız edilmek istemiyorum.” Yüzeysel başladığım araştırmam kimlik numarası üzerinden daha detaylıya dönerken saatlerce bilgisayar başında oturduğumun farkında değildim. Ancak boynum ağrımaya başladığında elimi enseme atıp ovuştururken saate bakmayı akıl edebilmiştim. Edinebildiğim bilgiler oldukça sınırlıydı ancak kan dondurucu bir gerçeği öğrendiğimde daha fazlasını bilmek istediğimden şüpheliydim. Bilgisayarı kapatıp buz gibi olmuş, beklemekten acılaşmış çayımın kalan yarısını bitirdim. Vücudum oturmaktan uyuşmuş haldeydi. Yerimden kalkmak üzereyken cebimdeki tuşlu telefonun şiddetli titreşimiyle durup elimi cebime attım. Arayan Aylin’di. Telefonu açıp kulağıma götürürken bir elimle araştırmam sırasında not aldığım kâğıtları toparlamaya başladım. “Alo” “Hafsa, nerdesin?” Fısıldıyordu ve sesi telaşlı geliyordu. “Evdeyim.” Soğukkanlılığımı korudum. Paniğin bizim hayatımızda yeri olmadığını öğrenmiştim. ‘Ruhsuz olamıyorsan bile çok iyi rol yapmak zorundasın’ demişti babam. ‘Yoksa sen ya da sevdiklerin çok zarar görür.’ “Bir boklar dönüyor.” Duraksadı. Arkadan hışırtı sesleri geliyordu. “Lanet olsun” diye homurdandı. “Yakalandın mı?” “Siktir.” Bir patırtı duyuldu, neyi devirdiyse artık fısıltıyla konuşmasına gerek olmamalıydı çünkü o gürültüyü yakınlardaki birinin fark etmemesi mümkün değildi. İlk başta bana olan küfrünü bu kez duruma ederek defalarca kez tekrarladı. “Siktir, siktir, siktir.” “Bu bir çeşit şifreli iletişimse bilmelisin ki anlamıyorum.” Dalga geçmek için uygun bir zaman olmayabilirdi ama alaycılık en çok zamansızken duruma uyuyordu. Çoğu zaman baş etmeyi kolaylaştırıyordu. Ya da ben sarkastiğin tekiydim. Aylin “saçmalama” dedi adeta hırlarcasına. “Bu şerefsiz beni sikmek istiyor. Artı Orkun Bey beni resmen başından savdı. Bana bunu yaptırmayacağını düşünüyordum ama... Yapamam Hafsa. Burada zıkkımlanıyorlar şimdi. Pezevenkle arasını düzeltti ama beni burada bırakacak. Sırf istediği videoyu çekemedim diye yapıyor bunu.” Ortada dönen bir şey olduğu kesindi ama Aylin’in anlattığından farklı noktalar beni ilgilendiriyordu. “Yani?” Mesela babamın İstanbul’da olduğundan haberim yoktu. Atıf'ın geldiğini düşünmüştüm. Orkun Balkan kolay kolay kimsenin ayağına gitmezdi. Korkut’un yerini de bilmiyordum. “Anlamadın galiba” dedi. Anlamıştım ama onun için yapabileceğim bir şey yoktu. “Ona aralarını düzeltmek için içeride bir köstebek olduğunu söyledi. Bu herif beni bulursa öldürür.” Çok zor bir durumda kaldığının farkındaydım ama benim elimden bir şey gelmezdi, babam bir karar verdiyse kendine göre haklı sebepleri olurdu ve karışmamıza müsaade etmezdi. “Aylin ben İzmir’deyim. Orada olsaydım bile babam beni mi dinleyecekti? Üzgünüm.” Çok daha acımasız olabilir, ona bir açıklama dâhi yapmadan ‘başının çaresine bak’ diyebilirdim. Bunu yapmamamın tek sebebi canıyla uğraşıyor olmasıydı. “Senden medet uman bok kafamda kabahat” dedi öfkeyle. “Hayatında önemli tek kişi Korkut değil mi? Diğerleri geberse de umurunda değil. En azından denersin sanmıştım, senin bana ayırabilecek birkaç dakikan bile yokmuş. Siktir git Hafsa.” Telefonu suratıma kapattığında söylediklerine üzülmedim. O fevri biriydi, kendince tek şansı olarak beni görüp aramış ve istediği yardımı alamamanın hıncını bu şekilde çıkarmıştı. Duyduğum en kötü sözler de sayılmazdı. Elimdekileri yatak odama bırakıp bir süre ne yapacağımı bilemezken ayaklarım beni Korkut’un odasının önüne getirdiğinde iç sıkıntısıyla durdum. İstanbul’a gidip gitmediğini merak ediyordum. Kapı koluna uzandığımda ne yaptığım ancak kafama dank edip ateşe değmişçesine çekildim. Koşar adım aşağı inip kendimi bahçeye attım. Aldığım nefesler soğuk havada buhar bırakarak benden uzaklaşırken bahçe duvarına oturdum. Gölgeler büyüyordu karanlığımda, topraklarıma dökülen meyveler çürüyordu. Karşısına oturup izlediğim bu evde hiçliğe gömülecekti varlığım bir gün. Kök salıp can bulduğum bu evin her köşesinde can verenlerin hayaletlerini görüyordum. Girişe tanımadığım bir araç yaklaştı. Ev büyük bir arazinin ortasında yer alıyordu, içeri giren aracın buradan başka bir yere gidecek olması pek olası değildi. Ziyaretçilerimiz bahçenin dışında kendilerine gösterilen yere aracı park ederken oturduğum duvardan indim. Otuzlu yaşlarda iki adam bahçe kapısına doğru ilerledi, üstleri aranırken bir tanesi “üç kere arandık zaten” diye söyleniyordu. Ömer kısaca açıkladı. “Güvenlik için.” Aramayı bitirdikten sonra yanındaki adını bilmediğim adama döndü. “Korkut Bey’in yanına gidecekler. Misafir salonuna kadar eşlik et.” Onlar içeri geçerken sürekli kontrol edilmekten hoşnutsuzluğunu dillendiren adam Ömer’e ters bir bakış atmayı ihmal etmedi. Oysa o sadece işini yapıyordu. Yanına gidip ince belli bardaktaki çaylardan muhtemelen onunla çalışan adam için getirilmiş olanı aldım. Demek Korkut buradaydı. “Kim bunlar?” “İş görüşmesine gelmişler.” Ömer kırk üç yaşında, görev yeri sabit olan korumalardan biriydi. Eski asker olduğundan silah kullanmakta profesyoneldi. Bir çatışmada aldığı yaradan sonra görevine geri dönememiş, sonrasında hasta kızının tedavisi için Orkun Balkan’ın yanında çalışmaya başlamıştı ve tedaviye başlanmasına rağmen ne yazık ki kızını iki sene önce kaybetmişti. Üstüne karısı da intihar ettiğinde Ömer adeta yaşayan ölüye dönmüş ama bir şekilde acısıyla baş etmiş, hayatta kalmıştı. “Hım, biraz aksi bir tipe benziyordu biri.” Artık benim olan çaydan bir yudum aldım. Bedenim üşürken içimdeki cehennem alevi daha çok harlandı. “Toy demek ki… Pişer, öğrenir.” Çay bardağını yandaki tahta masaya bırakıp cebimden sigara paketini çıkardım. Önce Ömer’e uzattığımda elini kaldırıp geri çevirdi. “O beni kesmez.” Özel bir tütün kullandığını daha önce görmüştüm, omuz silkip kendime çıkardığım sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. “Çakmağın var mı?” Benim cebimde her zaman bir paket sigara olurdu ama çakmağımın olduğu pek nadir görülen bir şeydi. Ömer ceketinin iç cebinden çıkardığı çakmağı yakıp bana doğru uzattığında sigaramı ateşe değdirdim. Tekrar çayımı aldığımda az önceki adam geri gelmişti. “Bu herif de hep asabi” dedi. Neyin azarını yediğini tahmin dâhi edemiyordum çünkü Korkut yalnızca bana çiçekler açardı. Ömer onu kaş göz yaparak uyarırken dudaklarım yukarı kıvrıldı. Adam anlamadı. “Ne abi, sıfatımda mı uyuzuna giden bir şey var anlamadım. Her gördüğünde bir posta tersliyor.” “Alışırsın” dedim. Üstü başına bakılırsa niye Korkut’un ondan haz etmediği belliydi. Gömleği ütüsüz, kravatı yamuktu. Düzene babam gibi o da çok önem verirdi. “Giyimine çeki düzen ver. Böyle berduş misali gezersen daha çok terslenirsin.” “Siz onun kusuruna bakmayın Hafsa Hanım. Nedim yeni başladı sayılır, öyle ağzına geleni konuşuyor.” Çayı bitirip masaya bıraktıktan sonra iki kez hafifçe Ömer’in koluna vurdum. Az önce onun söylediğini tekrarladım. “Pişer.” Buraya gelip de pişmeyen adam tutunamazdı. Uzaklaşmak için döndüğümde izlendiğim hissiyle etrafa bakındım. Birkaç saniye içinde o kahve gözlerle karşılaştım. Üst katta, bahçeye bakan misafir salonunun camında durmuş beni izliyordu. Arsızlığı damarlarıma öfke olarak aktı. Ona hak veren yanımı dün kendi yaralamıştı. Göz temasımızı kesip içeri ilerledim. Ben daha kapıdan girmeden telefonum titremeye başladı. Aylin tekrar arıyorsa bu kez beni rahat bırakmasını daha net ifade etmem gerekecekti. Telefonu elime aldığımda arayanın Korkut olduğunu gördüm. Açıp kulağıma götürdüm. “Ne var?” “Yukarı gel.” Eğer görebiliyor olsa dik dik bakardım. “Gelmiyorum.” İşle ilgiliyse de umurumda değildi. Bana böyle ters bir sesle emir verecek cüretini münasip bir yerlerine sokabilirdi. Nefesinin sesini duydum. Sabrını zorladığımda hep durup gürültülü bir nefes bırakırdı. “Hafsa, gel.” Telefonu yüzüne kapattım. Bizi bu çocukça çekişmeye sürükleyen kendisiydi. Odama geçip kitaplığımın önünde okuyacak bir şeyler arıyordum ki birkaç dakika sonra aniden kapım açıldı. “Ne yapıyorsun?” Yüksek sesli soruma cevap vermek yerine önüme geldi. Omzundan kavrayıp benimle karşılıklı dururken “asıl sen ne yapıyorsun?” dedi. Sesi benimki kadar yüksek değildi ama kalın, boğuktu. “Hafsa benim tanıdığım o muhteşem kadını nereye sakladıysan ona çok ihtiyacım var.” Yakarışı hangi hareketimeydi anlamadım. Omzuma uzanan elinin bileğini kavradım. Ben de alabora olmuş haldeydim, görmüyordu. Gözlerime perde çektim, yoksa şimdi olmasa da bu anı her hatırladığında ne düşündüğümü okurdu. Söz konusu ben olduğumda inanılmaz bir hafızası vardı. Tanıştığımız anı bile dün gibi hatırladığına emindim. “Senin tanıdığın o muhteşem kadını ben tanımıyorum.” Yutkunup arkamı döndüm. İsmini bile okumadan bir kitaba uzanıp aldım. “Neden çağırdın beni?” Sorumu cevapsız bıraktı. Benim zihnimde dolanan tilkiler onunkini de es geçmiyordu. “Seninle böyle olmaktan nefret ediyorum.” İsyanına şahitlik eden kalbim onu affetmeye hazırken yüzüne bile bakmadım. Tekli koltuğuma oturup raftan aldığım kitabın ilk sayfasını açtım. Kelimelerin üzerinde bomboş göz gezdiriyor, buna okumak diyemiyordum. Odaklanamayacak kadar dağılmıştım. Konuşmayı sürdürmeyeceğimi kabullenmesi çok sürmedi. “İstanbul’a gideceğiz. Hazırlan.” Çıktı, gitti. Yine yarım kaldık. Bizi kelimeler tüketiyordu, sarılıp özür dilese affederdim. Çünkü bana ne yaparsa yapsın kalbim onu affetmeye hep hazırdı. Bütün çıplaklığıyla tanıdığı ruhumun bilmediği tek parçası buydu. Ufak, silindir şeklindeki deri çantaya ne olur ne olmaz diye koyduğum üç beş parça eşyayla otoparka inmeden camdan bahçeye baktığımda Korkut'un tek sıra halinde dizilmiş her birini tanıdığım bir gurup adamın önünde, elinde bir naylon poşetle durduğunu gördüm. Üstünde siyah, boğazlı bir kazak, deri ceket ve kot pantolon vardı. Ayağına giydiği postallarla baştan aşağı kapkaraydı. Genelde evde bile takım elbise giyerdi. Telefonları teker teker topladı. Yaklaşan siyah minibüs tipi araç için Ömer büyük demir kapıyı açtırdı. Korkut telefonları toparladıktan sonra torbaya önce kendi telefonunu ekleyip ardından ağzını bağlayıp Ömer’e verdi. Minibüsün sürgülü kapısı açıldığında herkes tek tek içeri geçmeye başladı. Aracın camları içeriyi gizliyordu. Dışarıda yalnızca Korkut’la ben kaldığında ben de odanın içindeki gizli asansörden en alttaki otoparka indim. İlyas camları filmli bir aracın kapısını benim için açmış bekliyordu. İçeri geçip sürücü koltuğunun arkasında kalan, iç kısma bakan krem koltuklardan ikili olanın cam tarafına oturdum. Çantamı ayaklarımın önüne bıraktım. Saniyeler sonra otoparka giren Korkut da yanıma oturdu ve kapı kapanırken rahat koltukta arkama yaslandım. Yolculuğumuz uzun süreceği için araç hareketlenirken başımı arkaya dayayıp gözlerimi kapattım. Duygularım öylesine ölüydü ki neden gittiğimizi dâhi merak etmiyordum. Belimdeki silah rahatsız etse de öyle değilmiş gibi kollarımı göğsümde bağladım. Aynı şekilde her soluğumda genzimi yakıp geçen kokuyu da görmezden geliyordum. Gözkapaklarımın ardında açılan bambaşka bir evrende bu kokunun sahibiyle uçsuz bucaksız bir aşk yaşıyorduk. Orada bu adam yuttuğum bir kor parçasından farklıydı, göğsümün orta yerindeki ılık nefesti. Araç taşlı yolda ilerlerken sarsılıyor, Korkut’un kotu düzenli olarak eteğin çıplak bıraktığı bacağıma sürtünüyordu. Dışarıdan sesler geliyor ama hiçbiri benim kafamda uğultudan öteye geçmiyordu. Çok geçmeden de bilincimi uykuya teslim ettim. Artık hareket etmediğimizi hissettiğimde gözlerim aydınlığa aralandı. Ne zamandır hareket etmediğimizi bilmiyordum ama ona dönüp bakmasam da yanımda oturan adamın sıcaklığını hâlâ hissediyordum. Tek elimle sırasıyla gözlerimi ovuşturup boğazımdaki kuruluğu gidermek istercesine yutkunurken camdan dışarı baktım. Minibüsteki adamların bazıları inmiş, Korkut onlarla bir şeyler konuşuyordu. Açık sürgülü kapıdan içerideki adamları görüyordum. Tolga dönüp Süleyman’ın ona uzattığı maskeleri aldı ve birini önünden yürüyen Yusuf’a verdi. Araçtan inerken ikisi de ellerindekini yüzlerine takıyordu. İlyas beni görmemeleri için aracı biraz geri park etmişti. Korkut'un geri dönmesiyle araç tekrar hareketlendi. Yanımızdaki yoldan geçen tek tük araçlar İstanbul’da olduğumuzdan şüphe etmeme sebep olsa da çok geçmeden trafik hareketlenmişti. Yol boyu minibüs birkaç kez daha durup birilerini indirdi. İnenler farklı araçlarla ayrı yollardan devam ediyordu. Bu şekilde takip edilme riskini azaltıyorduk.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD